KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, bugün Açık Radyo’da her sabah yayınlanan Açık Gazete’de Ömer Madra ve Can Tombil’in sorularını yanıtladı.
Ağırdır, 24 Haziran seçimleri öncesi siyasi atmosferi, yaşanan kutuplaşmanın seçimlere etkisini, farklı coğrafyalarda yaşanan kutuplaşmaları, gençlerin siyasete bakışını ve iklim sorunlarının seçmen üzerindeki etkilerini değerlendirdi.
Programdaki konuşmaları aynen aktarıyoruz…
Bekir Ağırdır’la birlikteyiz. Hoşgeldiniz. 17 Nisan’da başlayıp 18-19 Nisan’da t24te etraflı bir analizle girmiştik. Ama o günden bu güne de daha hızlı gelişimler olduğu söylenebilir. KONDA’nın yönetim kurulu başkanı, kurucusu Tarhan bey bugün “Seçimden hemen sonrası…” diye bir yazı yazmış. Toplumsal durum ve ekonomik durum hakkında bir analiz de yapıyor. Çok önemli bir şey var. 8 milyondan fazla kararsız oy var. 8 milyondan fazlasını muhalefetin alması gerekir diye de bir yazı yazmış. Bu durum nasıl gidiyor bir özetler misin?
Önce bir başlangıç çizgisinde seçim dendiği andaki durumu analiz etmekti o sizin de söz ettiğiniz yazılar.
Son 10 yılına baktığımızda Türkiye siyaset sahnesine, aktörlerine. 2014’ten bu yana bile 2 genel seçim, bir referandum, bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaptık son 4 yılda.
Bütün o sayıların anlamını çözmek, fotoğrafı anlamak ki muhalefetin ya da iktidarın politikalarına itiraz edenler doğru strateji geliştirsinler diye. Dolayısıyla fotoğrafı tekrarlarsak; fotoğrafa baktığımda ana birkaç tane karakteristiği var. Türkiye siyaseti 4 tane partiye konsülde oldu. HDP’nin durumu biraz daha özel ama daha sonra konuşuruz.
Bu ne demek, artık diğer partiler dediğin şey… Mesela bir sayı öyleyeyim 2015 seçimine 21 parti girebiliyordu en son. Gerçi aldıkları oy yüzde 5’in altındaydı ama bu seçime 9 parti girebiliyor. Çünkü giderek konsülde oluyor. Çünkü bunu üreten bir durum var. Nedir o durum?
Bir, Türkiye siyaseti kimliklere sıkıştı. Türkiye’nin toplumsal dokusuna baktığımız zaman Türkiye’deki farklılıkları en iyi açıklayan iki tane eksen var. Bir tanesi sosyoekonomik gelişmişlik, yani gelir seviyesi, eğitim seviyesi, hatta buna ters yönde hareket eden dindarlık seviyesi diyebileceğimiz. Dolayısıyla bu eksenin iki üç köşesi nedir. Yani laikçilik diyorum ben, -cilik diyorum ben karikatürize etmek için kullanıyorum. Diğer eksen de dincilik. Bir başka eksen de var Türkiye’deki bütün toplumsal dokuyu açıklayan. O da etnik aidiyet, yani Türkler ve Kürtler meselesi. Dolayısıyla bu 4 köşenin de 4 partisi var. Konsülde olmanın bir sebebi de o her şeyden önce.
Bir başka karakteristiği üçüncü olarak; kutuplaştı. Yani kutuplaşma önce siyaset diye başladı. 2007’lerde Ak Parti yandaşlığı-karşıtlığı gibi başladı ama giderek hayat tarzına dönüştü, hayat tarzı kutuplaşmasına dönüştü. Ve o kutuplaşamanın içinde seçmenin veya insanların üçte ikisi gündelik hayatında bile herhangi bir probleme kutuplaşma perspektifinden, duygusundan bakıyor vs. Dolayısıyla bu son 5 yıldır seçim yapmıyoruz bir bakıma. Kimlik sayımı yapıyoruz. Ama bir yandan da Türkiye’nin reel sorunları var. Nedir reel sorunları; güçler ayrılığını tesis etmek. Bu kadar merkeziyetçi ve keyfi bir yönetimden daha katılımcı daha şeffaf bir yönetim modeline geçmek. Ya da Kürt meselesi, bir arada yaşamanın, demokrasinin kurallarını yeniden inşa etmek ya da yargının yeniden baştan aşağı yapılandırılması. Ekonomik mesele.
Dolayısıyla Türkiye’nin yaşadığı süreçlerden ya da 150-200 yıllık bütün süreçten baktığınız zaman Türkiye’nin iki tane temel hedefi var; kalkınmak ve modernleşmek. Bunun ne kadarını başarıp başaramadığımız ayrı konu.
