Fotoğraf: Damla Kırmızıtaş/ Evrensel
Dijital teknoloji ne kadar gelişir ise gelişsin habercilik maliyeti olan bir alan. Halkın haber alma hakkını sağlayan medyanın habercilik işlevini yerine getirebilmesi için belli bir finansmana ihtiyacı var.
Yıllarca kapitalist sınıfının hakimiyetinde olan “anaakım” medyada özgürlük alanının iyiden iyiye daralması ve geleneksel (konvansiyonel) medyanın yeni teknolojiye uyum sağlamakta gecikmesiyle artan kriz, gazetecilik kurumunun yeni bir anlayışla, yeni iletişim kanallarını kullanarak hangi gelir modeliyle nasıl örgütleneceği sorusunu gündeme getirdi. Bu soru bağımsız gazeteciliğin kurumsallaşabilmesi için hâlâ yanıt ararken gazetecilikte ısrar edenler, kısıtlı imkânlar içinde küçük kadrolarla veya tek başına yeni yollar açmaya başladı.
Fakat geçen gün bir sitenin (Odatv’nin) yayımladığı metinden sonra özellikle de Ruşen Çakır’ın kurucusu olduğu Medyascope, fon aldığı gerekçesiyle önce ulusalcı ve bazı “sol” çevrelerin, sonra da devlet aktörlerinin hedefi oldu. Fırsat kaçar mı? İletişim Başkanı Fahrettin Altun’dan Radyo Televizyon Üst Kuruluna (RTÜK) değin devlet teşkilatı harekete geçti. Fon kullanarak yayıncılık yapan medya kuruluşlarına yönelik “düzenlemeye ihtiyaç” olduğu duyuruldu.
Yayın kuruluşları fon alamaz mı? Gazeteciler bu fon kapsamında geliştirilen projeler ile telifli haber üretemez mi? Bu soruyu yakın medya tarihinden yola çıkarak ele almak istiyorum bu yazıda. Yazacaklarımdan bazıları yeni olmayabilir ama hem hafıza tazeleme niyetine hem de fon konusunu tartışmak üzere…
Holdingleşme
Türkiye’de basının -en büyük kırılma noktalarından biri olarak- 1980’lerden itibaren hemen her ticarî alanda faaliyeti bulunan holdinglerin eline geçmesi, başka deyişle “basında holdingleşme” olgusunun başlaması sadece basın üzerindeki hükûmet/devlet baskısı nedeniyle değildi. Gazetelerin ilk sahibi konumundaki gazeteci kökenli burjuva ailelerin önemli bir gerekçesi de değişen dünya, gelişen teknolojiye paralel olarak işletme, matbaa, dağıtım gibi alanlarda artan maliyetleri karşılamakta yaşadığı “aşılamaz” zorluktu. Bir dönem Abdi İpekçi, Çetin Emeç gibi gazetecilikte iz bırakan yöneticileri olan Hürriyet’in Simavi ailesinden, Milliyet’in Karacan ailesinden veya Tercüman’ın Ilıcak ailesinden çıkmasının bir nedeni de bu “mali zorluklar” idi.
Babıali'den İkitelli'ye
Doğum yeri Babıâli olan basının mülkiyet yapısı kapitalist bir işletme biçiminde değişince basın kurumunun yeni mekânı da plaza gazeteciliğinin başlayacağı İkitelli olacaktı. Babıali’den İkitelli’ye geçiş aslında basın kurumundaki sınıfsal dönüşümün de hikâyesiydi. Babıali’den uzaklaşmak yalnız basında yazıp çizen muhabir, fıkra yazarı, karikatürist, edebiyatçı; entelijansiya için kamusal bir mekânın ortadan kalkması değil; medyanın sokaktan, insandan, toplumdan kopması ve habercilik anlayışında da bir eksen kayması demekti.
Türkiye kapitalizminin dönüm noktası 24 Ocak Ekonomik Kararlarının 12 Eylül rejimi sonrasında uygulanmaya başlanmasıyla holdingler özelleştirme kararı alınan kamu kurumlarını bünyesine katmak, kamu ihalelerini alabilmek ve daha fazla çıkar sağlamak için devletle arasını sıcak tutma derdindeydi. Basın onca maliyete rağmen holdinglerin keşfettiği bulunmaz bir velinimet idi.
