Adalet Bakanlığı tarafından 6 Temmuz'da, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na (HSYK) "Adli Yargı Unvanlı Hakim ve Cumhuriyet Savcıları Hakkındaki Kararname" ile "İdari Hakim ve Savcılarına Ait Kararname" Taslakları sunuldu.
Her iki taslağın görüşülmesi sırasında, Kurul'un doğal üyesi olan Adalet Bakanı ve Müsteşarı ile Kurul'un diğer seçilmiş ve atanmış beş üyesi (üç Yargıtay ve iki Danıştay) arasında "tartışmalar" yaşandı.
Kamuoyunun da yakından takip ettiği bu tartışmalar özellikle Ergenekon Davasını/Soruşturmasını yürüten hakim ve savcıların atanması ve Kurul'un Yargıtay kökenli üyesi Ali Suat Ertosun ismi üzerinden yürütüldü.
HSYK'nin beş üyesi ile hükümet (Adalet Bakanı ve Müsteşarı) arasında yapılan pazarlık sonucu oluşan geçici mutabakat sonucunda, 27 Temmuz'da, kararnamelerin kalan kısmı yayınlandı ve Kurul çalışmalarını tamamladı.
Kriz bitmedi, en iyimser tabirle ancak bir sonraki kararname dönemine kadar ertelendi. Kriz, HSYK'nin yapısında ve işleyinde kapsamlı değişiklikler yapılmadan, savcı ve hakimlerin örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller kaldırılmadan, hakim alt kültüründe bir dönüşüm yaşanmadan ve daha da önemlisi adil bir yargı sistemi kurulmadan bitmeyecek.
Kurul'un çalışmalarını tamamlanmasına rağmen karşılıklı açıklama ve suçlamaların sürmesi de bunu gösteriyor.
Tanık olduğumuz, "adalet"i sağlamayı kendine dert etmeyen, sadece yargıya egemen olma amacını taşıyan hükümet ile yargı eliti arasındaki bir iktidar mücadelesiydi.
Taraflar açıklamalarında her ne kadar krizi doğuran nedenleri kendileri açısından "ilkesel" olarak nitelendirmişse de sözlü çözümün "pazarlıkla" gelmiş olması bu söylemlerini yalanlamakta.
Diğer taraftan "süren davaya müdahale ettirmeyiz" şeklinde demokrasi ve yargı bağımsızlığının en büyük savunuculuğuna soyunan hükümetin, süren başka davalara nasıl müdahale ettiğini hepimiz biliyoruz.
Yine Ergenekon Davasını/Soruşturmasını sürdüren hakim ve savcılara müdahaleyi, bu hakim ve savcıların İnsan haklarını ve temel hak ve hürriyetleri ihlal etmesi gerekçelerine dayandıranların, kitlesel katliamların altında imzası olan kimseler olduğu gerçeğini de...
Her zaman olduğu gibi kendi "çıkarları" için ama bizim adımıza mücadele etmişler.(!)
Bu hikâye size akıl yoksunu gelebilir. Ama unutmamalısınız ki bu hikaye bu topraklarda her zaman inanan birilerini bulmuştur.
Yakın zamanda da bulmaya devam etmeyeceğine dair iyimser bir düşünceye kapılmak için hiçbir neden de yok.
Tüm bu tartışma süreci boyunca ismi en çok tartışılan ve daha önceki faaliyetleri mercek altına alınan kişi Ali Suat Ertosun oldu.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi önemli ve saygın bir makama yakışmadığı, bu makam için gerekli hiçbir yeterliliğe sahip olmadığı söylendi ve yazıldı.
Bunların tamamına katılmakla birlikte, bu söz ve yazı sahipleri, suçlamalarına dayanak aldıkları olayları, vaktinde alkışlamaktan yorulduklarını nedense unuttular.
Yine bu olayların, bu zat'ın bugün işgal ettiği makama getirilmesinin tek gerekçesi olduğunu da...
Suçlama ve iddialara konu yapılan olayları "dün" alkışlayanlar, "bugün" katil diye bağırıyorlardı.
Demek ki tarafların en büyük on Türk devlet büyüğü arasında sayacakları zat-ı muhterem tarafından söylenmiş o veciz söz hâlâ siyasetin temel kodu olmayı sürdürüyor:
"Dün dündür, bugün bugündür."
Ali Suat Ertosun kendisine yöneltilen iddia ve daha doğru tanımlamayla suçlamalara dün (30 Temmuz) yaptığı basın toplantısıyla cevap verdi.
Ali Suat Ertosun, bu basın toplantısı ile yalan söylemek ve gerçekleri çarpıtmaktaki hüner ve ısrarını bir kez daha gösterdi.