Bir yandan da 30-40 yıldır bilgi toplumuna gitmek gibi dünyanın bir dalgası var. O da nedir? Küreselleşmek ve demokratikleşmek. Şimdi Türkiye bu dört süreci bir arada yaşıyor. Yani sanayi toplumunun sınıfsal, ekonomik problemleri kadar bilgi toplumunun kültürel problemlerini de bir arada yaşıyor vs. Siyaset marifetiyle bu sorunları henüz çözebiliyoruz gibi bir ışık da görünmüyor. O nedenle de bütün bu kutuplaşmanın içinden baktığınız zaman donmuş bir fotoğraf var karşımızda. Üç aşağı beş yukarı sayılar değişiyor olsa da gündelik hayat dertlerinden, iklim değişikliğinden, ekonomiden ya da istihdamdan, eğitim meselesinden, sağlık meselesinden daha somut dertlerden konuştuğumuz zaman ise bütün bu farklı kümelerin kimliklerin her birinin ortak bir alanına geliyoruz ve orada toplum son derce sıkıntılı ve dertli.
O nedenle eğer siyaset bu seçim sürecinde de sadece kimlikler ve kutuplaşmalardan yürürse üç aşağı beş yukarı sonuç belli. Oy oranları 1 puan eksiliyor, 1 puan artıyor ama özü itibariyle durum belli. Bu reel hayata dönerse; reel hayatın dertlerinden ve bunların çözümlerinden konuşulmaya başlanırsa dinamikler değişebilir.
O yüzden sözün özü şu, ben fotoğrafa baktığım zaman bir yandan bir donmuşluk görüyorum ama bir yandan da elimdeki diğer verilere baktığı zaman da buzun arkasında çıtırdamayı, yanan kıvılcımların ateşleri, büyük bir hara dönmese bile, o buzu çatlatma yolunda bir takım kıpraşmaları da gözlüyorum.
Bu seçimde bunlar hayat bulur mu yoksa bir dahaki seçime kadar bu donmuş hal devam mı edecek göreceğiz. Ama bu sözünü ettiğim şey, bu anlattığım analiz ya da fotoğraf seçim sürecinin başlangıç noktası. Muhalefetin ya da diğer aktörlerin bu fotoğrafı bozmayı ne kadar arzuladıklarını, kampanya süreci, vaatleri ya da bu ütopyayı üretip üretemedikleri belirleyecek sonucu.
Coğrafi olarak da daha önceki yazılarında gördüğümüz bir şey var. Bu kutuplaşma coğrafi olarak da ortaya çıkıyor. Ege’de, sahilde CHP’nin, doğuda güneydoğuda HDP’nin…
Üç parça Türkiye diyorum ben. Buna biraz önce sözünü ettiğim laikçi, dinci, Türkçü, Kürtçü dört köşenin Türkçü ve dinci köşeleri de hemhal oldu. Yani MHP’nin ya da Devlet Bahçeli’nin Ak Parti’ye desteği sadece kendi parti bekası için olmadı, bir sosyolojik süreç vardı.
Dolayısıyla karşımızda üç parçalı Türkiye var. Coğrafi olarak nedir o? Dinleyicilerimiz de hatırlayacak. Seçimlerdeki haritalar gözlerinin önüne gelirse, İskenderun’dan İstanbul’a doğru kıyılar diye bileceğimiz kentleşmiş, kentleşmenin de ötesine geçmiş metropolleşmiş, gündelik hayat tarzı daha batılı, kentli gündelik hayat pratiklerine dönüşmüş, bir yandan kendi ekonomik aktörleri ve dinamikleri yeterince güçlenmiş, onun için devletten daha çok talepleri hukuk, özgürlük, katılımcılık gibi yaşamın niteliğine dair olan meseleleri öne koymaya başlamış, hayat tarzı olarak da sosyolojik ve ekonomik bakımdan da farklı bir coğrafya var.
Burada mesela sayılardan konuşalım. CHP’nin 1 Kasım’da yüzde 25 diye bildiğimiz oyu bu coğrafyada yüzde 35.
Sonra bir orta Anadolu, Karadeniz’e doğru giden daha büyük bir coğrafya var. Burası daha mütedeyyin insanların ağırlıkta olduğu, hayat tarzının daha muhafazakar olduğu, sosyoekonomik gelişmişlik açısından henüz Türkiye ortalamasınından biraz daha ekside olan, dolayısıyla kendi ekonomik aktörleri ve ekonomik dinamikleri yeterince güçlenmemiş, o nedenle de devletin baraj ya da yol ya da hastane yatırımlarına ihtiyaç duyan… Biz ne kadar çevre problemi, erozyon, başka şeyler söylesek de, onlar için önce o baraja ihtiyaç var. Ve bu coğrafyada Ak Parti’nin oyu yüzde 65’e geliyor.
