12 Kasım, Sabah Saatleri
Odama giren gün ışığı artık kalkmam gerektiğini söylüyor. Ama ne mümkün. Sanki otuz katlı bir apartmanın tepesinden atılmışım da yerdeki asfalt betona çakılmış gibiyim. Yastığımın altındaki cep telefonumun saatine bakacak takatim yok. Yatağa gömülmüşüm. Kazıp küreyerek ancak çıkarabilirler beni bu yataktan.
Ama kalkmam gerek. Çünkü yattıkça "hasta rolü" üzerime yapışıyor. Rol yapıştıkça insan kendisini daha hasta hissediyor. Döngü fasit daire...
Gerçekten de bir hekim olarak takip ettiğim hastalarda ilk dikkat ettiğim konu günün ne kadarını yatakta geçirdikleri olur hep. Teknolojinin akıllı cihazları ve sofistike laboratuvar ölçümlerinden daha kritik ve hastalığın ağırlığını gösteren daha değerli bir ölçüttür benim gözümde "yatakta geçirilen zaman".
Ama gelin görün ki kalkmak ne mümkün. Hani bazen kendinizi binlerce ton ağırlıkta hissedersiniz ve o ağırlıkla yatağa gömülmüşsünüzdür ya o haldeyim.
Kalkmalıyım, ayaklarıma can suyunu iletmeliyim. Canım hiç istemiyor olsa dahi kahvaltımı yapmalıyım. Mutfağın torpil niyetiyle gönderdiği ikinci yumurtayı da yemeliyim. Az sonra vizite gelecek meslektaşlarımı biraz olsun rahatlatmalıyım.
Öyle ya bu dünyada en zor durum, bir hekimin başka bir hekimi takip etmesidir. Çünkü herkes bilir ki sağlık çalışanlarında işler hemen daima ters gider. Sakınan göze çöp batar. Olmayacak gariplikler mutlaka olur. Aramızda bu lanetin adı bile vardır: Beyaz Önlük Fenomeni.
12 Kasım, 10.40
Oldukça mesaj birikmiş telefonumda. Sağ olsun dostlar, yalnız hissettirmiyorlar. Arada hasta mesajları da var "Hastaneden ulaşamadık size, zatürre aşısı yaptırmalı mıyım?" ya da "PCR pozitifim, ilaç da alıyorum ama ateşim devam ediyor" ya da "Tedavim bitti, ne zaman test yaptırmalıyım tekrar?" diye.
Ve elbette hemen hiç susmayan telefon...
Telefonu kapatmıyorum, haber almak istediğim insanlar var. Ama panik içerisinde arayan hastalar da var. İstanbul COVID işgali altında. Onlarca hastam "Ben de COVID'im diye arıyor". Çoğunu "Merak etmeyin, ben de" diyerek sakinleştirmeye çalışıyorum.
Ne de olsa İstanbul'da COVID olmamak çok zor.
Hekimlik, hasta olunca dahi bitmeyen bir varoluş bu memlekette. Ama ödülü de yok değil. Dün bir hastamın yakını ses verdi telefondan –yaşı epey geçkin-: "Oğlumun rahatsızlığıyla ilgilenmiştiniz zatıaliniz hasta olmadan önce. Şimdi sıra bizde, siz nasıl oldunuz? Yapabileceğimiz bir katkı var mı?"
Dönüşen sağlık ortamında bu özeni, birbirimize ihtimamı, tanışık olmayı, hâl hatır sormayı, hasta olanı yoklamayı yitirdik sanırım. Artık her şey tetkik, reçete, ilaç ve elbette fatura.
12 Kasım, 20.30
Beni ve servisteki diğer 13 hastayı daha takip eden iki hekim arkadaşım akşam vizitine geldiler. Sabah 09:00 gibi başlayan mesaileri 20:30 itibariyle hâlâ sürüyor.
Dün gece hastaneden 22:00 gibi ayrılabilmişlerdi zaten. Sabah 9 gibi gene burada olacaklar. Unutmadan evde de eş, sevgili, çocuk falan bekliyor onları elbette.
Ama hasta çok, hastalık ağır, bürokrasi tavan... Dahası benim örneğimde yaşandığı gibi, hekimler teker teker hastalanıyor ve geride kalanların omuzlarındaki yük inanılmaz artıyor. Sağlık hizmeti alarm veriyor.
Tüm bu sorunlar yetmezmiş gibi dünyanın kullandığı ilaçların kimisine ulaşmak zor, kimisine ise ne mümkün. Vizitlerde kendim(iz)den çok bu sorunları konuşuyoruz. Zaten memlekette hekimlik yapmanın en büyük sorunu bu.
