Manşet fotoğrafı:Muhsin Akgün
Tepenin Ardı ve Abluka'nın ardından Emin Alper, üçüncü filmi Kız Kardeşler'de kadın dünyasına ilk kez bu kadar detaylı bir şekilde giriyor. Anneleri öldükten sonra kasabaya besleme olarak gönderilen ve çeşitli sebeplerden dolayı köylerine dönen üç kız kardeşin hikayesine odaklanıyor. Şu sıralar vizyonda olan film özellikle oyunculuklarıyla dikkat çekiyor.
Berlin Film Festivali ana yarışmasında seyirci karşısına çıkan, nisanda İstanbul Film Festivali'nde en iyi film dahil pek çok ödül alan ve son olarak da Saraybosna Film Festivali'nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen Kız Kardeşler filminin yönetmeni Emin Alper bianet'e anlattı.
Aynı zamanda barış imzacısı bir akademisyen olan Alper, kendisine dava açıldığını, Osman Kavala'nın tutuklandığını sette öğrense de "Özellikle Kavala'nın tutuklandığını duyduğumuzda ne kadar alt üst olduğumuzu, ne kadar yıkıldığımızı hatılıyorum. ... Ama devam etmek zorundaydık sete, devam da ettik" diyor ve ekliyor: "O dönem bu filmi çekme iddiası, inancı, çekeceğimize dair kendimizi motive etme isteğimiz bana şahsen güç verdi."
İlk filminde başarılı olmuş bazı yönetmenlerin kaybolduğuna ya da ikinci filminde eşik atlayamadığına şahit oluyoruz bazen. Siz, Tepenin Ardı'ndan sonra Abluka ve son olarak Kız Kardeşler'de her seferinde o eşiği atlayabilen bir yönetmen oldunuz. Disiplin ya da titizlikten mi kaynaklı bu? Nasıl bir çalışma sisteminiz var?
İlk film sonrası yönetmenler için zordur ama ikinci film daha zordur, üçüncü film çok daha zordur. Gerçekten de ilk filmiyle parladıktan sonra kaybolan çok yönetmen var. Dolayısıyla ilk filmi biraz başarılıysa bundan sonra ne olacak diye her yönetmen korkar. Ben de açıkçası biraz korktum, ilk filmim Tepenin Ardı başarılı olunca.
Ama neyse ki iyi gitti diğer filmler de. Bunu özel bir açıklaması yok sanırım. Çok düşünüp taşınıyorum herhalde. Filmin yapımı öncesinde, yaparken üzerine çok düşünüyorum. Film yapmak çok zor, para bulmak çok zor, set aşaması çok zor, hazırlık zor...
Senaryo aşamasında tümüyle ikna olmadan, tümüyle farklı ve ilginç bir şey olacağından emin olmadan galiba girmiyorum, girmemeye çalışıyorum bu işe. Riskli bir projeye ya da iyi mi kötü mü olur ikileminde olan, "kervan yolda düzülür" diyeceğim projelere girmiyorum galiba.
Bir işi ciddi anlamda yapmam için beni motive etmesi lazım. Belki bu sayede bir standart tutturduğumu söyleyebilirm.
Ama tabi bu her zaman tutmaz. Sizin kafanızda tutturduğunuz standartla seyircininki çok iyi örtüşmeyebilir. Bazen siz çok iyi olacağını düşünürsünüz ama hiçbir karşılık bulmaz seyircide. Bu filmde de biraz aslında risk aldığımızı düşündük.
Neden? Neydi riskli olan?
Yapımcılarla uzun uzun konuştuk, ilk iki filmden farklı olması nedeniyle. Konusu itibariyle farklı, kadın dünyasına ilk kez bu kadar detaylı giriyoruz. Çok oyuncu ağırlıklı, çok dialog ağırlıklı bir film.
Bunlar işleyecek mi, seyirci sıkılacak mı, teatral mi bulacak... Çok kapalı mekanda geçiyor çünkü. Sonra yurtdışında nasıl bir algıyla karşılanacak, çok mu yerel bulacaklar, çok fazla spesifik bir konu mu olduğunu düşdünecekler gibi korkular vardı.
Oyunculuklarla ön plana çıkan bir film Kız Kardeşler. Başta üç kız kardeş rollerindeki Cemre Ebuzziya, Ece Yüksel, Helin Kendemir ve Kayhan Açıkgöz... İyi bir ritim tutturmak için çok prova yapıldı mı?
