Haberin İngilizcesi için tıklayın
McKenzie Wark, 1961 yılında Avustralya’nın Newcastle şehrinde doğdu. İlk teorik yazılarını post-Marksist bir dergi olan Arena’da yayımladı.1990’lı yıllarda dijital medya ve sanat üzerine yazmaya başladı.
2000 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) yerleşti ve burada şair John Kinsella, yazar Bernard Cohen ve yayıncı/yazar Terri-Ann White ile birlikte “Hız Fabrikası” adını verdikleri bir teknik geliştirdiler. 2002 yılında yersiz-yurtsuzlaşma üzerine aynı adlı bir ortak kitaba imza attılar.
Wark, yine 2002 yılında son derece ilginç bir çalışmaya imza atarak, GPS cihazıyla dolaştı ve belli zaman ve koordinatlardaki gözlemlerini kaydettiği deneysel bir yapıt olan Dispositions’ı kaleme aldı.
Medya teorisi, eleştirel teori, müzik, sinema, görsel sanatlar ve Sitüasyonist Enternasyonal üzerine pek çok yazı ve kitap kaleme alan Wark, hâlâ New York New School’da Medya ve Kültürel İncelemeler profesörü, ayrıca Eugene Lang Üniversitesi’nde ders veriyor.
Wark’ın Türkçede daha önce Bir Hacker Manifestosu (Altıkırkbeş, 2008) ve Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var (Sel, 2012) adlı kitapları yayımlandı.
Mayıs 2020’de ise yazarın 2015 yılında kaleme aldığı “Moleküler Kızıl - Antroposen Çağının Teorisi” kitabı Metis Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırıldı. Sovyetler Birliği’nin karanlık sayfalarına gömülen ve ancak 1991 yılında KGB’nin arşivinin açılmasıyla okuruna ulaşabilen Andrey Platonov’un “Sakatlamış bizi tarih ana” sözüyle açılan kitap, Wark’ın uzun soluklu bir çalışmasının ürünü.
Yazarın, Moleküler Kızıl’da izlediği yol şöyle: Hikâye Aleksandr Bogdanov ile başlıyor. Wark’a göre Bolşeviklerin liderliği için bir zamanlar Lenin’in rakibi olan Bogdanov, radikal bir bilgi pratiği geliştirmeye ve hatta kimi zaman uygulamaya çalışıyordu.
Bogdanov, dünyayı örgütleyebilmek için emeğin, tektoloji adını verdiği kendi bilgi örgütlenmesini ve kendi kültürel gelişim araçlarını geliştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Yani Proletkült’ü.
Kitabın ilk bölümünde yazarın mercek altına aldığı bir diğer isim ise kitabın açılışını da onunla yaptığı Andrey Platonov. Wark’a göre Platonov’un, Sovyetler Birliği’nin alternatif bir tarihyazımını ördüğünü söylemek mümkün.
Keza kitapta Platonov’u bir yazardan ziyade, Marksist bir teorisyen olarak ele alan Wark; onu sadece emek bakış açısı değil, yoldaş bakış açısı üzerine çalışan bir kuramcı olarak da görüyor.
Kitabın ikinci bölümü olan “Bilim ve Ütopya”da yazarın uğrağı ise feminist bir biyolog olan Türkçeye çevrilen ünlü “Siborg Manifestosu” ile tanıdığımız Donna Haraway, kitapta önemli bir yer kaplıyor.
Wark’a göre Haraway, Bogdanov’un tektoloji ile yaptığı gibi, biyoloji bilimine yakın durarak, dilin metafor potansiyelini serbest bırakarak kuruyor sistemini.
Üstelik Bogdanov’un emek bakış açısı kavramının karşısına “feminist bakış açısı”nı koyarak yapıyor bunu. Son olarak ütopyacı pratikleri ele alan Kim Stanley Robinson’a başvuran Wark, Robinson’un da tıpkı Haraway gibi, insanı daima teknobilime gömülü siborg varlıklar olarak ele aldığını söylüyor.
