*Fotoğraf: AA
‘Birleşik Krallık’ın, yüzyıllardır denizaşırı ülkelerden gelen ve birçoğu zulümden kaçan insanlara kucak açtığı onurlu bir tarihi var. Benim büyük büyükbabam da hayatından endişe ettiği için Türkiye’den geldi. Ülkemiz ona dobra gazeteciliği için sığınak oldu’.[i] İngiltere Başbakanı Boris Johnson ülkeye gerekli evrakı (geçerli vize, pasaport vb.) olmadan giren göçmenlerin, Ruanda ile yapılan yeni bir anlaşma gereği Afrika’ya gönderilebileceğini açıkladığı 14 Nisan’daki konuşmasına bu sözlerle başladı.
Johnson’a göre, İngiltere bu ‘sığınak olma cömertliği’ni ancak ‘yasadışı göç’le mücadeleyle sürdürebilirdi. Başbakan sözlerine şöyle devam etti: ‘İsteyen herkes burada yaşayabilir şeklinde bir politikamız olamaz. Bu ülkeye kimin gireceğini ve hangi şartlarda kalacağını kontrol edebilmemiz gerekiyor’.
Manş Denizi’ndeki göçmen botları tartışması
Muhafazakar Partili başbakanın bu konuşmayı Manş Denizi’nin kıyısındaki Kent’te yapması manidardı: Zira, Manş’ın karşı kıyısındaki Fransa’dan küçük botlarla tehlikeli bir deniz yolculuğunun ardından İngiltere’ye ulaşan göçmenler birkaç yıldır ülkede büyük bir tartışma konusu. 2020’de yaklaşık 8 bin kişi bu yolla İngiltere’ye gelirken, 2021’de bu sayı 28 binin üstüne çıktı.
Sağcı politikacılar ve medyaya göre ülke ‘işgal’ altında. Bir ada ülkesi olan İngiltere’yi Kara Avrupası’ndan ayıran doğal sınırın üzerinde ilerleyen irili ufaklı botların yarattığı dramatik görüntü, ne yazık ki, siyasetle çok da ilgili olmayan İngiliz vatandaşlarının dahi bu söylemden etkilenmesine yol açıyor.
Öte yandan sıkça tekrarlanan, gelenlerin ‘hakiki sığınmacı’ değil, İngiltere’nin iltica sistemini istismar eden ‘ekonomik göçmen’ler oldukları.
Tam da bu nedenle, insan kaçakçılarıyla bağlantı kurarak ‘yasadışı’ yollarla ülkeye girdikleri, bot trafiği durdurulmadıkça ‘yasadışı göç’ün ve kaçakçılık şebekelerinin artarak büyüyeceği, bu trafiğin aslında göçmenlerin de yaşamını tehlikeye attığı diğer vurgulanan noktalar.
Nitekim, geçen Kasım ayında Fransa yakınlarında bir göçmen botunun batmasıyla İngiltere yolcusu 27 göçmenin boğularak yaşamını yitirmesi herkeste şok etkisi yarattı. Sol ve kısmen liberaller, hakiki sığınmacı-ekonomik göçmen, yasal göç-yasadışı göç gibi ideolojik ikiliklere dayalı ve, en nihayetinde, içermeyi seçtiği ulus(lar)la tanımlı devletin egemenliğinin ve sınırlarının korunmasını öncelikli sayan bu sağ söylemi benimsemese de daha iyi bir yaşam için göze alınan bu ölümlerin durdurulması gerektiğine inanıyor.
Genç erkekler de sığınmacı olur
İngiltere hükümetinin Ruanda ile yapılan sığınmacı anlaşmasında somutlaşan yeni göç politikasını anlamlandırmak için, Manş Denizi üzerinden botlarla gelenlerin yarattığı toplumsal panikle iyice anaakımlaşan, yukarıda bahsettiğimiz ikilikleri anlamak önemli. Bu kişilerin ‘hakiki sığınmacı’ değil ‘ekonomik göçmen’ oldukları argümanının birbiriyle ilintili iki gerekçesi var: Bunlardan ilki, gelenlerin büyük çoğunluğunu yalnız genç erkeklerin oluşturması (İçişleri Bakanı Priti Patel’in üstüne basarak vurguladığı gibi kabaca Ekim 2020-Ekim 2021 dönemi için bu oran yüzde 70).
