* Fotoğraflar: Türkiye, Rusya ve Macaristan Onur Yürüyüşleri. Kaynaklar: Staticflickr, wikimedia.
Türkiyeli LGBTİ+'lara yönelik hakaretamiz söylemler son dönemlerde devlet yetkilileri tarafından dahi dile getiriliyor. Öyle ki, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, kadınlara yönelik bir küfürü anımsatır şekilde "LGBT çocukları" diye meydanlardan bağırıyor.
Şarkıcı Gülşen'in önce tutuklanma, ardından ev hapsi alma nedenlerinden biri kamuoyunda da çokça tartışıldığı üzere LGBTİ+'lara verdiği destek.
Çok değil, 10 yıl öncesine kadar İstanbul'da binlerin katıldığı Onur Yürüyüşlerine tanıklık etmişken şimdi aynı günde 373 LGBTİ+'nın gözaltına alındığı Onur Yürüyüşlerine tanıklık ediyoruz.
Televizyonlarda LGBTİ+ karakterlere yer verilmesini bırakın, iması bile RTÜK incelemesine takılabiliyor.
LGBTİ+'lara yönelik nefret söylemlerini, Türkiye'nin izlediği politikaları ve diğer ülkelerdeki LGBTİ+ karşıtı politikaları akademisyen ve yazar Sinan Birdal'la konuştuk.
Son dönemlerde toplumda gittikçe artan LGBTİ+ karşıtlığını ve LGBTİ+'lara yönelik nefret söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyaset bilimi literatürünün bize söylediği bir şey var: Özellikle ekonomik kriz yaşandığı ve rejim krizlerinin hüküm sürdüğü anlarda bu söylemlerin tonu artıyor. Bu dönemlerde hükümetler, siyasetçiler, iktidarı elinde tutanlar fobik söylemlere sarılıyorlar. Her toplumda halihazırda belirli düzeyde bir homofobi, transfobi, LGBTİ+ fobi var. Ama bu, sosyal homofobi ve siyasi homofobiden farklı. Sosyal homofobi toplumsal ilişkilerde, gündelik ilişkilerde yüzeye çıkıyor ve toplumsal ideolojiden besleniyor. Bunu siyasi homofobiden ayırt etmemiz lazım. Çünkü siyasi homofobi özellikle bir devletin, iktidarını elinde tutma çabasıyla, homofobiyi siyasallaştırması olarak karşımıza çıkıyor.
Devlet krizi ve erkeklik performansı
İktidarı sarsılmış olan hükümetler, erkeklik performansıyla hakim imajını korumaya, tazelemeye çalışıyorlar. Ki bu genelde hegemonik erkeklik modelini baz alan bir imaj oluyor. Devletler, bu imaj üzerinden iktidarlarının sağlamlığını, istikrarını, gerekliliğini kanıtlamaya çalışan bir diskur oluşturuyorlar. Soylu'nun söylemleri de buna işaret ediyor. Aslında rahatlıkla diyebiliriz ki, konunun LGBTİ+'larla bir ilgisi yok. Konunun devleti yönetme kriziyle ilgisi var. Tabii diğer yandan da, LGBTİ+ hareketleri ne zaman güçlenirse, bu söylem ve argümanların da sertliğinin ve devlet yetkililerinin saldırganlığının da arttığını görüyoruz.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun "LGBT çocukları" ifadesini ve her geçen gün yeni bir LGBTİ+ karşıtı söylemle gündeme gelmesini nasıl görmeliyiz?
Süleyman Soylu şu anda Sedat Peker'in ifşalarıyla da hayli sıkışmış durumda. Her geçen gün ismi suça karışan insanlarla yeni bir fotoğrafı çıkıyor. Ve bu suçlular genelde ya ceza alıyor ya da haklarında soruşturma başlatılıyor. İfşalar, Soylu'yu hem sağdan hem de soldan zorluyor. Bu tartışmalara Ümit Özdağ da dahil oluyor, Kemal Kılıçdaroğlu da. Soylu şu an tüm siyasi yelpazedeki figürlerin hedefinde ve açıkçası iktidar kompozisyonunda en fazla sallanan dişlerden. Dolayısıyla, LGBTİ+'lara yönelik söylemleri, hâlâ iktidarda payı olduğunu ve söz hakkı olduğunu gösterebileceği bir fırsat onun için.
Siz Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin 1990'lardaki tanıklarından biri de olarak o dönemdeki ve bugünkü saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İki döneme baktığımızda şiddetin nasıl örgütlendiği konusunda değişim olduğunu görüyoruz. 1990'lardaki en büyük mesele, o dönem Beyoğlu'nun mutenalaştırılmasıydı. Bu mutenalaştırma politikaları için özellikle transları hedef olarak seçildiler. Başkaları da hedefti tabii. Örneğin "tinerci çocuklar", sokakta yaşayan insanlar ve kapkaççılar. Literatürde "ahlâki panik" dediğimiz durum yaşanıyordu aslında 90'larda. Koca bir 10 yıl sürdü zaten 90'lar. Bir geçiş dönemiydi ve 12 Eylül Darbesi'nden sonra toplumsal muhalefet kendine yeni bir yol çizmeye çalışıyordu.
Anavatan Partisi (ANAP) iktidarının bittiği, Kürtlerin temsilcilerinin parlamentoya girdiği, Türkiye sosyalist hareketinin yeniden örgütlendiği bir dönemdi. Evet Kürt sorununda şiddetin giderek yükseldiği bir çatışma dönemiydi. Ama silahlı çatışma ortamına rağmen toplumsal muhalefetin sivil alanı genişletmeye çalıştığını da görüyorduk. LGBTİ+'lara yönelik baskı uygulamaları da bu dönemden hayli farklıydı. Örneğin bu kadar saldırgan ve her sıkıştığında LGBTİ+'ları hedef alan siyasi bir söylem yoktu.
LGBTİ+ hareketi bu dönem olduğu kadar görünür müydü peki?
Değildi elbette. Ancak şu daha önemli bir soru bence: LGBTİ+'ların siyasetteki ağırlıkları nedir? LGBTİ+'ların –en azından benim bildiğim kadarıyla– seçimde bir oy bloğu oluşturma iddiaları yok. Dolayısıyla siyasiler açısından ringdeki bir muhatap olarak görülmeleri ve LGBTİ+'lara bu cepheden bakılması enteresan bir durum. Ve bence çok yeni.
Şimdi neden bu kadar hedef gösteriliyorlar?
Yakın bir tarihte gördük ki Kredi Yurtlar Kurumu'yla ilgili yüz binlerce öğrenci sonuçların açıklanmasını bekledi. Kimi yerleşti, kimi yerleşemedi. Okul harçları arttı. Ekonomik kriz inanılmaz bir seviyeye geldi. 90'lara dönecek olursak: Öğrenciler yemekhane zamlarında dahi sokağa çıkardı ve örneğin Kızılay'a yürürdü. Şimdi bunu tasavvur etmek mümkün mü? Kızılay'da öğrencilerin eylem yaptığını düşünün. Kızılay Meydanı ne hale gelir?
Gezi Direnişi hatırası
Evet 90'larda da polis şiddeti vardı; fakat öğrenciler, işçiler, memurlar anında sokağa çıkıp tepkisini dile getirebiliyordu. Yine kadınlara, LGBTİ+'lara, Kürtlere yönelik saldırılar devam ediyordu ama sokakta ses çıkaran toplumsal aktörler vardı. Sendikaların, emek örgütlerinin varlığına borçluyduk çoğu kazanımımızı. Şu an ise sokağın sesi muazzam bir şekilde bastırılmış durumda. Her türlü baskıya rağmen Onur Ayı'nda sokağa çıkabiliyor LGBTİ+'lar; ama tüm toplumsal muhalefetin hak arama için sokağı kullanabildikleri bir süreçten ayrı işleyen, apayrı bir durumla karşı karşıyayız. Elbette bunda Gezi Direnişi'nin etkisi büyük. Çünkü Gezi'nin hem hak arayışı açısından bizde, hem de iktidarda bir hatırası var.
