* Görsel: Canva.
14 ve 28 Mayıs seçimlerinde Cumhur İttifakı'nın en çok hedef gösterdiği LGBTİ+'lardı. Seçimin ikinci turunda ise Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu mültecilerle ilgili ayrımcı söylemleri yükseltti; fakat istediği sonucu alamadı.
LGBTİ+'ların şu an ise bir araya gelip çay içmesi bile yasak.
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zerrin Kurtoğlu, seçim öncesinde ve sonrası bu karşıtlığın nasıl örüldüğüne diar sorularımızı yanıtladı.
Kurtoğlu, bu konuda sol muhalefeti de eleştirerek "Yaşanan sorunların sebebinin, hem yerel toplumun hem de mültecilerin haklarını garanti altına alacak politikalar üretememesi nedeniyle iktidar partileri olduğunu ilân etmek akıllarına geldiyse bile buna yeltenmediler. Aynı şekilde LGBTİ+'ların hakları konusunda da sessiz kaldılar. Sartre'ın Cezayir konusunda söylediği gibi aslında bu bakımdan hepimiz katiliz demenin zamanıdır," dedi.
Anti-politik cendere
14 ve 28 Mayıs seçimlerinde partilerin propagandalarını düşündüğümüzde öne çıkan temalardan biri mülteci ve LGBTİ+ düşmanlığı oldu. Ekonomik kriz ya da depremlerden bahsedildiğini çok az duyduk. Bu bize ne söylüyor?
Söylediği şu: Türkiye'de politik projesi, yani geleceğe dair sözü olmayan partiler, ayrımcılık, ötekileştirme ve nefret söylemi konusunda yarıştılar: Nefret kazandı, insanlık kaybetti. Utanç verici bir şekilde, LGBTİ+'ları ve mültecileri hedef gösteren, insan onurunu hiçe sayan bir seçim propagandası yürütüldü ve açıkça suç işlendi. Bu tablo aslında kamusal alanın içine tıkıştırıldığı anti-sosyal, anti-hümanist ve elbette anti-politik cenderenin neoliberal aklın yönetiminde ne kadar güçlendiğini gösteriyor. Neoliberalizmin belki de en büyük başarısı, toplumu yaşadığı gerçek sorunlar karşısında güçsüzleştirirken, hedef tahtalarına konulan konularda güçlendirmesi.
Şunu demek istiyorum: Neoliberal otokratik devletlerde, iktidarın icraat ve tasarruf alanındaki ekonomik kriz, deprem, sağlık sistemi vb. gibi aktüel gündelik hayata dair sorunlar güvenlikleştirme söylemine dahil edildiğinden, insanların tepkileri, güvenlikleştirme duvarına çarparak, terör, vatana ihanet vb. gibi suçlamalarla kendilerine geri dönüyor. Dolayısıyla insanlar kendi gerçek sorunları karşısında naçar/takatsiz bırakılarak güçsüzleştiriliyor. Toplumsal tepkinin yöneleceği hedefi belirlemek iktidarın yönetme kapasitesini arttırdığından, bizzat iktidar tarafından, Kürtler, Ermeniler, Aleviler, LGBTİ+'lar ve mülteciler gibi bazı kimliklere hakaret ve saldırı "icazet"i veriliyor.
Türklük Sözleşmesi'ne dahil olmayanlar
Aksi takdirde Türklük Sözleşmesi'ne dahil olmayan her kesime/kimliğe yönelik hakaret ve saldırı, düşünce ve ifade özgürlüğü sayılır mıydı? İnsanlar, icazet aldıkları konularda devletin peşlerine düşmeyeceğinden emin olarak ve hatta örneklerini sıkça gördüğümüz üzere güvenlik güçlerinin koruması altında, biriken öfkelerini ortalığa saçmak konusunda güçlendiriliyorlar.
Böylece hem gerçek sorunların yarattığı öfke yönetilebilir hale geliyor; hem de toplum, giderek daha fazla, yaşadığı aktüel sorunların sebebi konusunda manipüle edilebiliyor o kadar ki yaşadığı ekonomik sıkıntının nedeninin gerçekten mülteciler olduğuna, ya da ailelerin çözülmesinin nedeninin gerçekten LGBTİ+'lar olduğuna inanmaya başlıyor. Dahası ataerkillik ve Türklük, ideolojik olarak farklı hatta ne yazık ki artık kutuplaşmış toplumsal grupların bile kesişim kümesini oluşturuyor. Hakikat sonrası çağın neoliberalizmle, neoliberalizmin otokrat yönetimlerle hayat bulması tesadüf değil.
Nasıl bir kesişim kümesi bu?