Aslında elbette genç ve erkek olmak, kişinin iltica ihtiyacı duymayacağı anlamına gelmiyor. Bu noktada İngiltere’nin de tarafı olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin sığınmacı/mülteci tanımını hatırlamak önemli:
Irkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan, bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi.
Nitekim bir çalışmaya göre, Ocak 2020-Haziran 2021 arasında botla Manş Denizi üzerinden gelen yaklaşık 12 bin göçmenin yüzde 91’i Ortadoğu, Afrika ve Asya’da savaşın ve/veya yaygın insan hakkı ihlallerinin yaşandığı ülkelerden. İçişleri Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre, botla gelenlerin hemen hemen tamamı (yüzde 98 oranında) girişte iltica başvurusu yapıyor.
Yine Bakanlık verilerine göre 2017-2019 arasında (botla gelenler de dahil) tüm sığınma başvurularında kabul oranı yüzde 59. Bu aslında potansiyel sığınmacıları yıldırmaya yönelik bir söylem ve pratik benimseyen bir ülke için hayli yüksek bir oran. Bir başka deyişle -botla gelenlere dair ayrıntılı istatistikler bulunmamakla birlikte- bu bölük pörçük bilgiler gelenlerin büyük çoğunluğunun sığınmacı niteliğine sahip olmadığı iddiasını desteklemiyor.
‘Biz buradayız çünkü siz oradaydınız’
Botla gelenlerin ‘hakiki sığınmacı’ olmadığı argümanına dair ikinci gerekçe ise, bu kişilerin Fransa’dan –yani güvenli bir ülkeden geçiş yaparak– İngiltere’ye ulaşmış olmaları. Aslında uluslararası hukukta sığınmacı olmak isteyen kişilerin sığınma başvurularını ulaştıkları ilk güvenli ülkede yapmaları zorunluluğu yok. Ancak hükümete göre eğer bu kişiler gerçekten zulüm ve hayati tehlikeden kaçıyor olsalardı ilk girdikleri güvenli ülkede (Fransa ya da yolculuğa başladıkları yere göre diğer Avrupa ülkeleri) kalmaları ve iltica başvurusu yapmaları gerekirdi. Kara Avrupası’ndaki ülkelere yapılan sığınma başvurularının İngiltere’ye yapılanlardan birkaç kat daha fazla olması bir yana, bu bakış açısındaki sorun, güvenliği sadece işkence görmemek, ölmemek/öldürülmemekle sınırlı addetmesi.
Oysa, kendisini zulüm ve silahlı çatışmanın ortasından bulan insanlar, çok kısıtlı zaman, imkan ve bilgilerle de olsa iltica edecekleri ülkeye dair seçimler yapıyor, canlarını kurtarmanın ötesinde, yaşamlarını nerede, hangi şartlarda aileleri ve sevdikleriyle birlikte kurabileceklerine dair akıl yürütüyor. Bu seçim süreci, sığınma gerekçesinin sahte, göçün de keyfi olduğuna değil, bu şartlar altında göçe zorlanma deneyimi yaşamamış olanlar da dahil tüm insanlar -hepimiz- gibi sığınmacıların da hayatlarını nerede, nasıl sürdüreceklerine dair karar alabilme ihtiyacına (ve hakkına) işaret eder.
Nitekim, 2002’de Bakanlığın bizzat yaptırdığı bir araştırmaya göre, sığınmacıların başka bir güvenli ülkeye erişimleri olsa da İngiltere’yi tercih etme nedenleri arasında, İngiltere’de tanıdıkları ya da akrabaları olması, halihazırda İngilizce bilmeleri ya da mensubu oldukları ülke ile İngiltere ile arasındaki tarihsel-siyasi bağlar var. Özellikle son ikisi, Sri Lanka asıllı İngiliz ırkçılık karşıtı yazar ve aktivist Sivanandan’ın ‘Biz buradayız çünkü siz oradaydınız’ sözünü hatırlatırcasına, İngiltere’nin sömürgeci geçmişinden ve güncel emperyalist politikalarından bağımsız düşünülemez.