Tıbbi değildir çoğu zaman dertlerimiz. Sosyal Güvenlik Kurumu'nun sürekli değişen uygulamaları, özel sağlık sigortalarının "gözünün üstünde kaş var" deyip istenen tetkike onay vermemesi, tıp eğitiminin yakınından uzağından geçmemiş bir bürokratın durumdan vazife çıkarıp "şu ilacı şu uzmanlık alanları yazamaz" falan demesidir bizim asıl sorunlarımız.
Üstüne üstlük (hele ki özel) hastanelerde tıbbi sekreter istihdam edilmediği için gerekli tetkikleri istemek, kan talep etmek, çekilecek grafiyi sisteme girmek gibi hekimlikle alâkası olmayan işleri de hekimler yapar ve dolayısıyla gerçek ya da sanal formları doldurmaktan hekimlik yapmaya hiç zaman kalmaz.
Oysa herkes kendi işini yapsa ve hekimler de tıbbi sekreterlikten azade olsa ve hekimlere, hastanın derdiyle meşgul olmaya çok daha fazla zaman kalsa. Tıbbi sekreterler de istihdam edilse, işsizlik bir tık da olsa azalsa... Ama her şey maliyet (hele ki özel hastanelerde)!
İlaç yok
Neyse uzatmayayım... Damarlarımda dolaşan ağrı kesicinin şifa veren etkisiyle hastalığımın yarattığı sorunları hızlı geçtik ve lafladık servisteki diğer hastaların durumları hakkında. Servis ağzına kadar dolu ve en hafif hasta benim.
Laflarken öğrendim ki; Sağlık Bakanlığı, hastanenin talep ettiği ve dünyanın pek çok ülkesinin ağır hastalarda kullandığı Remdesivir isimli ilacı için "elimizde yok" demiş. Şimdi iki hekim de kara kara düşünüyorlar "ne yapacağız" diye.
Hastaların ihtiyacı var ama Bakanlık "ilaç yok" diyor. Alternatif karaborsa, o da cep yakıyor. Nasıl dersin hastaya; günlüğü üç dört bin liralık bir tedavi var ve tedavi beş 10 gün sürüyor, biz de senin için düşünüyoruz bu tedaviyi ama Bakanlık "elimde bu ilaç yok" diyor, karaborsadan temin edebilir misin ilacı diye?
Kim ödeyebilir bu parayı bir çırpıda? Ama öte yandan 30-40 bin lira ile ölçülür mü bir insanın yaşamı? Hem neden Türkiye bu ilacı Hindistan, İsrail, Özbekistan, Pakistan gibi ucuza üret(tir)mez? Elbette herkes için değil, sadece ihtiyacı olan hastalar için ilacın kullanım şartlarını belirlemez?
Diyeceksiniz ki, şu pandemide neremiz doğru ki! Amenna... Yüzler asık, hava gergin, ortam kasvetli, saat 21:00. Bende ağrılar hafiften başladı. Gece uzun olacak anlaşılan. Herkes için...
13 Kasım, 06.40
Elektrikli bir testere alnımın ortasından önce derimi, sonra deri altımı kesti ve şimdi gürültülü biçimde tüm gücüyle alın kemiğimi parçalamaya çalışıyor. Pek muhtemelen kafamın öte yarısından çıkacak az sonra.
Yok vazgeçti, durdu testere. Şimdi bir balonu şişirir gibi kafamın içerisine hava üfleniyor. Üflendikçe kafam şişiyor, genişliyor. O genleştikçe konsantre olma yeteneğim azalıyor. Kulaklarım şişen balonun hava kaçıran sibobu gibi ötüyor.
Bedenim tümüyle bir top gibi olmuş yatağın içerisinde. Elim boğazımda, yutkunmanın verdiği acıyı gırtlağımı ovalayarak azaltmaya çalışıyor.
Çocukluktan beri her ateşli hastalıkta nedense ağrıyan belim manzaraya tüy dikmeye kalkışmış durumda.
Evdeki virüs ve ataerki
Hayal mi, rüya mı ayırt edemediğim bir flulukta eve geldiğimi ve kapının açık olduğunu fark ediyorum. Evde birisi var, kaygılanıyorum ona bir şey yapmış mı diye.
Kim?
Kim sorusunun yanıtı net değil, bir "şey" ona kötülük yapmış olabilir. Kızıyorum neden kapıyı açık bıraktın, ya girdiyse diye. Oysa maskeyi hiç çıkarmamıştım ki.