Hem oyuncu seçimi hem de prova dönemi yoğun geçti. Geçen gün Kayhan söyledi, onunla ilk deneme çekimiyle ona "tamam" dediğimiz zaman arasında altı ay geçmiş. Bu zaman arasında ben epey düşünmüşüm. Farkında değildim.
İlk anda çok sevmeme rağmen Kayhan'ı çok düşünmüşüm, diğer oyuncuların da netleşmesini beklemişim. Oyuncu seçimi neredeyse bir yıl sürmüş. Bu aşamadan sonra da çok uzun provalar yaptık. Sete girmeden önce bütün temel sahneleri oturttuk. Uzun dialoglu ve monologlu sahnelerin hepsini oturttuk.
"Kavala'nın tutuklandığını öğrendiğimiz gün alt üst olduk"
Sizin de yargılandığınız Barış İçin Akademisyenler davaları, KHK süreçleri neredeyse filmin hazırlık ve çekim süreciyle başa baş gitmiş gibi. Nasıl bir dönemdi sizin için?
Çok can sıkıcı ölçüde paralel gitti diyebilirim. 2017 sonbaharındaydık, mesela benim hiç unutmadığım anlardan biri de sette Osman Kavala'nın tutuklandığını öğrenmemizdi. Hepimiz o gün çok yıkıldık ve demoralize olduk. Sete girdiğimiz zaman KHK korkusu da halen bir taraftan varlığını sürdürüyordu ki üzerine bir de davam açıldı.
Sete girmeden birkaç hafta önce açıldığını öğrendim. Hatta mesajla bildirim oluyordu ya, çekim sırasında "şu ağır cezada şu davanız var" diye mesaj geldi telefonuma.
Yusufeli'nde setteydik. Bütün post-prodüksiyon aşamaları sırasında da davamız sürdü. Berlin Film Festivali'ne gitmeden önce de 2019 Şubatı'ndan bir ay önce ceza kesinleşti. Hükmün açıklanması geri bırakıldı. Şimdi siz söyleyince fark ettim, setle birlikte başlamış dava süreci. Prömiyerden önce de sonlanmış.
"Korkuyla akademiyi sürdürmek daha zordu"
O dönem nasıldı ruh haliniz, hisleriniz? Yani film sürecindeki bir yönetmen için...
Hiç kolay olmadı. Sadece bu da değil, ders vermek de hiç kolay olmadı. KHK'lar başladığı andan itibaren bence en zoru ders vermekti, derslere girmekti. Yani düşünsenize iki hafta sonra okuldan atılabilirsiniz, o motivasyon yoksunluğunda derse giriyorsunuz.
Hatta kendi aramızda çok konuştuk "yarın hiç derse giresim yok" falan diye. Öğrencilerin dönem ortasında hocasız kalması ihtimali de vardı. Bence o korku ve tehdit altında derse girmek, akademiyi sürdürmek daha zordu.
Açıkçası sinemayla uğraşmak biraz bana teselli verdi. Başka bir şeye tutunduğum için. Hoş, film sürecinde de bir sürü zorlukla karşılaştık. Devlet kaynaklı fon alamadık mesela. Fon alamadığımız için özellikle 2017 yazına kadar filmi çekip çekemeyeceğimiz hiçbir zaman belli olmadı.
Sürekli özel bir sermayeden destek aradık. Ancak 2017 yazına doğru belli oldu filmi çekebileceğimiz. Tabi ki bu süreci benden çok daha ağır yaşayanlar oldu. Hatta biz biraz daha şanslı bir kesimiz. Ben ne KHK'lı oldum ne de ceza aldım, ama bunun psikolojik etkisini hem sinemada hem de akademide çok yoğun bir şekilde yaşadık tabi.
Ama bir taraftan da bu bizim direnme gücümüzü de artırdı. Bu filmi çekme iddiası, inancı, çekeceğimize dair kendimizi motive etme isteğimiz bana şahsen güç verdi.
Ama şunu çok iyi hatılıyorum bir sabah kalkıp Osman Kavala'nın yok yere tutuklandığını duyduğumuzda ne kadar alt üst olduğumuzu, ne kadar yıkıldığımızı... Ama devam etmek zorundaydık sete, devam da ettik.
"Hakimler, savcılar bizim bir tür yaratık olduğumuzu düşünüyorlar"
BAK davasındaki beyanınızda çocukluk, lise yıllarında okulda öğretilen resmi tarihin de desteğiyle "genç bir milliyetçi"den üniversite dönemiyle birlikte yaşadığınız kırılmaya geçişinizden söz etmiştiniz. Acaba beyanlar, savunmalar yerine mahkemeye filmlerinizi sunsanız nasıl olurdu?