Hem de "Aynı cümle içerisinde üç kere 'terör' lafı edersem karşımdakinin mantığı ve aklı durur, söylediğim sözün üstüne konuşamaz" şeklinde özetlenebilecek ilkel bir sıradanlıkla.
Hem de ülkenin en iyi korunan binalarının birinde olmasına rağmen, etrafa saldırıp duran bir koruma ordusunun oluşturduğu olağan dışılıkla.
Bir foto muhabirini, bastığı deklanşörün sesinden ötürü, kendisine intihar (feda) eylemi yapacak militanla karıştıran korkuyla.
Peki, neydi bu ödüllerin, terfilerin, suçlamaların ve de korkunun kaynağı: 19 Aralık Operasyonu.
19-22 Aralık 2000 tarihi, tüm hakların, devletin bekası için rafa kaldırıldığı bir milattır.
Bu tarihte Türkiye hapishanelerinde tutulan siyasi tutuklu ve hükümlüler devasa bir askeri güç tarafından saldırıya uğradı.
Ülke çapında 20 ayrı hapishaneye aynı anda yapılan operasyonla 28 tutuklu ve hükümlü ile 2 asker hayatını kaybetti, yüzlerce tutuklu ve hükümlü ağır yaralandı.
Bu operasyonu "katliam" kılan sadece bilançosu değil, asıl olarak operasyonda uygulanan vahşet.
Bu vahşet öyle bir noktaya vardı ki insanlar diri diri yakılarak katledildi.
Ahlaksız bir şekilde "Hayata Dönüş" adı verilen operasyon sonrasında sağ kurtulan tutuklu ve hükümlülere onlarca yıl hapis istemine konu davalar ardı ardına açılırken, operasyonu planlayanlar, yönetenler ve bizzat katılanlar hakkında ise soruşturma dahi açılmadı.
Dönemin İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü başta olmak üzere bu operasyonun planlamasında ve icrasında görev alanlar bırakınız yargılanmak, ödüllendirildiler.
Bu kimselerin siyasi ve mesleki kariyer basamaklarında hızlı yükselişleri kelimenin gerçek anlamıyla hukukun bittiği yer oldu.
Bu dönemde Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun ise, ilk olarak Yargıtay üyeliği ile onurlandırılmıştır(!).
2004 yılında, bu kez, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in önerisi üzerine, bu operasyondaki büyük katkısı nedeni ile Bakanlar Kurulu Kararı ve dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in onayı ile Devlet Üstün Hizmet Madalyasıyla ödüllendirildi.
Ali Suat Ertosun'un akıl durduracak nitelikteki hızlı yükselişindeki bir sonraki durak HSYK üyeliği oldu.
Düşünün, operasyondan birinci dereceden sorumlu biri sanık sandalyesi yerine yargının en tepesine çıkarıldı.
Bu operasyonla ilgili; siyasi tutuklu ve hükümlülerin, ailelerinin, demokratik kitle örgütlerinin ve avukatların uzun uğraşları sonucu açtırmayı başardığı davalar bir süre sonra ya beraat ya da zamanaşımı ile "cezasızlık" güvencesine alındı.
Operasyonun planlanmasının ve uygulamasının başında yer alanlardan Ertosun'un, yargılama yapan yargıçların yasaya göre "en yetkili amiri" olduğu bir hukuk sisteminde başkaca bir sonucun alınması zaten mümkün değil.
19-22 Aralık 2000 Operasyonu tek bir merkezden yönetilip aylar öncesinden hazırlanılarak gerçekleştirildi.
Yargılama dosyalarına gelen bilgi ve belgeler göz önüne alındığında Silahlı Kuvvetlerin en tepesinden planlanıp, organize edildi, talimatı Genelkurmay Başkanlığının ilgili Harekât Emri ile verildi.
Yine operasyon İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının oluşturdukları kriz merkezleri tarafından yönetildi.
Ali Suat Ertosun bugün kendini kurtarmak için "Bu karar salt benim kararım değildir. Hükümetin kararıdır, Milli Güvenlik Kurulu'nun kararıdır, öz olarak devletin kararıdır" diyor ve bu gerçeği itiraf ediyor.
Operasyon kararının "devlet" tarafından alınması Ali Suat Ertosun'un savunmasının aksine suçunu ortadan kaldırmıyor, ancak suç ortaklarının da onunla birlikte yargılanması ve cezalandırılması gereğini doğuruyor.
Tarih, vicdan ve adalet, zamanaşımına uğramaksızın, hepimizden bunu bekliyor. (TT/EZÖ)
* Taylan TANAY, Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı