"Almanya'daki göçmen işçilerin etnik kökeniyle, sarımsak arasında kurulan ilişkiyi daha birinci kuşak göçmen Türk işçiler unutmadılar. Onların aileleri bunu ne çabuk unuttu?"
"Mağdur olanı, kırılgan olanı, madun olanı kollamaya ilişkin ne insani ne de kurumsal bir çerçevenin kurulmuyor oluşu, bizi politik olanın altının oyulmasına götürür."
Bayram tatilinde "tatil" yapan göçmenlerin sosyal medyada yayılan videoları gündem oldu. Bir vapurda dans eden göçmenlerin Ada vapurunda olduğu bilgisiyle video yayınlansa da, gerçekte olan bir vapur turu görüntüleri idi. Özellikle erkek göçmenlere yönelen ırkçı dalga, sosyal medyada hızla örgütlendi. "Geri dönsünler, gönderilsinler" çağrılarının yanı sıra, arkaik ırkçı söylemler kabul görme noktasına geldi. "Irkçı değilim ama" savunması ise en kullanışlı söylemlerden biri oldu. Ama'dan sonra gelen ayrımcı söylemler hesaba katılmadı.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Prof. Dr. Eser Köker, "Irkçı değilim ama" cümlesinden sonra gelen argümanları ve şimdilik sosyal medyada daha çok örgütlenen ırkçı dalgayı bianet'e yorumladı.
Röportajın tamamını izlemek için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.
Bayram tatilinde sosyal medyaya düşen görüntülerle göçmenlerin bayram kutlamaları gündeme getirildi. Toplumun göçmenlere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Burada sahici bir korku var mı size göre?
Korkudan ziyade, toplumun genelinde düşünmeme halini derinleştirme ve bunun etrafında örgütlenen, kendi geçmişini unutma isteğiyle ilgili genel bir eğilim var. Bu görüntülerin bayramda gündeme gelmesi hem üzücü, hem ironik. Sahiden bir araya geleceğimiz, bir aradalığımızın manasını yeniden kutlayabileceğimiz, kendine göre ritüelleri olan, birbirine sevgi duymanın bir kanalı olan bayramların birbirine nefret kusmanın bir yolu olması üzücü.
Türkiye dünyayı görmek, dünyayla yeniden bir araya gelmek, farklı deneyimlere kendini açmak zorunda. Dünyada sadece 2000-2010 yılları arasında 40 milyon insan göçmüş, yer değiştirmiş, yurtsuzlaşmış durumda. Ulusal hukukların içine sığamayan, her türlü yasal korumadan yoksun 40 milyon insandan bahsediyoruz. Temel haklarından yoksun ciddi bir işçi sayısından, okullaşma düzeyinde olmasına rağmen ancak üçte birinin okula gidebildiği çocuklardan bahsediyoruz.
Onların sesini duyabileceğimiz herhangi bir aracın olmaması vahim bir tablo oluşturuyor. Bu insanların iletişim haklarından, çalışma haklarından, ulus devletin getirmiş olduğu bütün hukuki haklardan uzaklaştırılmış olmalarına karşı söyleyebileceğimiz hiçbir söz yok mu? Yok ki, biz oturup "Boğaz turu yapıyorlar, hastanelerimizi dolduruyorlar, maaş alıyorlar," gibi gündemlere hapsoluyoruz. Bizi bu noktaya getirenin dünyadaki göçme halini anlayamamaktan kaynaklandığını düşünüyorum.
"Ekonomik kriz derinleştikçe ırkçılık artar"
Dünya genelinde ciddi bir ekonomik kriz hakim. Enflasyon gibi hayatımızı değersizleştiren, hiçleştiren bir ağ hızlı bir biçimde ülkemizin kalbine girmişken, orayı bir kama gibi kazarken ırkçılık ve benzeri düşmanlık taşıyıcı birbirine seslenme biçimleri hızla artar. Türkiye de böyle bir krizin tam ortasında. Aylık enflasyon oranının ne olduğunu tartışıyoruz. Türkiye, bu krizden kaçabilmenin yolunu düşmanlığı bilemek olarak görüyorsa bu zaten çok acıklı.
Weimar Cumhuriyeti sonrasında Almanya'nın başına gelenleri biliyoruz. Dönemi hatırlamıyorsak, polisiye dizilerden ve kitaplardan biliyoruz değil mi? Bir ülkedeki değersizleştirme, insanların kendisini değersizleştirmesine de ulaşıyor ve bu ulaşmayla beraber herkese bunu yansıtmaya başlıyor. Bu yansıtma cümleleri, bu kabalık, bu vulgarlık hızlı iletişim imkânlarıyla her yere yayılıyor.