Bir de üçüncü bir coğrafya var. Ağırlıklı olarak Kürtlerin var olduğu, hem sosyoekonomik gelişmişlik olarak Türkiye’nin en geri kalmış yöreleri, hem aynı zamanda Kürtlerin kimlik talebinin kültürel taleplerinin önde olduğu, dolayısıyla siyasetin de başka dinamiklerden hareket ettiği bir coğrafya. Yüzde 10-11 diye bildiğimiz HDP buralarda %65-67’lere çıkıyor.
Bu üç coğrafyanın üç ayrı talepler dizisi ve üç ayrı sorunlar dizisi ve de üç ayrı Türkiye hayali var. Türkiye’nin asıl sorunu budur. Türkiye’de kutuplaşma deyince hep iki köşeli bir eksen üstünde bir ayrışma gibi konuşuyoruz. Halbuki Türkiye’de kutuplaşma üç köşeli ve de her bir köşe diğerinin itirazından değil, kendi talebinden yerleşiyor bulunduğu yere ama üç kutuplu daha anormal gibi görünen sosyoloji teorisi, sanayi toplumunun sosyolojisiyle açıklamalarımızın yetmediği, sadece sınıfsal açıklamanın yetmediği, kültürel başka meselelerin, dinamiklerin kutuplaşmaların da var olduğu bir Türkiye.
Üç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Ankara’da sarayda verdiği iftar yemeğinde emeklilere gençlere eski Türkiye’nin nasıl olduğunu anlatmalarını öğütledi. Bu bahsettiğiniz ekonomik ve coğrafi parametreleri aynı şekilde etki eden bir durum mu gençlerin bu durumu ya da bu etkilerden nasıl sözedebiliriz?
Gençlerin bütün bu geniş hikâyenin içinde biraz daha özel bir durumu var. Nedir o? Bir kere bu seçimde oy kullanacak seçmen listesindeki 57 milyonun 19 milyonu 32 yaş altı seçmen. Bu 19 milyon seçmenin içinde 5 milyon 200 bin kişi var, öğrenci. Ya da bu 19 milyonun içinde 2 milyon 600 bin mertebesinde bir küme var onlar 1 Kasım’da 16 yaşındaydı. Son iki yılda 18’e geldiler ve ilk kez oy kullanacaklar, referandumu saymazsak.
Bütün araştırmalarımızda gözlediğimiz çok temel bir mesele var. Bu gençlerin önemli bir kesimi bugünkü siyasi aktörlerden umutsuz ve bugünkü siyaset tarzıyla siyasi aktörlerin siyaset tarzıyla çözülebileceği konusunda umutsuz. Onun için kabaca 10 milyon mertebesinde bir genç, hangi araştırmayı yaparsak yapalım siyasi tercih konusunda ya oy vermeyeceğim diyor ya kararsızım diyor, ya da bu siyasetle bu işler çözülmez diyor.
Dolayısıyla da kızgınlar, çünkü geleceğe karamsar bakıyorlar. Sadece eğitim sistemindeki durum bile onların ne kadar haklı bir öfkeyi büyütüyor olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu gençler bir yandan baktığımız zaman önemli bir kesimi değer dünyalarından baktığımız zaman daha muhafakazar değerlere yatkınlar, sahipler gibi görünüyor ama pratikleri üzerinden baktığımızda bu gençlerin önemli bir kesimi kentli metropollü pratiklerin içinde.
Dolayısıyla Türkiye’deki bir takım toplumsal yarılmaları, yani iyi, kötü, güzel diye bildiğimiz şeylerle yaptıklarımız arasındaki farklılaşmaları, gençlerde daha yoğun gözlüyoruz. Çünkü aileden aldıkları, ki en önemli eğitim ve bilgi kaynakları aileleri, okul değil. Örneğin insan hakları konusundaki bilgiyi nereden aldın diye sormuşuz; okuldan kitaplardan diyen sadece yüzde 10’luk bir kesim, gerisi aile diyor. Dolayısıyla aileler üzerinden gelenekleri, muhafazakar bir takım değerleri yeniden üretiyorlar. Bir yandan da kentli bir yaşamın içinde oldukları için yeme-içme alışkanlıklarından giyim kuşam alışkanlıklarına, müzik dinleme tercihlerinden, dizi izleme tercihlerine kadar her şeyleri de bir yandan değişiyor.
