*Fotoğraflar: AA (Arşiv).
Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Yirmi yıldır akıl yürütme tarzını, pazarlık yöntemlerini, davranışlarını, hamlelerini, geri çekilişlerini tekrar tekrar gördüğümüz halde Recep Tayyip Erdoğan’ın yapıp ettiklerine şaşırmayı sürdürüyoruz.
Sanıyorum bize küçük yaşta, eğitim sürecinde ilkelerin önemli olduğunun telkin edilmesinin bunda rolü var.
Oysa söz konusu olan kişi, hedefe kitlenmiş, ulaşmak için her türlü yolu deneyen, tehlikeleri göze almaktan çekinmeyen, kavgayı da pazarlığı da hayatın olağan akışı olarak gören biri.
İç politikada, seçim çalışmalarında, dış politikada, ekonomide yolunu bu şekilde çiziyor.
Son günlerde faiz-enflasyon ilişkisine dair tartışmalarla bağlantılı olarak yaşadığımız akıl dışı sürece de böyle bakmak gerekiyor. Daha önce de şahit olduğumuz benzer tavırları bir kez daha görüyoruz.
Bu konuda, yakın geçmişte herkesin endişeyle izlediği dış politika olayları örnek olarak gösterilebilir.
Savrulan dış politika
Tayyip Erdoğan’ın Osmanlı’nın çok yüce bir devlet olduğuna ve neo-osmanlı politikaların çok yönlü faydalar getireceğine inandığı bir dönemde ‘çuşa gelip’ bir Rus uçağı düşürmüştük.
Haber duyulduğunda ayakta alkışlanmıştı. Yetmiyormuş gibi, pilotun da Türkiye’den giden milisler tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı.
Derhal NATO’dan destek istendi ve böyle bir olayda destek alınamayacağı kısa sürede anlaşıldı. Politikanın yanlışlığı ortaya çıkınca, yanılmaktan hiç söz etmeden, sanki aynı politikanın devamıymış gibi Rusya’ya görüşmeye gidildi.
Çeşitli anlaşmaların yanısıra S-400 füzeleri de alındı, Rusya ile sorun büyük ölçüde çözüldü.
S-400 NATO ile ilişkileri bozdu. Bunun üzerine, önce NATO’nun gözüne girmek için Suriye’de faaliyetler yoğunlaştırıldı. Bu hamle Rusya’nın askerlerimizi bombalamasına yol açtı.
Bu sefer, Yunanistan ve Kıbrıs konularında sorun yaratarak pazarlık gücünü artırmak çabalarına girişildi. Sonuçta Türkiye F-35 programından çıkarıldı, Ege denizi Türkiye’ye karşı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) üsleriyle tahkim edildi.
Türkiye’yi yönetenler hala dış politika hatalarından söz etmiyor. Yaşananlar hayatın olağan akışı gibi gösteriliyor. Hayat zaten düşmanlarla mücadeleden ibarettir, biri biter öteki başlar.
Bu bakış plansızlığın, kapsamlı düşünme, uzun vadeli bakma eksikliğinin beklenen sonucudur. Göç yolda düzülür, görelim Mevlam neyler, falan.
Savrulan ekonomi
Ekonomide de benzer bir yol izlendi. Yirmi yıldır, kalkınma kavramını boş verip, büyümeyi esas alan politikalar artık işe yaramamaya başlamıştı.
Teknolojiyi geliştirmeye, insangücü niteliğini artırmaya, bilimsel çalışmalara hız vermeye yönelik uzun vadeli faaliyetler için artık çok geç kalınmıştı.
Krizden çıkmak için bildikleri yolu tekrar tekrar denemekten başka bir şey düşünemediler. Emek maliyetini daha da düşürmek, iç pazara boş verip ihracata yönelmek hevesi depreşti. Kurnaz kurnaz bakarak Avrupa’nın Çin’i olmaktan söz ettiler.
Boğaz tokluğuna çalıştırılan göçmen işçilerden daha ucuzunu bulamayacakları için, geriye kalan tek çare paranın değerini düşürmekti. İslam kolaylık dinidir, nas imdada yetişti. Faizi kademeli olarak indirmek suretiyle haram düzeyinin düşürülmesine karar verildi.
Piyasanın tepkisi beklenenden biraz fazla oldu. Kurlar aşırı ölçüde yükseldi. O kadar ki, ihracat için gerekli ara mallarını ithal etmek olanaksız hale geliyordu.
Dengesizlik piyasanın duracağı endişelerine yol açacak kadar şiddetli oldu. Üstelik, politika faizinin düşürülmesine karşın, piyasada kredi faizleri fiilen yükseliyordu.
Bu politikada ısrar edilmesi halinde Türk parası cinsinden mevduat kalmayacağı iyice görüldükten sonra yeni bir uygulamaya geçileceği açıklandı.
Artık Türk parası cinsinden mevduat faizi döviz kurundaki artışın altında kalırsa aradaki fark Hazine tarafından ödenecekti.
Bu durum -her seferinde olduğu gibi- yine bir politika değişikliği olarak sunulmadı. Sanki eski politikada ısrar ediliyormuş gibi anlatıldı. Yine iç düşmanlar, dış düşmanlar, canavarlar, ejderhalar sayılıp döküldü.
Oysa yine bir önceki politikanın yol açtığı sorunlardan kurtulmak üzere yeni bir problemli alana girilmişti. Düşük faizden vazgeçilmiş, faizlerin yükseleceği kabul edilmişti.
Üstelik, resmi olarak açıklanan faizle kur artışının arasındaki farkı artık bankalar değil devlet ödeyecekti. Kur ne kadar yükselirse devletin bankalara ödemesi de o kadar artacaktı.
Devletin bu farkı karşılamasının üç yolu var. Seçim öncesi göze alınır mı bilinmez ama vergiler artırılabilir.
Türkiye’nin risk primi bu kadar yükselmişken bunca borca girilir mi bilinmez ama devlet borç alabilir. Son olarak, enflasyonu iyice coşturma pahasına para basılabilir.
Kırk katır mı, kırk satır mı, gibi bir durum. Tıpkı dış politikada olduğu gibi, her sorunu telafi etme çabası daha büyük sorunlara yol açıyor.
Seçime doğru
Ekonomide yaşanan önemli dönüşümlerin siyaset üzerindeki etkilerini de düşünmek lazım.
Her krizin bir servet transferi dönemi olduğunu unutmadan, krizin maliyetinin her zaman olduğu gibi ücretliler başta olmak üzere, geniş kitlelere yükleneceğini beklemeliyiz.
Bu yük toplumsal tepkilere yol açar mı bilinmez ama her ihtimale karşı daha baskıcı önlemler gündeme getirilecektir.
Bütün dünyada enflasyon yükselirken, devletin kur artışı ile faiz oranı arasındaki farkı uzun süre yüklenmesi mümkün değildir. Bütün umudun yazın gelecek turistlere bağlandığı, yazın kurların düşmesinin beklendiği anlaşılıyor.
'Turist döviz getirir ama ahlak götürür’ zihniyetinden, buralara gelmek ilginç.
Bu umudun gerçekleşip gerçekleşemeyeceği bilinemez ama hükümetin bu politikalarla bir kış daha geçiremeyeceği bellidir. Sonbaharda seçim ihtimalinin çok yükseldiğini bilmek ve ona göre davranmak gerekir.
(BD/PT)