Onu bilmiyorum tabi ama beyanı da aslında biraz bu niyetle yazmıştım. Hakimler, savcılar bizim bir tür yaratık olduğumuzu düşünüyorlar. Hain, öteki, kökü dışarda, yabancılaşmış enteller vs... Nasıl canlandırdıklarını tam bilmiyorum ama biz onların gözünde bir tür öcü, ucube yaratıklarız.
Aynı topraklada büyüdüğümüzü, aynı yollardan geçtiğimizi ama yıllar sonra belli kırılmalar yaşadıktan sonra bu noktaya geldiğimizi bilsinler istedim. Öyle bir motivasyonla yazdım beyanımı.
Cihangir'de doğmadık yani biz. Kafalarında böyle şeyler var çünkü. Cihangir'de annemiz babamız boğaza bakarak viski içmiyordu. Biz de taşradan geldik. Onlar hep "yerli ve milli" kalıyor ya, bizim gibi "yerli ve milli" olmayanlar nereden geldi onu da bilsinler istedim.
Film ağlayan bir kız çocuğu sahnesiyle başlasa da sonunda neşe, gülme anına şahit oluyor izleyen. İlk anda çok mu trajik bir şeyle karşılaşacağız diyor insan ama tam da hayatın kendisi gibi hem trajik hem de komik anlar...
Hikayeyi ilk yazdığım zaman özel olarak mizahi olması için büyük bir çabam olmadı açıkçası. İki karakter; hem baba hem de Veysel karakteri kendiliğinden bir mizah getirdi hikayenin içine.
Daha sonra geri dönüp baktığımda bu mizahtan hoşlandım ve filmin ağır melankolik havasını dengeleyecek bir unsur olduğunu düşünüp bunun biraz daha üzerine gittim. Final en başından beri belliydi, ilk yazdığım sahnelerden biri finaldi.
Finalden çok hoşlandım. Ve bu sahne tek başına yalnız kalmasın diye başlardaki mizahı da biraz daha güçlendirdim. Öyle de bir denge tutturmaya çalıştım.
Köy yaşantısında da tıpkı hayatımızın her yanında olduğu gibi komik, trajikomik şeyler oluyor. Yer yer kara mizaha varan şeyler oluyor, ben de onları mümkün olduğu kadar sinemaya yansıtmaya çalıştım.
"Filmin 'me too' hareketine denk gelmesi biraz korkuttu"
Çocuk istismarı, cinsiyet eşitliği, kadın meseleleri, kadın hikayeleri gündemin en başat konuları arasında. Bir kadın hikayesinden çok, bir besleme hikayesi mi yazmaktı niyetiniz?
Evet niyetim bir besleme hikayesi yapmaktı, bu benim kafamda çok uzun süredir vardı. Hikayenin ana hatları ortaya çıkmamış olsa da neredeyse 10 yıldır kafamda taşıdığım bir tasarıydı.
Gündemden çok bağımsız şekillenmişti yani kafamda. Hatta gündemin bu kadar yoğun olması, "me too" hareketine denk gelmesi beni biraz da korkuttu aslında, cesaretlendirmek yerine. Bir falso, bir açık olmasın diye üzerimde de bir baskı yarattı.
"Gönüllü köleliği resmetmek çok daha derin ve katmanlı"
Üç kız kardeş çoğu zaman güçlü karakterler olarak çıkıyor karşımıza. Reyhan'ın cinselliğe bakışı, Nurhan'ın dik başlılığı ve Havva'nın daha aklıselim olması gibi... Bu haliyle biraz da umut veren bir yapısı var filmin diyebilir miyiz?
Açıkçası bunun için üzerine çok düşünmedim. Daha çok ilham aldığım karakterler, benim tanıdığım bildiğim karakterlerle bir şekilde bağlantısı vardı filmdeki karakterlerin. Ben de genelde taşradaki kadınların böyle olduğunu düşünüyorum.
Baskı da olsa, köyde yaşayan kadınların çok ciddi şekilde direngen bir taraflarının olduğunu da biliyorum, gözlemliyorum. Özellikle güçlü kadınlar yaratayım diye düşünmedim hiç. Kendiliğinden öyle çıktı.
Reyhan'ın hikayesi söz konusu olduğunda biraz da korkuyordum. Reyhan'ın bilerek, iradi olarak besleme gittiği evin erkeğiyle birlikte olmasının sorunlu olduğunu söyleyen bir eleştirmen oldu, "burada bir istismar hikayesi değil de bilerek adamla birlikte olduğunu göstermek sorunlu" diye bir yorum yaptı.