İlk bölümde ele alınan isimlerle, bir nevi iade-i itibar çalışması olarak da okunabilecek kitabın temel ereği, geçmişe eleştirel ve yaratıcı bir şekilde bakabilen bu dört ismin inşa edilecek yeni düzende bize nasıl yardımcı olabileceğini ortaya koymak.
Çağımızın tarihsel görevleri için emek perspektifini inşa etmemiz gerektiğini ısrarla vurgulayan Wark; Sovyetler Birliği’nin kuruluş yıllarında sesi kesilen, sürgüne gönderilen ve hatta kimi zaman ölüme mahkûm edilen, “yok-insan” hükmündeki Marksist teorisyenlere bakmamız gerektiğini söylüyor.
Sözkonusu ilerlemenin ancak onların kurdukları düşünce sistemlerine dönerek ve başarısızlıklarımızı sahiplenerek mümkün olabileceği görüşünde olan var, roman yazımını çağrıştıran diliyle, kitabını Siborg Enternasyonali çağrısıyla kapatıyor. Ve nihayetinde şunları kaydediyor: “Dünyanın bütün işleyişleri dağılın! Dünyaya bir kazandıracağınız var!”
McKenzie Wark’la “Moleküler Kızıl” kitabını; Bogdanov, Platonov ve Haraway bağlamında bize yeni inşada gerekli olanları ve George Floyd’un öldürülmesiyle tüm dünyaya yayılan “Siyah Dalga”yı konuştuk.
“Moleküler Kızıl”ın ilk bölümünü oluşturan “Emek ve Doğa” başlığında iki yazarı mercek altına alıyorsunuz: Aleksandr Bogdanov ve Andrey Platonov. Neden özellikle bu iki yazarı tercih ettiniz?
Bogdanov gibi ana geleneğin bir parçası olarak görülmeyen veya Platonov gibi mirası dar bir kitle tarafından sahiplenilen yazarlara her zaman ilgi duymuşumdur. Bazen gidilmeyen yolları bulmak için arşive geri dönmek gerekir. Bogdanov, Marksist gelenek içinde eşsiz bir düşünce tarzına sahipti. Ben de örgütlü emeğin temel probleminin doğayla olan ilişkisi olduğunu düşündüm. Bu, çok yerinde bir tema gibi gözüküyordu ve şimdi Antroposen Çağı’nda olduğumuzu biliyoruz. Platonov, Bogdanov’dan biraz ilham aldı. Platonov, Modern Rus edebiyatında tanınmış bir figür lakin çoğu zaman Marksist bir teorisyen olarak okunmaz. Bence romanları; doğanın, yoksulluğunun, düzensizliğin ve entropinin gücünün temel temalar olarak ortaya çıktığı Sovyetler Birliği’nin alternatif bir tarihi olarak okunabilir. Bana bu da çok yerinde görünüyor.
“Lenin’in Rakibi” olarak da tanımlanan Bogdanov’un Proletkült örgütlenmesi ve kurmaya çalıştığı enstitü neden bu kadar önemliydi ve neden şu anda da bu örgütlenme tarzı heybemizde bulunmalı?
Bogdanov devrimden önce Lenin tarafından partiden atıldı. Bu sırada kendini sadık bir muhalif olarak gördü. Dikkatini, kültürü örgütlemeye verdi. Proletkült, devrimin ilk günlerinde büyük bir ağ haline gelmişti ve misyonu işçi kültürünün kendi kendini örgütlemesi, işçilerin kendilerini örgütlemelerini sağlayacak bir ağın yaratılmasıydı. Söylemeye bile gerek yok ki Lenin partiye bir rakip istemedi ve bu da durduruldu.
“Moleküler Kızıl”; Aleksandr Bogdanov, Andrey Platonov gibi Sovyetler için “yok-insan” hükmündekilere yönelik bir iade-i itibar çabası olarak da değerlendirilebilir mi?