Dolayısıyla bu yarılma onlarda bir şekliyle var olan sisteme bir yandan itirazı büyütüyor ama asıl korkuyu besliyor. Çünkü geleceğe dair korkuları çok yüksek. Örneğin batıdaki teorilere göre y kuşağı, z kuşağı gibi kavramlar var biliyorsunuz. Ne deniyor teoriye göre, bu gençler yönetime katılmak ister. Halbuki bizdeki gençlerin yüzde 54’ü önce iş güvencesi istiyor. Ve haklı bir talep ayrıca bu. Böylesine keyfi bir yönetimde, üstüne üstlük gençlerin dörtte biri işsizken bu gençlerin yönetime katılmaktan önce iş güvenliği istemesinden daha doğal bir şey yok. Dolayısıyla öncelikleri de farklı. O nedenle hem karamsarlar, hem kızgınlar, hem öfkeliler. Aşağı yukarı bu 19 milyon gencin yarısı bu siyasi tercihini bilemediğimiz, izleyemediğimiz, sadece tepkilerini bildiğimiz bu gençlerin önemli bir kesimi hangi partiye oy atarsa ya da ailelerinden aldıkları geleneklerin dışında düşünürse o parti için hayat değişir.
Karasızlar içinde büyük bir kitle olarak değerlendirebilir miyiz gençleri?
Aynen öyle. Kararsızların da önemli bir kesimi onlar.
Tarhan bey de öyle yazmıştı ikinci tur için. “8 milyondan fazla kararsız oyu alması gereken muhalefet seçmene ne anlatacağını biliyor mu” diye 26 Mayıs’ta bir yazı yazmıştı. Şimdi seçimlere doğru yazısında da sonrasını da düşünmek meselesine de önemli bir uyarılar silsislesi de getiriyor.
Ben şeyi de sormak istiyorum: ABD’de de son yapılan anketler de sürprizlerle ortaya çıkıyor. Demokrat partinin genç seçmenlerinde önemli bir oranda sosyalizm diyen, adalet talebi çok yüksek. Beni çok şaşırtan bir şey de Cumhuriyetçi Parti gibi muhafazakar, uzun süredir en sağda olan partinin yüzde 25’i sosyalizm istiyormuş. Türkiye’de de özellikle HDP’nin hiç benzeri görülmemiş adayının eski eş genel başkanını hapisten değişik yaratıcı yöntemlerle yürüttüğü bir kampanya var. Bu durumu değiştirebilir mi nasıl bakıyorsunuz?
Değiştirir. Biraz önce sözünü ettiğim 19 milyon gencin yarısı siyasi parti tercihi konusunda bir ipucu vermiyor diyorum ama siyasi tercihini söyleyen yarısının çok temel bir karakteristiği var. Baktığımız zaman AKP Türkiye geneli 100 oy alıyorsa bu gençlerde oyu 50’ye düşüyor. Ya da CHP Türkiye genelinde 100 oy alıyorsa, bu gençlerde 50’ye düşüyor. Türkiye genelinde 100 oy alırken bu gençlerde 150 oya çıkan HDP.
Ya da bir miktar MHP için aynı şey söylenebilir hatta İYİ Parti için de söylenebilir. MHP, HDP ve İYİ Parti’nin gençlerde yüksek olmasının görece sebepleri var. HDP biraz da özgürlükçülük talebi üzerinden gelişen o damarı olan gençler cenahında gözlediğimiz bir durum. İyi Parti ise diğer donmuş ve bu sorunları çözemeyen dört geleneksel aktör karşısında bir kadın lider ve daha yeni bir oluşum olmaya verilen bir prim var. MHP meselesi ise biraz daha şovenleşmeleyle, lümpenleşmeyle paralel olarak çoğalan bir durum.
Sonuç olarak bu üç parti 19 milyonluk gençlerde Türkiye ortalamasının üstünde oy alıyor. İki ana damar olarak AKP ve CHP de Türkiye ortalamasının altında oy alıyor. Birinci mesele bu.
İkincisi Amerika’da ve tüm dünyada gözlenen şey biz de biraz da şöyle bir durum var. Bu 19 milyon gencin önemli bir kısmı çocukluğu metropolde geçen gençler. Biraz önce söz ettim aileden alıyor ama sadece aileden almıyor. Bir de bulunduğu çevreden alıyor.
Benim gibi kasabada daha monolitik bir kültürel doku içinde bir sülalede kasabada, ilçede büyümüş dolayısıyla geleneksel referansları yaşamışlarla benim kızlarım gibi şehirde yaşamış bayram sabahı komşu kapıyı çalıp el öpmeyi bilmeyen, sokağa inip saklambaç da oynamamış olan ama monolitik bir kasabada topluluk içinde büyümek yerine üç yaşında anaokulunda bütün farklılıkları görmeye başlayan; Kürdü, Türkü, engelliyi, sarışını, esmeri gören... Kendine göre bütün bu çoğulculuğu içselleştirmiş, adınım koyamasa bile, daha hızlı düşünen, daha hızlı hareket eden bir küme var. Bunlar toplam seçmen içinde yüzde 14’lerde yani 10 milyon mertebesinde falan. Yani 19 milyonun kabaca yarısı onlar. Onların bütün davranış biçimleri, bütün hayattaki beklentileri, günlük hayat dinamikleri farklı. Ve asıl Türkiye bir dini değişim, büyük bir değişim yaşayacaksa asıl bu metropolde doğup büyüyenler, değer dünyası metropolde şekillenen çocukluklar yüzde 35-40’a gelince, şirketleri partileri bunlar yönetmeye başladığında yaşanacak ki bu uzak bir ihtimal değil; 10 yıl sonra.
Bu çocukların duyarlıklıları, farklılıklara gösterdiği tepkiler bizlerden çok daha farklı. Onlar düşünerek özgürlükçülüğe gelmiyor. Bunu hissettikleri için geliyorlar. Aileden dindar değerleri almış olsa bile İstanbul’da doğmuş büyümüş ve aileden öyle gördüğü için diyelim başı örtülü olan bir genç kız bile sokakta sevgilisiyle kol kola, el ele yürümek istiyor.
Ve ona ‘günah’ diye, ya da benim kızıma ‘suç’ diye farklı bir fikri tartışmanın önüne engel koyduğunuz zaman itirazları var. İkisi de özgürlükten hareket ediyor ve ikisi de önlerine konulan kısıtlara itiraz ediyor. Bunlar henüz yüzde 14’lerde ve çok hızlı gelişiyorlar. En azından dinleyicilerimizin arasında varsa ne dediğimi daha iyi anlayacaklar.
Örneğin şirket yöneticileri. Bütün şirketlerin insan kaynakları politikaları tıkandı. Çünkü bizim geleneksel kuşak için, gireceksiniz bir şirkete ve genel müdür olacaksınız 32 sene sonra. Benim kızlarım üç sene dört seneden fazla bir şirkette çalıştırma ihtimaliniz yok. Öyle bir markaya, şirkete kendilerini adamalarını, bir davaya, bir aşka kendilerini adamalarını beklemek de doğru değil. Daha kendi özgürlüklerini öne koyuyorlar, daha esnek çalışmayı tercih ediyorlar.
Şimdi bizim siyaset dokusu nedir; bir genel merkez var, bir ideoloji var, il var ilçe var. Halbuki bu gençler o hiyerarşiye itiraz ediyor. Her gün “Akşam 6’da ilçe merkezinde toplaşacağız. 9’da da sokağa çıkıp şu yazıyı yazacağız dediğin” zaman, benim kızlarım için bu bir şey ifade etmiyor. Benim kızlarım sosyal medya üstünden zamandan mekandan bağımsız örgütlenebiliyorlar, iş yapabiliyorlar, tepki geliştiriyorlar. Duvara yazı yazmaktan öte bir sürü şey de yapabiliyorlar.
Dolayısıyla onlara göre bu geleneksel particilik, siyaset karşı duruyor. Ama onlar kendi hayatlarını oluşturdukları zaman aslında bütün bu hikâye beşinci yıldönümü olduğu için biraz önce sohbet ederken konuşuyorduk, Gezi’nin özü aslında buydu ve henüz onlar çoğunlukta olmadığı için ve henüz hayata da damgasını vurmadılar 10 sene sonra göreceksiniz o kuşak hayatı tamamen değiştirecek.
İklim haber ve KONDA araştıma şirketi iş birliğinde gerçekleştirilen bir araştırma vardı, Türkiye’de iklim değişikliği ve enerji çeşitleri araştırması. Kamuoyun iklim değişikliği konusunda ne düşündüğünü ve enerji tercihlerinin ne olduğunu ortaya koydu bu şekilde. Benim takip edebildiğim kadarıyla bu kapsamda ilk çalışma olarak nitelendirebiliriz. Türkiye çapında 2595 kişiyle yüzyüze yapılan anket çalışmasına göre toplumda iklim değişiklinin yaşandığı konusunda yüzde 86 oranında büyük oranda konsensüs olduğu ortaya çıkmış ve toplumun dörtte üçünün iklim değişikliği konusunda endişeli olduğu belirtilmiş. Türkiye’nin enerji konusunda tercihinin ise büyük oranda güneş ve rüzgar olduğu ön plana çıkmış. Peki, bu seçmenin kararını etkileyecek parametrelerden birisi olarak nitelendirilebilir mi?
En başta söylediğim gibi seçmeni kimlik ve kutuplaşmanın dışında bir oyun planı ve gündem ağırlıklı yürütülebilirse evet.
Ama AKP’nin ve Tayyip beyin en iyi başardığı şey referandumda da, 1 Kasım seçiminde de “biz” ve “ötekiler” diye bir kutuplaştırmaya sıkıştırması ve bu sıkıştırma içinden kaos mu düzen mi gibi bir ikileme iteklemesi seçmeni.
İnsan zihni doğal olarak kaos mu düzen mi dediğiniz zaman düzen diyor. Biraz önce sözünü ettiğim kutuplaşmalar üzerinden bir sayısal veri söyleyeyim daha iyi anlaşılsın.
3 kutuplaşmanın bir tarafında yüzde 25-30’lar mertebesinde İstanbul Beşiktaş, Kadıköy; İzmir Göztepe, Ankara Çankaya var. Daha kolay derdimi anlatabilmek için böyle örnekliyorum.
Bir yüzde 60’lar mertebesinde Kütahya, Kayseri, Afyon, Trabzon var; bir de yüzde 15 mertebesinde Hakkâri, Diyarbakır var. Her siyasi seçim bu üç kutuplaşma içinden ve aynı gerilim üzerinden oynanacaksa, sayılar belli oradan bir iktidar çıkıyor.
Şimdi sözünü ettiğiniz araştırmaya dair bir şey söyleyeyim. Erozyonun kuraklığın, iklim değişikliğinin en somut yaşandığı ülkelerden birisi bu coğrafya. Benim babamın bu derdi anlamıyor olduğunu var saymak yanlış. Yaşamaz olur mu? Ben Anadolu’nun bir kasabasında doğdum büyüdüm; 2000 nüfuslu hala da nüfusu aynı civarda. O gün 4 tane dere vardı, çay vardı. Bugün o dört çay yok. Bir tane küçük göl vardı, o göl yok. Şimdi benim babam bunu bilmiyor olabilir mi, bunu yaşamıyor olabilir mi?
“Bizim akvaryum” diyorum, bu okumuş yazmış tayfa üstünden bakarsak. Bizim ya örgütlenme modelimizi ya dilimizle ilgili başka yenileşmeler üretemedikçe dönüyoruz ve toplum cahil diyoruz.
Yoksa toplum anlamaz olur mu? Bu reel hayatına değen bir şey, kuraklığın ne olduğu. Konya havzasında yeraltı suyu 150 metrenin altına inmiş. Bugün o coğrafyada 4,5 milyonlar civarı bir nüfus var. Benim kanaatim odur ki yeraltı suyu böyle inmeye devam ettikçe 15 sene içinde o nüfusun yarısı Antalya ve İzmir’e doğru harekete geçecek. Sadece hayatını sürdürebilmek için.
İnsanlar bunu görüyor ve bizim araştırmamız da bunu teyit ediyor. Ama bir yandan da şöyle bir durum var: İnsanlar ve toplum iyi doğru güzel diye bildiğimiz şeyler üzerinden baktığında doğrunun ne olduğunu biliyor aslında. Bir yandan gündelik pratiğinin de kendi ihtiyaçları var. Dolayısıyla orada cevap bulamadıkça gemisini yüzdüren kaptan diye pratiğe baktığımızda daha hukuk dışı davranmaya meilli davranıyor.
Biraz önce Ömer abinin batıdan örnek vererek anlatmaya çalıştığı şey de böyle bir şey. Tüm dünyada iklim değişikliği ve demokrasi meselelerinde problem var. Daha doğrusu temsili demokrasi noktası tıkandı ve yeni bir katılımcı demokrasiyi üretemiyor.
Amerika’da sorduğunuz zaman otobüste zenciyle beraber oturur musun? Herkes biliyor ki oturmam demek yanlış, ayıp. O yüzden otururum diyor. Ama pratik olarak öyle değil.
Türkiye’de de böyle yeni orta sınıf; yani bilişimciler, yeni iş kollarında yetişenler yeni ekonomik sınıfın daha özgürlükçü olacağı varsayılır ama bizim bütün araştırmalarımız gösteriyor ki Türkiye’deki yeni orta sınıf enikonu otoritere en kötü faşist diyebilir hatta.
Suriyelilerle komşu olmak ister misiniz?
Mesela ya da Kürtlerle. O yüzden ben diyorum ki siyasi yoldaşlık seçecekseniz insanların devlete bakışına ve Kürtlere bakışına bakın, gündelik hayat arkadaşlığı arıyorsanız insanların kadınlarla ilişkilerine bakın anlarsınız gerçek meselenin ne olup olmadığını.