Hızlı iletişim imkânlarının yarattığı teknolojik bir manevrayla küreselleşmiş piyasaların içinde cirit atılırsa bunun sonucunun bir yere sabitlenmeyen, sabitlenemez emek olduğunu kavramak gerekir. Artık göç gündemiyle yaşamayı öğrenmek ve bir takım haklar üzerinden birlikteliğimizi tarif etmek zorundayız. Almanya'daki göçmen işçilerin etnik kökeniyle sarımsak arasında kurulan ilişkiyi daha birinci kuşak göçmen Türk işçiler unutmadılar. Onların aileleri bunu ne çabuk unuttu?
Göçmenler şu an tüm dünya için ucuz işgücü olarak görülüyor. Dünya, göçmenleri sadece merdiven altı atölyelerde, günde 16 saat çalışırken mi görmek istiyor? Yani bu insanları kamusal alanda eğlenirken görmek istemiyorlar mı?
Her türlü yasal koruma alanından kaçırılmış, yani taşeronlaştırılmış iş alanlarının genişlemesi, yaygınlaşması ve özellikle kadın işçilerin buralarda yoğunlukla çalıştırılması neden bizim gündemimize girdi? Bir an bunu düşünelim. Bu merdiven altı atölyeler bize ne söyler? İş güvenliği olmayan, iş güvenliğinin dayandığı yasaları olmayan bir hale maruz kalındığını. Bu sadece belirli bir etnik ya da dinsel grubun sorunu değil. Bu nasıl bir sorun? Buradan yola çıkarak bütün gündelik hayatımızı kapsayan bir sorun. "Haklara sahip olma hakkı elinde olmayan insanların" yaşadığı haksızlıklar o bölgeyle sınırlı kalmaz, dalga dalga toplumların içini yayılır. Ve yayıldığını da görüyoruz. Küresel sermaye düzeni, kendisine sınırsız hareket etmek imkânı tanıyorsa, elbette insanları yurtsuzlaştırmaya da neden olacaktır.
Mağdur olanı, kırılgan olanı, madun olanı kollamaya ilişkin ne insani ne de kurumsal bir çerçevenin kurulmuyor oluşu, bizi politik olanın altının oyulmasına götürür. Biz bu ilişkileri kuramazsak politik olarak göçmenlerle bir araya gelme meselesini dert etmiyoruz demektir.
Yerel ve ulusal düzeyde politikacıların söylediklerini de duyuyoruz. Göçmenlerin en azından yerel, bölgesel, mahalli bir takım haklara sahip olmalarını destekleyecek yeni bir tür yurttaşlık üzerine kafa yoran dünya yerine "Gönderelim, yarın gönderelim," üzerine odaklanan bir ülke gündemine hapsolduk. Bu tür bir söylemsel tekelleşmenin içinde tek istediğim şey Suriyeli genç bir kadının sesini duymak olabilir. Ancak onlar konuştuklarında ülkemizde hiç kalmamış demokrasinin, belki buz dağının üstündeki bir yerini görebiliriz.
Sizin de çalışmanız başlığı olan "Irkçı değilim ama" ile başlayan argümanlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
"Irkçı değilim ama"daki mesele, kendinin farkına varmayan bir orta sınıf yaşamının, ırkçılığı nasıl gündelik hale dahil ettiğinin ifadesiydi. Çalışmanın yayımlandığı 2010'dan bu zamana bu söylemde azalma olmadığı gibi, yeni bir takım tarafların da katılımıyla müthiş bir kabule ulaştı. Irkçılık olduğunu düşünmeden ırkçılık yapmak lüksüne sahip olma halini nasıl bu kadar olağan buluyoruz? Elimizde olan imkânların ve bu söylemlerin neden oldukları üzerine düşünmeden bunu yapıyoruz. Birlikte olmanın ne olduğu üzerine düşünmüyoruz, farkına varmıyoruz. Ve bunu bir politik mesele olarak görmüyoruz. Halbuki temel politik meselelerden bir tanesi.
Sol, sosyalist cenahta da aslında ikircikli bir durumu bazen gözlemliyoruz. Yakın çevremizde dahi duyabiliyoruz "Artık Taksim'e gidemiyoruz," benzeri cümleleri. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yine kendi üzerine, kurulan politik hat üzerine fazla düşünmemekle mi ilgili?