Evet, o "şey"in virüs olduğu hissi var ve kötü bir şey yapmış olabilir evdekine. Dört bir tarafı dolanıyorum evin. Bakıyorum nerede saklanıyor diye. Kapı açık hâlâ, çıkıp kaçabilsin diye.
Bir küçük kapıyı açıyorum, içeriden odanın boyundan daha uzun bir kadın çıkıyor. Nasıl girdi ki oraya?
"Ne geziyorsun burada, kaybol" diyorum sertçe.
"Üst kat komşunuzun kızıyım, yabancı değilim" diyor ve hızla evin açık kapısından çıkıyor, gözlerimi dünyaya açarken.
Hayal mi, rüya mı ayırt edemediğim bir geçişkenlikte virüsü kadın olarak görmemin ataerkil kodlarımla ilişkisi geliyor aklıma hemen.
Pandora düşüyor usuma. Bilinç dışım hangi oyunları bana oynuyor diye düşünüyorum. Derimizin hemen altında, tenimizin içinde, içerde bir yerlerde patriyarkanın gizlendiğini ve en ufak fırsatta zehrini saldığını fark ediyorum.
Annem de
Yeniden dalıyorum Hypnos'un koynuna. Belirsiz bir süre sonra çalan telefonum uyandırıyor beni. Telefonda iyi bir ses, ama ya söyledikleri! Dinliyorum ve sadece "Hayır, bu kadarı da olamaz" diyorum: Annem PCR+
Her türlü zorluğa bu olmasın diye katlanmıştım. Oda kiralamış, eve uğramamış, annemi aylardır dışarı çıkarmamıştım. İşimde devamlı maske ile dolaşmış, COVID servis sorumlusu olmadığım dönemde dahi eve geldiğimde hep mesafemi korumuştum. Tek amacım ona virüsü taşımamaktı.
Olmadı: Annemin PCR test sonucu pozitif!
Bu ülkedeki onlarca anne ve babanın yaşadığı gibi ben de çalıştığım için eve getirdiğim virüsten hastalandı annem. Tıpkı diğer anne ve babalar gibi, annemin de evde onca ay hapis olmasının hiçbir koruyuculuğu olmadı. Zaten 65 yaş üstü kişileri eve hapseden bizden başka ülke yok ki.
13 Kasım, 19.00
Rüzgâr gibi geçti bugün. COVID servisindeki bir odada çaresizce beklerken bir dostluk hareketi aldı annemi evden, muayenesini ve kan tetkiklerini yaptı, filmini çekti, tedavisini düzenledi. Hatırlarsanız hastalandığım gün demiştim "dışarıda insanın arkasını toplayacak bir kişi, sığınılacak bir liman olması başkadır" diye.
Devletin, "ne haliniz varsa görün" diyerek SARS-CoV-2'ye adeta hepimizi kurban ettiği bir ortamda kol kanat gerdi anneme dostlarım.
Tetkikler sürerken hızla çalıştı hekimler arası telefon ve mesaj trafiği. İstanbul'da yatak arandı bir hekim annesi için. Devlet hastanelerindeki dostlarım "Dışarıda bırakmayız ama balık istifiyiz" dediler, "Yine de bulamazsan alırız mutlaka" diye ekleyerek. Özeldeki dostlarım dört bir koldan taradılar koca İstanbul'un özel hastane yataklarını.
Ve biz anneme, Sağlık Bakanlığı COVID resmi verileri yatak doluluk oranının Türkiye genelinde yüzde 53,5 olduğunu açıkladığı gün koca İstanbul'da sadece birkaç yatağı zor güç bulabildik.
Neyse ki, annemin tetkikleri evde tedavinin uygun olduğuna işaret etti. Ben de baş, bel ve boğaz ağrımı yanıma azık edip, onun tedavisini evde verebilmek ve ona kol kanat germek için ayrıldım hastaneden mecburen. Bulduğumuz birkaç yatağı da durumu daha ağır hastalara bırakarak döndük eve. Hastalığın kritik günleri olan yedinci ve sekizinci günleri evde karşılayacağız mecburen.
Bildiğim, okuduğum ve bellediğim bir hakikati COVID vesilesi ile bir kez daha deneyimledim: Hastalıklar tıbbi bir sorun değildir sadece. Sosyal, ekonomik ve toplumsal koşullar belirleyicidir hastalıkta.
Ve devletler, yalan söyler her dilde ama özellikle Türkçe.
Kalın sağlıcakla...
Not: Hastalığımı bilmeyen tanıdıklarımı gereksiz yere paniğe sevk etmemek için isimsiz yazılmıştır.
(DŞ/NÖ)
KORONA GÜNLÜĞÜM 1- "Bekliyoruz, ilaç başlayacağız, Covid pozitifsin"