‘Yasadışı Göç’ yasal göç kısıtlandığı için var
Göç ve ilticayı kısıtlayıcı politik söylem ve uygulamaların dayandığı bir diğer ideolojik unsur, yasadışı göç-yasal göç ikiliği. Ancak sorun, İngiltere’ye yasal yollarla ilticanın hayli güç olması.
İngiltere’ye sığınma başvurusu ancak ülke sınırları içinden yapılabiliyor. Eğer mensubu olduğunuz ülke İngiltere’nin vize uyguladığı ülkelerdense (birçok Ortadoğu, Asya, Afrika ülkesi), ülkeye ancak turist, öğrenci, çalışma vb. vizesi ile giriş yaptıktan sonra sığınma başvurusunda bulunabilirsiniz. Zira ‘sığınma başvurusu vizesi’ diye bir kategori yok.
Öte yandan, İngiltere’ye yaşamının bir döneminde, hayati olmayan bir sebeple vize başvurusu yapmış olanlar bilir: Hayli meşakkatli bir süreç olduğu gibi, eksik belgeler ya da inandırıcı bulunmayan gerekçeler kolayca ret sebebi olabilir. İlticayı ihtiyaç kılan koşullarda (çatışma, zulüm vb.) bu başvurunun nasıl mümkün olabileceğini düşünmek bile zor.
İngiltere’deki sığınmacıların bir kısmı yeniden yerleştirme[ii] programları ile burada bulunuyor. 2014 ile 2021 arasında ezici çoğunluğu Suriye’den olmak üzere yaklaşık 28 bin sığınmacı yeniden yerleştirmeden yararlandı. Dünyada 26 milyon civarı mülteci olduğu düşünüldüğünde bu programa erişimin ne kadar kısıtlı olduğu anlaşılabilir.
Diğer bir seçenek, aile birleşimi.[iii] Manş Denizi’ndeki botlarda çoğunlukla genç erkek sığınmacıların olmasını, bu kişilerin ‘hakiki sığınmacı’ olmamasından ziyade, ailenin sadece fiziksel olarak uygun üyelerinin bu tehlikeli yolculukları göze alarak aile birleşiminden yararlanma çabası olarak açıklamak daha mantıklı. Ne yazık ki, 2015’ten bu yana verilen aile birleşimi vizesi ise 39 bin civarı.
Yasadışı değil evraksız göç
Bu noktada şunu vurgulamak önemli: Bir ülkenin sınırlarını geçerli evrak (vize, pasaport vb.) olmadan geçmek yasalara aykırı olsa da (örneğin İngiltere’de böyle), iltica uluslararası hukukta tanımlı bir hak olduğu için, yaşanan şey aslında ‘evraksız’ ya da ‘düzensiz’ göç. Her göçmen sığınma amacıyla göç etmiyor, sığınma başvurusu yapmıyor ve sığınmacı tanımına uymuyor. Ancak, bunların, kişi sığınma başvurusu yapana kadar kesin olarak tespit edilmesi mümkün değil.
Muhafazakar Parti hükümetinin sıklıkla başvurduğu ‘yasadışı göç’ söylemi, evraksız göçü kamuoyu gözünde suç ve suçluyla özdeşleştirirken, aynı zamanda evrensel bir insan hakkının devlet egemenliğini sınırlandırmasının alenen reddini temsil ediyor. İşte ülkeye ‘yasadışı göç’le (mevcut durumda büyük çoğunluğu Manş üzerinden botlarla) giren sığınmacıları hedef alan Ruanda planı bu reddin bir parçası.
Ruanda’ya giden yol Brexit’ten geçti
Brexit (İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden -AB- ayrılması) kuşkusuz hem İngiltere, hem de dünya siyaseti bakımından son yılların en çarpıcı gelişmelerinden biri. Brexit’in meşhur sloganı ‘kontrolü yeniden ele geçirmek’ ile kastedilen, devletin tüm egemenlik alanlarında, AB üyeliği yükümlülüklerinden bağımsız karar alabilme kapasitesini geri kazanmasıydı. Göç kontrolü bu kazanımın sembolik ve maddi olarak en görünür kılınabileceği alan. Nitekim Johnson, Ruanda planını açıkladığı konuşmasında Brexit ile nasıl AB vatandaşlarının ülkede serbest dolaşımını sonlandırdıklarını hatırlattı ve ekledi: ‘Şimdi de uzun vadeli bir iltica planı ile yasadışı göçte kontrolü yeniden ele geçiriyoruz’.