Evet, istismar çok ciddi bir gerçek ama konuyu bu şekilde işleseydim bu film için çok klişe olurdu. Bence aslında iradi olanı göstermek, sömürünün, istismarın çok daha derinden işlediğini işaret ediyor.
Reyhan'ın son geldiği noktaya bakacak olursak, kendisinin evin hanımı gibi hissetmesi, bunun belki de hissettirilmesi, kendini bununla özdeşleştirerek evin erkeğiyle ilişki kurması ve en sonunda geldiği yerin hatırlatılması daha ciddi bir sömürü aslında.
Kölelikten ziyade gönüllü köleliği resmetmenin çok daha derin ve katmanlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Kendisinin sömürüldüğünü fark etmeden sömürülme hali. Bunu ancak en sonunda anlamış Reyhan.
Burada bir de "köyün delisi" Hatice de önemli bir karakter. Onun gücü de özgürlüğünden geliyor diyebilir miyiz?
Evet böyle bir yorum güzel olurdu. Kaldığı köyde kendi kendini mutlu etme yöntemini keşfetmiş tek karakter belki de o. Kimseye bağlı değil. Kapıları çalarak kendisine arkadaş arıyor. Bulamadığı zaman da taklalar atarak kendini eğlendiriyor.
Kızlar tek kurtuluşu başka bir eve besleme olarak gitmekte görüyor. Bu nedenle aralarında hem bir rekabet hem de o köyden gidememenin verdiği çıkışsızlık var. Peki neden hep aynı evde kurtuluşu arıyorlar?
Kızların arasındaki rekabet hikayesindeki tabi en temel referans kardeşler arasındaki ilişkiydi. Her kardeşi olan insan bilir ki kardeşler arasında hem kıyasıya bir rekabet vardır, aynı zamanda da çok yoğun bir şefkat de at başı gider.
Aynı eve gitmeye çalışmalarının ise esprisi, kompakt hale getirmesiydi hikayeyi. Necati ve ailesi tek başına hem patriarkayı hem de hakim sınıfı temsil etmesiyle hikayenin temel yörüngesini oluşturuyor aslında.
Birisi gitmiş dönmüş, biri yeni dönmüş, diğeri de aynı eve gitmeye çalışıyor. Hem acıklı ve melankolik bir tarafı var hem de bütün okları sembolik düzeyde tek bir aileye, kurtarıcı aileye bağlaması açısından hikayeyi derleyip toparlıyor. Neriman ve Necati ailesi bir tür kurtarıcı olarak uzakta duruyor onlar için.
"'Taşra filmi' meselesinin abartıldığını düşünüyorum"
Son zamanlarda taşra filmleri yükselişte deniliyor. Kız Kardeşler köyde geçen bir film, Tepenin Ardı da benzer bir coğrafyada geçiyordu. "Taşra filmi" yapmaktan öte siz o coğrafyayı mı kullanıyorsunuz?
Bana Tepenin Ardı da taşra filmi gibi gelmiyor. İlk filmdeki derdim taşra falan değil, coğrafyaydı. Orası bir vadi, köy değil. Bir vadide geçiyor, o filme "bir taşra filmi" denmesini yadırgarım. Kız Kardeşler için biraz daha söylenebilir belki, köyde geçtiği için.
Benim için böyle bir kategori yok; taşra filmi, kent filmi, köy filmi diye. Fimin hikayesi nerede geçmesi icap ediyorsa orada geçer. Benim için önemli olan mesele, hikayedir. Bu kadar.
Bu taşra meselesi o kadar konuşuldu ki, ayrıca abartıldığını da düşünüyorum. Hatta zamanım olursa oturup son iki, üç senede festivallerde gösterilmiş filmlerin istatistiğini çıkaracağım, kaçı taşrada kaçı şehirde geçmiş diye.
Herkes bunu konuşuyor, eleştirmenler de bunu söylüyor, biri de çıkıp böyle bir istatistik çıkarmıyor. Gerçeklerle algı acaba örtüşüyor mu?
Bu algı biraz da şundan kaynaklı galiba, son yıllarda başarılı fimler, mesela Semih Kaplanoğlu'nun üçlemesi, Nuri Bilge Ceylan'ın bütün filmleri taşrada geçiyor. Bence fazla taşra filmlerinin üretilmesinden değil, taşra filmlerinin biraz daha diğerlerine göre ön plana çıkmasından kaynaklı bu algı. (AÖ)