İlginç değil mi? İktidar ve altılı muhalefet icazetli alanları aralarında paylaştılar. Milliyetçi-ırkçı seçmenlerin oylarına talip olan muhalefet, mülteci düşmanlığını siyasi iktidarın tılsımını çözecek anahtar olarak kullandı; iktidarsa LGBTİ+ ve kadın karşıtlığını dinsel-muhafazakar-ataerkil partilerle kuracağı ittifaklarla kendi iktidarının garantisi olarak... Her ikisi de insanlık onurunu hiçe sayarak, hedef aldıkları toplulukları insanlık ailesinin dışına çıkararak kurbanlaştırdı ama aynı zamanda insanlıktan çıkan kendileriydi. Çünkü P. Freire'in dikkat çektiği gibi, insandışılaştırma, sadece insanlığı çalınmış olanları değil, ayrıca onların insanlığını çalmış olanları da niteler.
Mültecilerle ve LGBTİ+'larla sorunu olmayan hatta seçim bildirgelerinde bu dezavantajlı grupların haklarından bahseden sol muhalefet ise bu utanç verici durumu, kulakları üstüne yatıp duymazdan; gözlerini kapatıp görmezden geldi. Oysa sol muhalefet gücünü, ezilenlerin, zulme maruz kalanların, kurbanlaştırılanların, insanlık ailesinin dışına çıkarılanların onurlu yaşam hakları için mücadele etmekten almaz mı? Suriyeli mültecilerin ülkelerini terk etmelerinin nedeninin, Suriye'deki hem iç hem de dış güçlerin, büyük insani kayıplara ve yıkımlara neden olan tahakküm savaşı olduğunu ve Türkiye'nin bu savaşın aktörlerinden biri olduğunu hiç bir muhalefet partisi dillendirmedi seçim sürecinde.
Altılı Masa'nın sorumluluğu
Altılı Masa'nın aktörleri zaten hâlâ devam etmekte olan askeri operasyonlar için gereken tezkerelere onay verdiğinden (yanılmıyorsam CHP sadece son tezkereye onay vermedi) mültecilerin Türkiye'ye göçünden de Suriye'deki yıkımdan da iktidarla birlikte sorumluydu.
Sol muhalefet içinse mültecilerle ilgili meselenin, iktidarın hegemonik himayeci söyleminden kaynaklandığını, asıl sorunun mülteciler değil, milyar eurolar karşılığı AB ile imzaladığı Geri Gönderme Anlaşmasıyla onları Türkiye sınırları içinde yaşamaya mahkûm eden iktidar olduğunu söylemek hiç de zor değildi. Bu anlaşmanın ilgasını, AB ülkelerinin sınırlarını açmasını istemek; yaşanan sorunların sebebinin, hem yerel toplumun hem de mültecilerin haklarını garanti altına alacak politikalar üretememesi nedeniyle iktidar partileri olduğunu ilân etmek akıllarına geldiyse bile buna yeltenmediler. Aynı şekilde LGBTİ+'ların hakları konusunda da sessiz kaldılar. Sartre'ın Cezayir konusunda dediği gibi aslında bu bakımdan hepimiz katiliz demenin zamanıdır.
"Bir köpek balığının ağzı"
Bu söylemler, partilerin tabanında nasıl bir karşılık buluyor?
İnsanlar durduk yere ülkelerini terk edip aşağılandıkları, sömürüldükleri, nefretle karşılandıkları başka ülkelere göç etmezler. Somalili mülteci şair Warsan Shire'ın şu dizesini hatırlayalım: "Hiç kimse terk etmez yurdunu, yurdu bir köpek balığının ağzı olmadıkça!" Mültecilerin ahvalini bundan daha iyi anlatan bir söz yok bence. Ne yazık ki Türkiye'de yaşam mülteciler için yeniden köpek balığının ağzında yaşamak anlamına gelmiş durumda.
Az önce de dediğim gibi, çoğunluk için, içinde bulundukları mağduriyetlerin sebebinin iktidar olduğunu söylemektense (çünkü bu çok riskli) "abalıya" vurmak daha güvenli üstelik konforlu! 2021 yılında SODEV'in yaptığı "Suriye Göçünün Onuncu Yılında Suriyeli Göçmenler" konulu araştırma, sadece muhalefet partilerinin değil iktidar partilerinin seçmenlerinin de mültecilerin varlığından rahatsız olduklarını ortaya koyuyor. "Suriyeliler ülkelerine dönsün" diyenlerin oranı yüzde 66.1 olan bir ülkede yaşıyoruz. Bu konuda yeni bir araştırma yapıldı mı bilmiyorum; ama oran sanırım artık daha da yüksek.
Bu kitle homojen bir kitle mi?