Brexit, bu yeni iltica yaklaşımı için söylemsel güç sağlamakla birlikte, aslında başka bir gelişmeye de yol açtı: İngiltere AB üyesiyken, AB içi iltica prosedürlerini düzenleyen Dublin Yönetmeliği çerçevesinde, ülkeye giren bazı sığınmacıları ilk kayıtları hangi AB ülkesindeyse oraya geri gönderebiliyordu. Brexit’le birlikte bu olanak ortadan kalktı.
İngiltere, Brexit geçiş döneminin sonundan itibaren (1 Ocak 2021) geçerli olmak üzere yeni bir uygulama başlattı. Buna göre, artık güvenli bir üçüncü ülkeden geçerek İngiltere’ye gelen ya da böyle bir ülkeyle (orada bir süre bulunmuş olmak dahil) bir bağlantısı olduğu tespit edilen sığınmacıların başvurusu ‘kabul edilemez’ (İng. ‘inadmissible’) kategorisine alınmakta. Bu kategorideki sığınmacıların gelmiş oldukları (muhtemelen Avrupa’daki) ülkeye ya da başka bir güvenli ülkeye gönderilmesi öngörülüyor.
Ancak, AB, Brexit gerginliği nedeniyle İngiltere ile geri kabul anlaşması imzalamayı reddetti. İngiltere’nin Fransa dahil belli başlı Avrupa ülkeleriyle bu tip ikili anlaşmaları da bulunmadığı için, son bir senedir binlerce sığınmacı ve işlemleri bekletiliyordu.
Sistemdeki bu tıkanmanın imdadına ise Ruanda planı yetişti.
Ruanda planının kapsamı
Ruanda ile yapılan anlaşmanın tam adı ‘Göç ve Ekonomik Kalkınma Ortaklığı’. Bu kapsamda İngiltere’nin Ruanda’ya ilk etapta 120 milyon pound ödemesi ve sığınmacıların transferi ve Ruanda’daki işlemleriyle ilgili tüm masrafları karşılaması planlanıyor. İngiliz basınında çıkan ilk haberlerde Ruanda’nın rolü, sığınmacılara başvuruları sonuçlanana kadar offshore (denizaşırı/İngiltere dışı) geçici barınma sağlamakla sınırlıymış gibi aktarılsa da, sonra ortaya çıkan ayrıntılar buraya gönderileceklerin yukarıda bahsettiğimiz, başvurusu ‘kabul edilemez’ kategorisindeki sığınmacılar olacağına işaret ediyor.
Öte yandan, yine ilk açıklamalarda -muhtemelen kamuoyu tepkisinin konsolide olmasını önlemek için- planın çoğunlukla Manş üzerinden gelen ‘bekar/yalnız erkekler’ için hayata geçirileceği söylense de, çocuklar hariç teknik olarak bu kategoriye giren tüm sığınmacılar Ruanda’ya gönderilebilir.
Sığınmacılar Ruanda’ya ulaştıktan sonra, artık o ülkenin iltica sistemine dahil olacaklar. Uluslararası mülteci ve insan hakları hukuku bakımından İngiltere’nin bu kişilere karşı sorumluluğunun sınırı nedir? İnsan hakları örgütlerine göre Ruanda’da muhalefet baskı altında, yaşam hakkı ihlal ediliyor ve adalete erişim kısıtlı.
Ülke, 2000’den bu yana iktidarda olan ve bu şartlar altında gerçekleştirilmiş bir anayasa referandumuyla 2034’e kadar iktidarda kalabilmesinin yolunu açmış eski bir asker olan Kagame tarafından yönetiliyor. Ruanda kendi ülkelerinde siyasi baskı ve zulümden kaçan sığınmacılar için gerçekten ‘güvenli ülke’ mi? ‘Planın kendisi ne kadar insan haklarına uygun ve dahası pratikte uygulanabilir? Bunları zaman gösterecek.
Neden Ruanda?: Yeni sömürgeciliğin izleri
Ruanda anlaşmasının resmi adının ‘Göç ve Ekonomik Kalkınma Ortaklığı’ olması tesadüf değil.