Bilgi ve enformasyonu kontrol altında tutmak ve kullanmak sermaye sınıfına devletle olan ilişkisinde ciddi avantajlar sağlıyordu: Medya -amiyane tabirle- “hükümetler düşürüp hükümetler kurdurabiliyordu.” Artık her gazetenin büyük bir finansal yatırıma karşılık gelen birkaç televizyon kanalı vardı. Ortak mekâna konumlandırılan gazete ile televizyonlar için son teknolojiyle donanımlı gösterişli binalar inşa edilmişti.
Sendikasızlaşma
Holding patronu, gazetecilik için her türlü teknolojik imkânı sağlayacak, ışıltılı stüdyolar kuracak, büyük paralara gazeteler arasında gazeteci/yazar transferleri gerçekleşecek ama örneğin gazeteye sendika girmesine kesinkes karşı çıkacaktı. Mantalite belliydi: Nasıl olsa çalışılan ofisler konforlu, “maaşlar yüksek” idi; muhabiri, editörü, sayfa sekreteri, istihbarat şefi, redaktörü, tashihçisi, matbaa işçisi, dağıtım elemanıyla bir ekip işi olan basında ne lâzımdı şimdi sendika, toplu sözleşme, örgütlülük filan… Bünyeye zarardı!
212
Fakat basında sendikal örgütlenmenin gerçekleşememesi yıllar içinde hem gazetecinin özlük hakları bakımından hem de basın özgürlüğü açısından hayatî sonuçlara gebeydi. 1961’de gazete patronlarına karşı 212 sayılı Basın İş Yasası için girilen, 10 Ocak’ı “Çalışan Gazeteciler Bayramı” (12 Mart 1971 muhtırasından sonra Çalışan Gazeteciler Günü) olarak tarihe geçiren dayanışmadan ve yasayla hukukî güvenceye alınan haklardan eser kalmamıştı 90’larda. Gazetelerin internet yayıncılığına başladığı dönemde dijitalde çalışan basın emekçilerinin sigortasının “212” diye bilinen 5953 sayılı Kanun kapsamında yapılmayacağı sömürü/üçkâğıt düzeninin temelleri atılmıştı: Oysa yasa maddesi apaçıktı: “Türkiye’de yayınlanan gazete ve mevkutelerle haber ve fotoğraf ajanslarında her türlü fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışanlara gazeteci denir.”
Öncesinin manşetlerini, haberlerini incelediğinizde de (örneğin İkinci Dünya Savaşı, 6-7 Eylül pogromu ve 12 Eylül askerî darbesinin yaşandığı yıllarda) Türkiye’de basının hiç de masum olmadığı, “amiral gemisi” diye bilinen gazetelerin milliyetçi/ayrımcı sloganlarla yayımlandığı görülebilir ve fakat büyük sermayenin basın işine girmesinin gazeteciliğe de demokrasiye de faturası çok ağırdı.
Güven bunalımı
Ankara’da devlet koridorlarında iş takipçiliğine soyunmuş gazete yöneticileri tarafından etik ilkelerin gözardı edilmesi ve editoryal masanın gittikçe bağımsızlığını yitirmesiyle, gazetecinin haber kaynaklarıyla arasındaki mesafeyi koruyamayıp kendini bir siyasetçi, iş insanı, polis, hâkim gibi görmesiyle, bilinçsizlikle, vurdumduymazlıkla biriken kötü gazetecilik örnekleri (Sivas katliamına ilişkin atılan manşetler, 28 Şubat döneminde ordu tarafından kullanılan medyanın “habercilik” pratikleri ve andıç olayı, Ahmet Kaya’nın hedef hâline getirilmesi ilk akla gelenler) okur ile medya arasına büyük bir uçurum açmıştı. Öncesinde ev, araba, ansiklopedi, buzdolabı, tabak çanak gibi promosyon ve çekiliş ürünleriyle “aşılamayan” güven bunalımı, 2000’lere gelindiğinde medyanın büyük bir bagajı olmuştu.