Siz dünyadaki LGBTİ+ hareketlerini ve devletlerin LGBTİ+ politikalarını da yakından takip ediyorsunuz. Türkiye, LGBTİ+ karşıtı politikalarını hangi ülkeden ilhamla şekillendiriyor?
Dünya genelinde sosyal ve siyasal homofobinin yükseldiğini görüyoruz. Enflasyon gibi ve elbette enflasyonla da alakalı. İçinden geçtiğimiz dönemde en belirleyici şey geçim meselesi, derdi. Ve bu derdin tüm toplumlarda belli bir çatışmayı tetiklediği bir gerçek. "Altta kalanın canı çıksın" söyleminin vücut bulduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemlerde tabii ki toplumların kültürel repertuarında olan tüm fobiler kullanılabilir bir siyasi malzeme haline geliyor. Bunun içine LGBTİ+ fobiyi de, anti-semitizmi de, ırkçılığı da, göçmen karşıtlığını da koyabilirsiniz. Bir bakıyorsunuz İngiltere gibi bir yerde, yeni seçilen başbakanın ilk işlerinden biri, İskoçya'nın trans tanınma yasasına karşı harekete geçmesi oluyor. Bir başbakanın göreve gelir gelmez attığı ilk adım neden transların tanınmasına müdahale etmek olabilir ki? Bu tamamen siyasal bir manipülasyon aracı.
Türkiye ise özel olarak şunu deniyor: Gezi sonrası edindiği diskurla özellikle Polonya'da, Macaristan'da, Rusya'da gördüğümüz homofobiyi, LGBTİ+ fobiyi kopyalıyor. Kendine Doğu Avrupa modelini esas alıyor. Ortadoğu modelinden ziyade bu diskuru seçmesini de jeopolitik bir risk kurarak karşımıza çıkarıyor: "Eşcinselliği Avrupa sardı başımıza". Hatırlayalım, Putin de "Europe değil, Gayropa" diyordu ve argümanları da aynıydı: "Emperyalizmin maşaları, dış güçlerin içimizdeki uzantısı". Bu örneklere paralel olarak Türkiye'de devreye erkeklik ve Türklük de giriyor. İktidar, hegemonik erkeklik ve Türklük'ü "LGBTİ+ tehdidi" üzerinden birbirine sabitlemeye çalışıyor.
Din üzerinden de yapmıyor mu bunu?
Elbette dini söylem ve dini örgütlenme homofobik seferberlikte kullanılıyor. Ancak homofobi dinin ve dinsel örgütlenmenin siyasi bir yorumundan kaynaklanıyor. Nihayetinde dinsel inanç her inanan açısından farklı bir içeriğe sahip. Burada önemli olan dini inancın siyasi homofobi tarağından neden ve nasıl bir silah haline getirildiği sorusu.
Doğu Perinçek etkisi
Türkiye'de anti-LGBTİ+ propaganda aslında İslamcıların iktidara gelmesinde önce başlıyor. "Avrasyacılar" diye bildiğimiz ve Doğu Perinçek'in başını çektiği ekipten bahsediyorum. Sağ bizde genelde dine, dindarlığa da atıfla tartışılıyor. Bu çok eksik bir tartışma. Tabii ki siyaset dini de, milliyetçiliği de, güvenlik ve ekonomik endişeleri de mobilize ediyor.
Ancak hatırlayalım, İstanbul Sözleşmesi'ne karşı ilk kampanyayı, iktidardan önce başlatan yine Doğu Perinçek ekibi oldu. Tıpkı 1995'te ÖDP'ye yönelik saldırıları örgütlediği gibi. İstanbul Sözleşmesi'ni bölücülükle suçladı Perinçek. Sözleşme'de yer alan eşitlik ifadelerinin aslında Türkiye'yi bölmeye yönelik olduğunu söyledi. İşin bir de bu yanı var ve bence bunu asla göz ardı etmemek lazım. Özellikle karşımıza ne çıkacağını bilmediğimiz ve seçimin yaklaştığı bu dönemde...
Sinan Birdal hakkında
|
(TY)