Ne de İngiltere’nin Ruanda ile işbirliğinin sığınmacılarla sınırlı olmaması.
Geçmişte Almanya ve Belçika’nın sömürgesi olan Ruanda, 2009’da kendi isteğiyle İngiliz Milletler Topluluğu’na katılmış. Ülke, İngiltere tahtının varisi Galler Prensi Charles’ın 2020 Davos Zirvesi’nde duyurduğu Sürdürülebilir Pazarlar Girişimi’yle de bağlantıda. Ruanda’nın ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı ve çay önemli ihracat kalemlerinden biri. İngiltere ülkenin çay sektöründeki en büyük yatırımcı olduğu gibi, tarımın tamamında şirketleşmeyi desteklemek için kaynak da sağlıyor.
Devlet başkanı Kagame özel sektöre ve doğrudan yabancı yatırıma verdiği önemle tanınıyor. Afrika’yı dünyanın en büyük serbest ticaret pazarlarından biri haline getiren Afrika Kıtası Serbest Ticaret Anlaşması da 2018’de Ruanda’nın başkenti Kigali’de imzalandı.
Ruanda zengin bir ülke olmamakla birlikte büyüme odaklı ekonomik stratejisiyle Afrika’da modernleşme ve ilerlemenin sembolü olarak görülmekte. Dünya Bankası’nın İş Yapma Kolaylığı endeksinde, ülke halihazırda dünyada 38, Afrika’da 2. sırada yer alıyor. İngiltere 2015’te Ruanda’nın ‘yatırım iklimi’ni geliştirmeye yönelik ‘reformlar’ için 4,8 milyon pound ayırdı. Bununla kastedilen, basitçe, yerli ve yabancı sermayenin önünün daha da çok açılması.
Bu arada, başta turizm ve inşaat, yanı sıra enerji ve finansal hizmetler ülkenin hızla büyüyen diğer sektörleri. İngiltere-Ruanda sığınmacı anlaşması hayata geçtiğinde, işçi haklarının zaten güçlü olmadığı ülkede, özellikle emek yoğun sektörler için sığınmacı emeği önemli bir kaynak olarak görülecektir.
Nitekim gönderilecek paranın bir kısmının hem sığınmacılara hem Ruandalılara yönelik mesleki eğitimler, dil eğitimleri vb. çalışmalara ayrılacağı açıklandı. Bu hizmetlerin bir kısmının İngiliz ya da İngiliz Milletler Topluluğu’nun diğer ülkelerindeki teknik danışmanlık ve eğitim şirketlerinden alınması durumunda, Ruanda’ya gönderilecek para, Kagame’nin iktidarını sağlamlaştıracağı gibi, yine İngiltere ve müttefikleri arasında dönecek.
Son olarak, Ruanda ile benzer bir sığınmacı anlaşması için görüşmelerde bulunan Danimarka’nın, aynı zamanda ülkeyle yenilenebilir enerji yatırımları konusunda da bağlantıda olduğunu belirtelim. Kaynağının yerli ya da yabancı olmasından bağımsız olarak, birçok yenilenebilir enerji projesinin doğayı nasıl tahrip ettiğini ve köylüleri mülksüzleştirdiğini sayısız örnekten biliyoruz.
Görünen o ki, Avrupa ülkeleri, Ruanda planı ve benzeri planlarla, sığınmacılara yönelik uluslararası normlardan kaynaklanan sorumluluklarını öteleyip taşeronlara havale ederken, aynı zamanda yoksul coğrafyalarda kendilerine yeni etki ve imtiyaz alanları da yaratmaya devam ediyor.
İngiltere’de eşitsizlikler artarken sorumluları aramak
Arka planında Oxford Üniversitesi’nin zengin üyeleriyle meşhur Bullingdon Kulübü öğrencilerinin fraklarıyla yer aldığı bir fotoğrafın olduğu, internette sıkça dolaşan bir mimde (görselde) şu yazıyor: ‘Hayatınızı etkileyenler Fransa’dan gelenler değil, Eton’dan gelenler’. 1987’de çekilen fotoğraftaki 10 genç erkeğin ikisi (kulüp sadece erkek öğrencilere açık) sonradan başbakan olacak David Cameron ve Boris Johnson. Her ikisi de Oxford’un yanı sıra, İngiliz ekonomik ve siyasi elitini yetiştiren özel Eton Koleji’nden mezun. 2019’da açıklanan bir çalışmaya göre, Johnson kabinesindeki bakanların neredeyse üçte ikisi özel okullarda okumuş.