“Devlete dokunma, iktidarıma yardımcı ol”
Sonrası ise malûm: Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarında bir yandan vergi cezalarıyla, ilân kesintileriyle, yayın durdurmalarla, gazete binalarına saldırılarla, gazetecileri tehditle, keyfî basın kartı iptalleriyle; öbür yandan medyalara el konularak, havuz sistemleri kurularak, resmî ilânla ve reklam yönlendirmeyle medyanın iktidar/devlet tarafından sahiplendirildiği/sahiplenildiği yıllar…
O günlere kadar medyayı kullanmak isteyen iktidarların bazı medya kurumlarını “beslemesi” ya da “gazeteciliğin” CEO’lardan sorulur hâle gelmesinden farklıydı durum artık. Bugün de “kitle medyası” diye bilinen Habertürk, NTV gibi kanallar bu gruba dâhil edilebilir ama çeşitli sermaye gruplarının sahibi olduğu atv, Sabah, Takvim, Yeni Asır (Dinç Bilgin); Star TV, Star gazetesi (Rumeli Holding); Show TV, Akşam, Güneş (Çukurova Holding) ve son olarak Hürriyet, Posta, Kanal D, CNN Türk (Doğan Grubu) gibi yayın kuruluşlarının satışa zorlanarak veya Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) aracılığıyla el konularak kamu bankalarından yüksek krediler ile “el değiştirme” olayı/olgusu, 2000’lerde basında sıkı bir devlet tekelini ve özellikle ikinci on yılda tek sesli medya düzenini başlatır.
Sabah’tan Hürriyet’e, a haber’den CNN Türk’e bugün künyelerinde farklı isimlerin yazması bu yayınların asıl sahibinin iktidar/devlet olduğu gerçeğini değiştirmez. Mesela o yüzden basın tarihçileri Türkiye’de basını, ilk Türkçe resmî gazete Takvîm-î Vekâyi (1831) veya yarı resmî gazete Cerîde-î Havadis’ten (1840) değil de “özel teşebbüs tarafından” ve “hazineden yardım almadan” çıkarılan Tercümân-ı Ahvâl’den (1860) başlatır. Çünkü ilk ikisi devletin desteğiyle değil bilakis devlet tarafından, devletin parasıyla çıkarılmıştır.
Devlet/iktidar işin içinde olduğunda veya medya alanını zapturapt altına aldığında ya da tam tersi devletten bağımsız olma idealiyle basın -günümüzdeki tanımıyla medya- kavramları ne anlama gelir?
TIKLAYIN- Türkiye'de medya sahipliği
Gazeteye rol biçmek
İki alıntıyla açıklamaya çalışalım. İlk resmî gazete Takvîm-î Vekâyi’nin kurulmasıyla özel olarak ilgilenen II. Mahmut “gazeteye” şöyle bir rol biçmiş: “Bu gazete kutsal şeriata ve devlet düzenine dokunmamak şartıyla, benim iktidarıma çok yardımcı olacaktır” (İnuğur, 2005: 176).* Böyle bir “gazetecilik” kurumunda gazetecinin görevini tahmin edersiniz…
M. Nuri İnuğur, Basın ve Yayın Tarihi kitabında ise konuyu tarihsel yönüyle şöyle aydınlatıyor:
“Görülüyor ki ülkemizde basın diğer ülkelerde olduğu gibi siyasal, sosyal ve ekonomik olaylar karşısında halk kitlesini aydınlatmak, kamuoyunu etkilemek yolunda toplumca duyulan isteklerden doğmamıştır. Hükümetin yaptığı işleri halka duyurmak amacıyla özel buyrukla ortaya çıkmış, zamanla halkı aydınlatmak, kamuoyunu etkilemek niteliğini kazanmıştır.”
Türkiye’de gerek gazetenin ilkin resmî ve yarı-resmî bir yayın organı olarak doğması gerekse de ilk Türkçe özel gazete olarak anılan Tercümân-ı Ahvâl’in Avrupa’dan ancak 200 yıl sonra çıkması bugünkü medyanın kültürel kodlarına dair de epeyi bir fikir veriyor. Devlet için basın ve medyanın görevi iktidara yardımcı olmak, devlet düzenine dokunmamak olarak biçimlenirken basın tarihçisinin tanımı itibariyle de gazetecilik halkı aydınlatmak, kamuoyunu etkilemektir.
Anaakım var mı?
Türkiye’de anaakım medyanın öldüğü söylenirken herhâlde bu yüzden -anaakım paradigmaya göre- dördüncü güç olan basının, devlet otoritesinin kullanılmasındaki yasadışı ve anti-demokratik uygulamaları kamu gözcüsü sıfatıyla açığa çıkarma işlevine vurgu yapılıyordu. Türkiye’de bu hâliyle bir “anaakım” medya olmuş muydu? Böyle bir medyanın olabilmesi için medya kurumunun daha en başta kapitalist sermaye yapısından, devletten, siyasî partilerden, güç odaklarından bağımsız ve özgür olması gerekirdi.