Bence, başarısızlıklarımızdan en iyisini öğreniriz. Bu yüzden ekolojik, politik ya da kültürel; felaketi önlemek için başarısız olan tüm girişimlere ilgi duyuyorum. Moleküler Kızıl’ın ilk bölümü de şu anda tanıklık ettiğimiz çöküşe, “Amerikan Uygarlığı”nın başarısızlığına ve belki de küresel ortaklarını, benzerliklerini düşünmenin yolları için “Sovyet Uygarlığı” olarak adlandırılan şeyin başarısızlığına bakıyor.
Kitabın ikinci bölümü olan “Bilim ve Ütopya”da bilim başlığını, alışılageldiği gibi erkek bir bilim insanıyla değil de feminist bir biyolog olan Haraway’le açıyorsunuz. Geçmiş teorilerden bugünün antroposenine yapacağımız yolculuğa hazırlanmak için Haraway’in bize nasıl bir katkısı olabilir?
Bogdanov’un ana çalışması, hiç kimsenin bilgi üretme sürecinin diğerleri üzerinde tahakküm kurmadığı alternatif bir bilgi organizasyonu üzerineydi. Bu günlerde diğer tüm bilgi türleri üzerindeki tahakküme karşı rakip iddialarımız var, ancak bunların önde gelenleri ekonomi ve mühendislik veya daha spesifik olarak hesaplamadır. Beşeri bilimlerde, edebiyat ya da felsefe egemen olsaydı nasıl olacağını tahayyül ettiğimiz bir tür iktidar isteği vardır. Fakat bence Bogdanov’u takip edip, her türlü bilgi biçiminin yoldaşça bir federasyonunun nasıl olabileceğini sorsak daha iyi ederiz.
Erken Haraway’in de buna işaret ettiğini düşünüyorum. Haraway; Bogdanov gibi ama daha güncel bir şekilde, her türlü bilgi biçimlerini üretim biçimleri, emek süreçleri olarak ele almanın nasıl bir şey olacağını soruyordu. Haraway’in Siborg figürü, neye benzeyeceğini düşündüğümüzü yararlı bir şekilde güncelliyor. Ben, işleri bazen bu bakış açısına işaret eden Karen Barad hakkında da yazıyorum. Bogdanov’un ruhuyla Marksist bir bilim çalışması, bilgi üretimi, onu meydana getiren emek ve teknikler üzerine odaklanır. Antroposen bana farklı bir emek ve teknik organizasyonunu gerektiriyor gibi görünüyor; o yüzden geriye dönelim ve bu konuda bize kimin yardımcı olabileceğini, kimleri okuyabileceğimizi görelim.
Tektoloji olarak iklimbilim bölümünde iklimbilime dair veri kaydedebilmek için sömürgeci işgallerin oynadığı rolden bahsediyorsunuz ve burada ilginç bir duruma dikkat çekerek “İkinci Dünya Savaşı bir hava durumu savaşıydı” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Bilgi üretimi her zaman onları üreten güç biçimlerine gömülüdür, ancak bilimin ayırt edici özelliği, hâlâ üretim koşullarının ötesinde geçerli olabilecek bilgileri üretmesidir. İklimbilim sadece emperyalizmden kaynaklanabilir. Rüzgârın nereden estiğini, neden yağmur yağdığını, ne zaman yağdığını bilmek isteyen imparatorluklar vardı. Ordu, hava durumu hakkında daha fazla hassas zamanlı bilgi ister. Eğer düşmana yarın saldırmayı planlıyorsanız, o gün yağmur yağıp yağmayacağını bilmek istersiniz. İklim ve hava bilgisi iki farklı şeydir, ancak her ikisi de belirli bir gücün ürünüdür. İkinci Dünya Savaşı, askeri faaliyetlerin ölçeği nedeniyle önemli bir uğraktır ve bilginin örgütsel gücünde, özellikle de her türlü bilgi için çok önemli bir üretim aracı olan hesaplamada büyük bir artış sağlamıştır.
Kitabın başından itibaren “daha incelikli bir emek bakış açısını” savunuyorsunuz. Bu bakış açısı nasıl örgütlenebilir?