İngiltere’de enflasyon yüzde 5,5 ile son 30 yılın zirvesinde. Enerji faturalarına ise yakın zamanda yüzde 50’ye yakın zam geldi. 2019-2020 verilerine göre İngiltere’de 14,5 milyon kişi yoksul ve bunların yaklaşık üçte biri çocuk. Medyanın ‘hayat pahalılığı krizi’ adını verdiği son dönem fiyat artışlarıyla yoksulluğun artması kaçınılmaz. 2 Nisan’da eş zamanlı olarak 20’nin üzerinde şehirde ‘hayat pahalılığı protestoları’ düzenlendi.
Neoliberal ekonomi politikalarının hayata geçirilmeye başlandığı 1980’lerden bu yana sendikal hakların büyük ölçüde tırpanlandığı ülkede, yüksek öğrenimden ulaşım sektörüne, irili ufaklı birçok grev var. Geçenlerde, İletişim İşçileri Sendikası başkanı genel grev seçeneğinin ihtimal dışı olmadığını açıkladı. 18 Haziran’da sendikaların liderliğinde büyük bir miting planlanıyor.
Ruanda planı -hükümetin Ukrayna’nın işgaline karşı Rusya’ya sert çıkışı ile birlikte- Boris Johnson’ın COVID pandemisi tedbirlerini ihlal ettiği için ceza alması ve hükümetin koruyucu ekipman ve test alımında yolsuzluk yaptığı iddiaları düşünüldüğünde, yaklaşan yerel seçimler için yeniden meşruiyet inşası çabası olarak görülebilir.
Öte yandan, bu plan, hükümetin iktidara gelmesinden bu yana istikrarlı olarak sürdürdüğü, devletin ülke sınırlarının yanı sıra toplum üzerinde de egemenliğini artırmasına dayalı yeni politikanın bir parçası. Hükümet aylardır Parlamento’da tartışılan ve Ruanda planının yasal altyapısını güçlendiren, göç karşıtı Uyruk ve Sınırlar Yasa tasarısının yanı sıra, polisin göstericilere müdahale yetkisini artıran, gündeme gelmesinden bu yana binlerce kişinin protesto ettiği, Polis, Suç, Ceza ve Mahkemeler Yasa tasarısının da bir an önce kabulü için bastırıyor.
Kapitalist toplumlarda liberal demokrasileri ayakta tutan unsurların herhalde en önemlileri arasında, hukukun üstünlüğüne ve sosyal hareketliliğin (sınıf atlama) mümkün olduğuna dair toplumsal inanç var. Hükümetin pandemi skandalları, başbakan ve bakanların özel okullarda okuyup varlıklı çevrelerden gelmeleri, bu arada artan hayat pahalılığı bu inancı zedeledi. Ruanda planı, ülkenin örgütlü birçok kesimi tarafından protesto edilse de, toplumun yoksul ve orta gelirli bir bölümünün desteğini kazanacağı açık.
Geçen sene İngiltere’de yapılan bir araştırma, pandemi döneminde maddi sıkıntı yaşayan kişilerin, göçmenlerin sosyal yardımlardan faydalanmasına daha olumlu yaklaşma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. Aslında, hayatını çalışarak sürdürmek zorunda olan yığınlar, pandemide, egemenlerin söylemlerinin aksine, onlarla aynı gemide olmadığını fark etti. Belki sırada kimlerle aynı gemide (ya da botta) olduklarını/olduğumuzu fark etmenin zamanıdır. (AS/APK)
[i] Boris Johnson’ın büyük büyükbabası, Osmanlı’nın son İçişleri Bakanı, gazeteci Ali Kemal.
[ii] Sığındıkları ülkede yaşamsal ihtiyaçları çeşitli sebeplerden karşılanamayan sığınmacıların Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin gözetiminde üçüncü bir ülkeye kalıcı olarak yerleştirilmesi.
[iii] Sığınmacı statüsü alan kişinin eş ve çocuklarını da yanına getirtmesi.