Ben de benim için en hayati görünen soruyu soracağım. Türkiye’de önemli bir kadın hareketinin de yükselmekte olduğu görülüyor ve her türlü beklentinin de ötesinde ciddi bir karşı çıkış yapıyorlar. Bununla bağlantılı olarak şeyi de sormak istiyorum. Gençlerin büyük bir adalet talebi olduğu da aşikar, biraz önce konuştuk. Mesela bugünkü gazeteyi alıyoruz Berat Albayrak, “Adalet ve Kalkınma Partisi kaybederse, Türkiye karar verecek… Ya milli bağımsızlık ya esaret olacak” diyor.
Biraz önce dediğim gibi kaos mu düzen mi?
Milli bağımsızlık sözle olmaz ancak karar ve adımlarla olur gibi bir şey söylemiş. Bu son seçim kampanyasında görülen gerçeklere dayanmayan son derece sürreal diyeceğimiz bir tablo var ve bu sağduyusuna güvenme durumunda olduğumuz geniş kitleler bu şeyleri görmüyor olamazlar diye düşünüyorum. Bu nasıl bir değerlendirmeye yol açacak? Özellikle Selahattin Demirtaş olmak üzere HDP’nin söyleminin en gerçekçi olduğu ortaya çıkıyor. Bu nasıl bir sonuç verecek?
Birkaç tane katmanı var bu meselenin. Bir tanesi insanlar hala soğukkanlı ve Türkiye insanının survive güdüsü toplumsal beka güdüsü son derece güçlü.
Nedir en büyük delili? Hangi araştırmayı yaparsanız yapın Türkiye toplumu milliyetçi çıkar. Yakın zamanda biz yaptık iki üç ay önce buna benzer bir şey. Birden ona kendi milliyetçilik duygunuzu notlayım demişiz. Türkiye ortalaması 7,2. CHP’liler 7. MHP’liler 8. AKP’liler de 7,5. Çünkü ezber. Şimdi soruyorsunuz; efendim Kürt birisiyle dünür olur musunuz, kızını oğlunu evlendir misin? Buna karşı çıkanlar yüzde 50leri aşmış durumda ama ortada bir vaka var bu ülkede 4 milyona yakın Kürt 4 milyona yakın Türk’le evli, birinci derece akraba.
30 yıldır süren bir terör ya da 100 yıldır süren bir gerilime rağmen hiç duydunuz mu “Kız tarafında Kürtler varmış ayıralım” ya da “Bizim damat namaz kılıyormuş kızı oradan ayıralım”. Çünkü Türkiye insanı o pratikleri değer ayrışması gibi bir ayrışma yapıyor. Bireysel hayat ve ortak hayatı ayırıyor. Bireysel hayatında Türk insanı son derce çoğulcu, hayalci sorun çözücü umutlu ama ortak hayata bakınca korkak çekimser karamsar.
O damat Kürt ama “bizim damat”, onu tanıyoruz diyor. Ama sokağa baktığı zaman “Bütün Kürtler bölücü”, “Bütün dindarlar şeriatçı” ezberleri başlıyor.
Burada mesele gerçek hislerinden seçimle hareket edip edemeyeceği meselesi ama o onun sağladığı şey tek başına o insanların düşünceleri değil. Onların hayalleri ve inançlarına dair siyasi ütopyaların ya da vaatlerin, dilin söylemin ne olduğu sözün sesin ve yüzün doğru kurgulanıp kurgulanmadığı.
Dolayısıyla insanlar evet var olan siyasi aktörlerden umutsuzlar. Sadece gençler değil, genel olarak yüzde 40’ın üzerinde yüzde 50’ye yakın insan artık bu siyasi aktörlerle bu ülkenin sorunları çözülemez noktasında. Ama kimliğine bakınca da dediğim gibi kutuplaşmalar içinden gidiyor oy veriyor. Ama Kürt meselesinde örneğin o kadar açılım süreçleri oldu bu kadar. Toplu kıyımlar oldu. Bombalar oldu şu oldu bu oldu. Ama hiç HDP’ye yönelik ya da HDP’nin kampanyalarına yönelik biraz da bence devletin bir kanadının da desteklediğini sandığım. Sade vatandaşlarla olan bir problem yok. Yani pazar yerinde bir HDP’li ve Ak Parti’li domates seçerken kavgaya başladı, Türk-Kürk kavgasına döndü diye bildiğimiz bir olay da yok.
Yaşananların bir kısmı benim kanaatime göre bu farklılıklar üzerinden ama din ama mezhep ama etnik… Tarihimizde yaşadığımız her şey güncelden geriye doğru gidersek Madımak’ından 6-7 Eylül’ünden 1915’inden her şey sade vatandaşlardan ve gündelik hayattan başlamış bir gerilim ve çatışma değildir. Hep egemenlerin ve devlet güçlerinin manipüle ettiği meselelerdir.