Yani anaakımın mülkiyet yapısı bir holdingde veya devlette ise yapısal yanlılığın bir unsuru olarak “kamu gözcülüğü” görevini yerine getirebilmesi zordu. Bu yüzden anaakım; iktidar yapısını, toplumsal yapıyı, üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin belirleyiciliğini ve emeğin yabancılaşmasını görmezden gelmekle eleştirilir.
Medya kurumlarının doğrudan devlet tarafından sahiplendirildiği veya medya sektörüne kimin gireceğine ya da çıkacağını devletin karar verdiği AKP hegemonyasının kurulduğu yıllara kadar günahıyla sevabıyla bir “anaakım” medya olduysa bile, şu son on yılda sansür ilk kural hâline getirilerek, oto-sansür içten içe benimsetilerek, binlerce gazeteci işsiz bırakılarak gazeteci/gazetecilik boğuldu; nefes alınamayacak bir ortam yaratıldı.
Nasıl gelir yaratılacak?
Fakat hâlen dünyada gazetecilik diye bir meslek var! İnsan, toplum, hayat var olduğu sürece olmaya da devam edecek…
Öyleyse halk haber alma ihtiyacını nereden ve nasıl karşılayacak? Gazetecilik nasıl sürecek?
Yazının başında bahsettiğim gibi medyanın habercilik görevini yerine getirebilmesi için yeni gelir modelleri nasıl oluşturulacak? Okurun/takipçinin finanse ettiği bir medya kurumsallığı mümkün mü?
Amerika’da dijital aboneliğe geçmeyen gazete kalmamış. Wall Street Journal 1996’dan, New York Times 2011’den, Washington Post 2013’ten beri içeriklerini abonelik sistemiyle okuruna sunuyor. İngiltere’de yayımlanan The Guardian ise gönüllü bağış yoluyla gelir sağlamaya çalışıyor. Norveç’te yayımlanan Aftenposten gazetesi dijitalde makaleleri üyelik ile belli bir ücret karşılığında erişime açıyor.
Türkiye’de günlük periyotta dijital olarak yayımlanan Gazete Pencere ve haftalık gazete Oksijen abonelik sistemiyle gelir sağlarken Birgün ve Evrensel gazeteleri ise içeriklerini açık tutarak okurdan destek almak için çağrı yapıyor. Sözcü abonelik ile “reklamsız takip” seçeneği, Cumhuriyet e-gazete ile önceki sayıları okuyabilmek için okura çeşitli abonelik seçenekleri sunuyor. Ekonomi gazetesi Dünya da okur aboneliği sistemini deniyor.
Fakat sermaye yapısında -tabii en çok iktidar güdümlü medyada- Basın İlân Kurumu’ndan elde ettiği ilân geliri önemli bir paya karşılık gelen ulusal ve yerel ölçekteki gazetelerin günlük bayi satış oranlarının hızla gerilediği, “haber” kanallarının eski cazibesini kaybederek izlenme oranlarının çok fazla düştüğü, buna mukabil haber almada veya yazılı, işitsel, görsel haber/yorum içeriklerini takipte dijital yayıncılığın öne çıktığı günümüzde gazetecilik ürünleri kahir ekseriyetle bedava.
Türkiye demokrasisi ile medyasında hâlâ ağırlıklı olarak okur/takipçi tarafından finanse edilebilecek bir mülkiyet modeli kurulabilmiş değil! Eskiden basılı gazeteler bayi satışıyla ayakta kalmıyordu belki ama bilgiye, habere, yazıya ulaşabilmesi için okurun gazete satın alması zorunluydu. Dolayısıyla bayi satışı basın kuruluşları için görece bir gelir kapısıydı.
Bugün dijital haber medyasının site ziyaretlerinden elde ettiği reklam geliri ise sınırlı. YouTube deseniz, butik medya kurumlarının buradan görece bir gelir elde etmesi mümkün olabilir. Ama yeni bir girişimde bulunmaya kalksanız hemen her türden, hâlden milyonlarca içeriğin olduğu popüler kültür odaklı sosyal medya ortamında sponsor desteği olmadan başlayamazsınız. Yine sesli içerik yayıncılığında podcast, gazetecilik için yeni keşfedilen bir yayıncılık biçimi olarak umut verse de Spotify, Apple Podcasts, Google Podcasts gibi platformlar hâlâ üretilen içeriklerin karşılığını ödemiyor.