Bu durumu, işçiyi, kendi bedeninde başlayıp biten bir şey olarak düşünmek faydalı değil. Makine işçinin, işçi ise makinenin bir parçasıdır. İnsan bedenini ve makineyi yan yana düşünmek gerekir. Bu yüzden Haraway’in “Siborg Manifestosu” son derece güçlü bir metindir. Haraway’in yaptığı tam olarak bu. Teknolojik evrimin, bütün emeklerin örgütlenme biçimini kökten değiştirdiği çok açık. Şu an, el ile en çok ilişkili emek bile sayısal olarak organize ediliyor.
Sovyetler Birliği’ndeki karartılmış sayfaları açığa çıkarmak ve birlikte standart olmayan bir Marksizmle yeni bir vizyon kurmak için bizlere ne gerekiyor?
Marksistler ve liberaller arasındaki fark, liberalin her zaman masum olmasıdır. Şiddet için her zaman suçlanacak başkası vardır. Marksist olmak, aslında modern dünyanın büyük bir bölümünü örgütlemekten sorumlu olduğumuzu ve bunu, şiddeti olağanüstü miktarda zincirlerinden salan şekillerde yaptığımızı kabul etmektir. Ve bu hâlâ böyle. Hâlâ dünyanın en büyük ülkesi Leninist bir parti tarafından yönetiliyor. Bu yüzden, masumiyet iddia etmeden önce başarısızlıklara bakmak gerektiğini düşünüyorum. İktidardaki Marksistler ne zaman fazla şiddet kullanmaya başvursalar, bunu durdurmaya çalışan ve başka bir şey öneren Marksistler vardı. Peki, başka neler önerdiler? Genellikle tarihin kaybeden tarafında değillerdi, onları bulmak için arşive geri dönmek gerekiyor.
Kitabı, 21. yüzyılı terk etmemiz gerektiğini söyleyerek, dünyanın bütün işleyişlerine dağılma çağrısı yaparak bitiriyorsunuz. Antroposen çağında melankoliye kapılmadan alternatif bir gerçeklik örmek mümkün mü?
Kabullenmek için belki de melankolinin yararı olur. Şu anda yapabileceğimiz en iyi şeyin, iklim değişikliğinin daha kötü etkilerini hafifletmek ve (belki de) kontrolden çıkmış bir sera etkisini önlemek olduğu açık. Ancak, pratik soruları ele geçirmek ve sonuçlarını gerçekten takip etmek olduğu konusunda ütopyacı düşüncenin bir rolü olduğunu düşünüyorum. Ütopyalar kullanışsız değildir, saplantı derecesinde pratiklerdir. Hayatın sürmesini mümkün kılacak şey hakkında ütopyacı terimlerle düşünürseniz, bu pratik olarak düşünmek demektir. Bunu yaparsanız, mevcut uygarlığın ne denli kullanışsız olduğunun farkına varırsınız. Ve neden etrafımız her yönden parçalanırken, harabelerden yeni bir bina inşa etmemiz gerektiğinin...
Son olarak, ABD’de George Floyd’un öldürülmesiyle başlayan ve tüm dünyaya yayılan eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Takip ettiğimiz kadarıyla siz de her gün alanlardasınız.
Odağın Amerika'daki (ve aslında başka yerlerdeki) siyah hayatlara kaymasını görmek güzel. Siyah hayatlar, “totalitarizmi” yenerek gurur duymayı amaçlayan sözümona özgürlükçü-demokratik düzenin en akıldışı şiddetine maruz kalan en güçlü yaşam örnekleridir. Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle eş zamanlı olarak, Amerika kendi gulag'larını büyük ölçüde genişletti ve onları siyah insanlarla doldurdu.
Bu hapsetme mantığını toplumun tamamına yaydı. Şu anda ikincil olmak yerine merkeze alınan bir siyah hareketin varlığı sadece iyi bir şey olabilir. Siyahlar, işgal hareketinde ya da Bernie Sanders’ın ilerici seçim stratejilerinde sadece müttefik olarak görülüyorlardı. Ama siyah hayatları merkeze alırsak sonunda bir yere varabiliriz. (TY/APA)