Dolayısıyla Türk insanını burada Kürtlerle birlikte yaşayıp yaşamamak gibi bir derdi yok. Ama bu seçime özel bir durum var, Kürtlerin bir partisi var. Beğenin- beğenmeyin, Selahattin beye öyle deyin-böyle deyin. Ama herkes şunu hissediyordur ki; Kürtler olmadan yeni bir hayat, tıpkı laikler olmadan, dindarlar üzerinden yeni bir Türkiye inşa edilemeyecekse hem dindarlar hem Türkler hem laikler kavramalılar ki kavradıklarını da sanıyorum. Kürtler olmadan da yeni bir Türkiye inşa edilemez. Bunun yolu nedir; siyasettir. Bunu yolu siyaset zemini üzerinde birbirimizi ihtiyaç ve taleplerini dinlemek ve konuşmak birbirimizi ikna etmek ve uzlaşmalar üretmektir dolayısıyla parlamentodur.
Eğer parlamentoda Kürtler olmadan sadece bir kimliğin ihtiyaç talep ve duyguları üzerinden dünyanın teoriye en uygun anayasasını da yazmış olsak, pratik olarak geçerli olamayacağını hissediyor biliyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin temel meselesi bugün en azından karşı karşıya olduğu beka meselesi yeniden bir arada hayatın ortak kurallarını kurmak, inşa etmek meselesidir.
Bu da dindarlar olmadan da, laikler olmadan da yapılamaz. Sözünü ettiğim üç coğrafya bir arada olmadan yapılamaz. Bu nedenle de AK Parti ve MHP ittifakının yaptığı en stratejik ve en tehlikeli saldırganlık HDP’yi baraj altında bıraktırmaya çalışmaktır. HDP’yi baraj altında bırakabilirler ve sayısal olarak da öyle bir avantaj sağlarlar ve sadece seçim matematiğinin ürettiği bir avantaj olarak 60-70 milletvekili alarak ülke yönetilemez. Pratik olarak mümkün değil. O nedenle HDP’nin şu ya da bu biçimde barajı geçmesi mutlaka şarttır. Bana da soruyorsanız geçecek. Sadece gençlerden veya Türklerden aldığı destekle değil. Türkler içindeki değişimlerden dolayı da geçecek.
Seçim güvenliği son derce kritik tabii ki. Şunun altını çizmem lazım bir seçim güvenli ya da oyumuza sahip çıkalım derken hep sandığa giren oyun sayımıyla meşgul kamuoyu. Hâlbuki asıl kritik olan şey o oyun sandığa girene kadar ki süreçteki kanaatlerin nasıl oluştuğu yani seçim sürecinin adil eşitlikçi, özgürlükçü biçimde çalışıp çalışamadığı ve seçmen dediğimiz insanların ve her birimizin kısıtlamalar olmadan durup dinleyip dinleyemediğimiz. Ki kanaat oluşturabilelim.
Burada Türkiye’nin demokrasi krizi içinden geçtiğini dikkate alırsak eşit-adil bir seçim ortamından söz edemeyiz. Tek başına sandıktaki oyu saymak meselesi değil mesele. Benim gözlediğim şudur: Bu sözünü ettiğimiz üç kutup arasında insanlar bir yandan kutuplaşmanın ruhi ve zihni engelleri içine hapsoluyorlar. Ama bir yandan da kuraklık iklim değişikliği meselesinde olduğu gibi hayatta o gerilimi hissediyorlar. Ve şunu da altını çizmemiz lazım. Sekülerler ya da kıyılar dediğimiz küme aynı zamanda ülkenin entelektüel gücü. Onlar olmadan hem ülkedeki hayatı yeniden inşa etmek hem de kalitesini yükseltmek ve iyileştirmek de mümkün değil. Sorun şu ki, o kesimde bizim bir zamanlar isimlendirdiğimiz haliyle söyleyeyim; endişeli modernler, korkuları nedenleriyle hayatın dışında duruyorlardı. O kesimde birçok hareketin ihtiyaçlarını anlayalım dinleyelim çabası ve bu çaba değerli çünkü böyle bir zihni dönüşüm gerçekleştirilebilirse bu cenahta yeni bir siyaset örülebilirse samimiyetle inanıyorum ki bu ülkede hayat değişecektir. Endişeli modernler dediğimiz kesimde bir değişime ihtiyacımız var. Demokrasiyi içselleştirmeleri ve bunun bayraktarlığını militanlığını yapmaları lazım. Yeni orta sınıf meselesinde söylediğim gibi önce demokrat olmaları lazım. (TS/EKN)