Fon desteği ne yeni ne de saklı
Çorak iklimde geriye kalıyor fon… Şu Odatv sitesinin Türkiye’de dijital yayın yapan bazı haber medyalarını hedef göstererek “ABD merkezli Chrest Foundation Vakfı’ndan fon desteği aldığı ortaya çıktı” diye yaygara kopardığı fon…
Türkiye’de pek çok sivil toplum kuruluşu, üniversite ve hatta Adalet Bakanlığı da dâhil olmak üzere devlet kurumları, iktidara yakın Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Avrupa Birliği’nden (AB) ve Amerika’da bulunan sivil kuruluşlardan aldığı fonlarla çeşitli mesleklerden insanlara eğitim ve burs veriyor. “Sosyal sorumluluk projeleri” ve çeşitli alanlarda araştırmalar yapıyor. Kültür, edebiyat, sanat alanlarında faaliyette bulunuyor. Konferanslar, yurtdışı kültür gezileri düzenliyor. Ayrıca Millî Eğitim ve Sağlık Bakanlıkları, Mülteciler için Mali Yardım Programı kapsamında AB’den milyon avroluk fon-hibe alıyor. Fon alan tüm kurum ve kuruluşlar denetime tâbi.
Medya kurumunun, fondan yararlandığını önceden ilân etmek veya yayına konu içerikten, metinden yazı işlerinin, muhabirin sadece kendisinin sorumlu olması koşuluyla fon adıyla bilinen böyle bir maddi kaynak gazetecilikte de neden kullanılmasın? Kaldı ki Türkiye’de gazeteciliği devlet, holding ve çeşitli güç odaklarından bağımsız kılmak için editoryal masasının özgürlüğünü garantileyerek fon kullanma ve sponsor desteği alma pratiği yeni bir durum değil!
“Anaakım” medya veya kitle medyasındaki yapısal sorunlara karşı 2001’de kurulan yazılı dijital yayıncılıktaki ilk alternatif medya örneği Bağımsız İletişim Ağı (bianet), projelerini hibe ve bağış üzerinden gerçekleştiren IPS İletişim Vakfı tarafından idare ediliyor. Projeyi destekleyen kuruluşlar tek tek açıklanıyor. 1995’te 92 ortakla kâr amacı gütmeyen bir anonim şirket kurularak hayata geçirilen Açık Radyo ise Türkiye’de ilk alternatif radyo örneği. Herkesin program yapmasına olanak tanıyan radyo, fon almıyor ama program ve programcılara sponsorluk esasına göre çalışıyor ve sponsor olan kurumsal destekçiler bölümü herkese açık. Dinleyiciden gelen desteği de yayın içinde anons ediyor.
Son yıllarda ise Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi meslek örgütleri, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı; dijital haber mecralarında veya gazetelerinde yayımlanmak üzere o fonlar aracılığıyla işsiz gazeteciler için “telifli haber” projeleri geliştiriyor. Telif, ödünç ekipman, internet sitesi için teknik destek gibi alanlarda onlarca insan yararlanıyor o projelerden. Odatv’nin fon alanlar listesinde dördüncü sıraya koyduğu Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) yine muhabirlere, araştırmacılara araştırma/haber bursu veriyor belli dönemler.
Alternatif medya ve işsiz gazeteciye telif destekli projeler gazeteciliğin nefessiz bırakıldığı bir dönemde mesleğin sürdürülebilmesi ve kamuoyuna özel/özgün haber sunulabilmesi açısından büyük bir öneme sahip. Salt fon yoluyla değil ama abonelik/üyelik gibi sistemlerle, “Patreon” destekleriyle, ikincil olarak YouTube vb. sosyal paylaşım ağalarından elde edilecek gelirlerle ve üzerine düşünülüp tartışılacak daha başka gelir/mülkiyet modelleriyle medya, neden özgür bir ortamda habercilik başarısını artıracak yeni bir anlayışla demokratik bir biçimde kurumsallaşamasın…
Medyascope, takipçi desteği de talep ederek Chrest Foundation Vakfı gibi kuruluşlardan fon sağladığını şimdiye kadar izleyicisinden gizlemedi. Bunca öfke niye?
Yazının başından beri Türkiye’de basın tarihinden söz ettim; dilim döndüğünce hangi yıllar, hangi dönemler neler yaşandığını anlatmaya çalıştım. Şu soruyla bitirelim:
Gazetecilikte yeni yollar denemeye çalışan insanları neden kolayca yaftalıyorsunuz?
(SE/NÖ)
* M. Nuri İnuğur, Basın ve Yayın Tarihi, DER Yayınları: 2005