Bu, yurtsuzlaşma sorununun katmanlarını ayrıştıramamakla ilgili bir şey. 1951 Cenevre Sözleşmesi'nde kalmış gibi biz hâlâ mülteci mi, sığınmacı mı, düzensiz sığınmacı mı, göçmen mi, yasadışı göçmen mi gibi ayrımların içinde dolaşarak aslında insanların gündelik hayatlarında bir araya gelmelerini ve kendi meselelerini ihmal ediyoruz. Biz Suriye kültürünü çok iyi bilen, bunun üzerine kafa yormuş bir eğitimliler grubu değiliz. Yan yana yaşadığımız komşularımızla ilişkilerini kültürel bir düzeyde sürdürme imkânlarına sahip değiliz.
"İnsanın kendini bir tür cehalete mahkûm etmesi"
Yanımızdakini tanımıyoruz. "Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok" diye Suriyeli bir yazarın romanını okumuştum. Gerçekten fevkaladeydi. Merak ediyorum örneğin, bu kitap Türkiye'de ne kadar sattı? Bir orta sınıf retoriğinin içinden "Kokuyorlar, dans ediyorlar, hastaneleri dolduruyorlar" benzeri, bu denli bariz ırkçı lafların edilmesini mümkün kılanın insanın kendini bir cehalete mahkûm etmesi olarak okuyorum. Göçmenlerin içinde ciddi sayıda sol mücadelenin içinden gelen insanlar da var, ırkçı saiklerle yola çıkanlar bunlardan haberdar mı acaba?
Burada bir ilişki kurulmadığında da, birlikte olma hali o boşluğu kaldırmıyor işte ve oraya en kaba, en vulgar ırkçılığı yerleştiriyor. Ama toplumsal olarak biriyle bu kadar çatışıyorsak, onunla niye çatıştığımızı bilmekle yükümlüyüz hepimiz. Neden bu meselenin nasıl bu hâle geldiğine, Türkiye'nin dahline ve Türkiye'nin aldığı uluslararası yardımları kullanma biçimine dair tek bir gazete yazısı bile, bakın akademik makale demiyorum, gazete yazısı bile yok?
Fotoğraf: Sandor Csudai.
Biraz değindiniz ama sorunun çözümünü daha çok bir araya gelişte mi görüyorsunuz? Daha çok temasta, daha çok diyalogda mı görüyorsunuz?
Evet; ama aynı zamanda mücadele etmekte de görüyorum. Toplumsal meselelerimize vakıf olmanın yolu bir arada düşünmek ve eylemekten geçiyor. Bunun başka yolunu henüz kimse bulamadı. Hem birlikte düşüneceğiz, hem birlikte yapacağız. Bu konuda çalışan yüzlerce sivil toplum örgütü var. Göçmenlerin haklarını korumak ve savunmak için bütün dünya forumları birbiriyle görüş alışverişinde. Ancak bu görüş alışverişlerinin cümleleri, ırkçılığa karşı, cinsiyetçiliğe karşı duruşlarının sözcükleri Türk orta sınıfına geçmiyor. Neden geçmiyor, bunun üzerine düşünmek gerekiyor.
"Gönderelim"den başka bir sözü olmayan bir kitleden bahsediyoruz. Türkiye'deki göçmenlerin bu halde yaşamalarına neden olan bir takım sorumlular var. Bu sorumlular bırakın sorumluluk almayı, en azından "Stratejik derinlik dedim ve bu yanlıştı," dile demiyorlar. Sorun böyle bir yer düğümleniyor. Suriye konusunda yanlış politikalar üretenler, yaptıklarının hesabını kendi yurttaş topluluklarına veremedikleri için bu sesleri duyuyoruz. Hiç sözünü duymadığımız insanlar hakkında aşağılayıcı, vulgar lafları etme hakkını kendinde görmek gibi bir gareze yol açıyor bu tutumlar. Oysa ki hesap sorulabilirlik aslında demokrasinin en temel gerekçelerinden biri.
Göçmenlere ve mültecilere yardım etmek için ortaya bir hayat koyanların çok önemli bir iş yaptıklarına ve onların seslerinin düzenli olarak duyulması gerektiğine inanıyorum. Benim bildiğim başka bir yol yok. Hepimiz göçmen olabiliriz. Hepimizin ailesinde göç hikâyesi yaşanabilir. İnsanların sesini duymamak için kulaklarımızı bu kadar kapatmamızın lüzumu yok.
Prof. Dr. Eser Köker hakkında Otuz yıla yakın bir süre Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştıktan sonra Urla'ya yerleşti. |
Okuma Önerisi Halid Halife, "Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok" kitabıyla politik ve dini zorbalığın gölgesi altında yaşayan Suriyeli bir ailenin üç nesle yayılan hikâyesini anlatıyor. |
(TY)