Hemen her partinin tabanında mülteci düşmanlığı ve ataerkil hegemonya bir karşılık buluyor. Kendini milliyetçi olarak tanımlamayanların, hatta enternasyonalist olarak tanımlayanların bile, mülteciler söz konusu olduğunda ne kadar ötekileştirici cümleler kurabildiklerine gündelik hayatta sıkça tanık oluyoruz. Elbette bunun nedeni, bir yandan mülteciler hakkında, dışlamayı kolaylaştıran klişeler ve tektipleştirmelerle düşünmeleri.
Ancak öte yandan iktidarın Suriyeli mültecilerle ilgili hak temelli mülteci politikası yerine, tanımı gereği ayrımcı ve hegemonik olan himayeci söyleminde kurgulanan mülteci kimliği de düşmanlaştırıcı söylemler için son derece elverişli bir zemin yaratmakta.
Ayrıca yine iktidarın mültecilerle ilgili iskan politikasının kendi nüfus politikası ile güdümlü olduğunu da biliyoruz. Sonuç olarak mülteciler, toplumun kolektif hafızasına, resmi ağızlardan yapılan açıklamalarla, "ekonomik yük, sığınmacı, geçici koruma, misafir" gibi kavram ve tanımlar vasıtasıyla inşa edilen bir kimlikle yerleştirilmiş durumda. Aslında mültecileri hem varlık hem de zaman bakımından haminin insafına, tasarrufuna terk eden, bağımlı kılan himayeci söylem, aynı zamanda ne yazık ki yanlış bir şekilde, mültecilerin iktidar tarafından ayrıcalıklı kılındıkları algısına da yol açıyor.
Mülteciler: AB'ye tehdit ve rehine
Oysa mülteciler, iktidar açısından AB'ye karşı tehdit ve rehine olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Ha bir de elbette iktidarın, sınır ötesi operasyonlar için beka ve güvenlik tehditi gibi gerekçeleri pekiştirmek üzere güvenli bölge oluşturarak mültecileri tampon bölgelere karakol olarak yerleştirme gibi bir amacı da var... Ama iktidarın mülteci sözlüğünde ne onurlu bir yaşam, ne statü olarak mültecilik ne hak ne hukuk var.
Sonuçta diyebilirim ki Türkiye toplumunun mülteci algısını biçimlendiren resmi söylem, nihayetinde mültecileri, icazetli bir saldırı alanının nesneleri kılarak toplumun önüne atmaktadır. Bu durumda yapılması gereken, mültecileri iktidarın iktidar kapasitesinin dışına çıkartmak, onların insanca yaşam hakkı için onlarla dayanışmak, sorunlarını dile getirmek için örgütlenmeleri önündeki engelleri kaldırmak olmalıdır.
LGBTİ+'ların durumu ise giderek daha da vahim bir hâl alıyor. İktidar balkonundan açık hedef olarak işaret edilmeleriyle birlikte, bireyler olarak yurttaşlık hakları gereği sahip oldukları hukuksal güvencelerden bile yoksun bırakıldılar. Daha geçen hafta Ege Üniversitesinde gerçekleştirmek istedikleri Onur Pikniği, iktidar tarafından linç ayrıcalığıyla donatılmış ideolojik gruplar tarafından tehditlerle engellendi; İzmir Barosu önünde yapmak istedikleri basın açıklaması sırasında güvenlik güçlerinin saldırısına uğradılar ve nihayet Baro bahçesindeki kahvaltı etkinliği de aynı linç güruhlarının güvenlik güçleri koruması altında gerçekleştirdikleri tehdit ve saldırıyla engellenmek istendi.
Seçim süreci ve seçim sonucu hepimizin önüne şu ödevi koydu: Önümüzdeki beş yıl boyunca, demokrasi ve hak mücadelesinin iki ana hattı mülteciler, LGBTİ+'lar olmak zorunda.
"Mülteciler için açık cezaevi"
Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ilk turda mülteci karşıtı söylemlerini aleni bir şekilde duyurmadı. İkinci tur için en keskin çıkışı ise bu oldu. İlk tur için AB'nin mülteci politikasından mı çekiniyordu? Ya da sizce endişesi neydi?
Evet Kılıçdaroğlu ilk turda mülteciler için nispeten daha yumuşak bir söylem kullandı. Suriyelileri, ırkçılık yapmadan ülkelerine geri göndereceklerini söyledi. AB'nin mülteci politikasına aykırı bir söylem geliştirmediği için, AB'den çekindiğini sanmıyorum. "Açın sınırlarınızı" demedi mesela. "Suçlusunuz" demedi. "Sorumluluk alın, vereceğiniz fonlarla yollarını, okullarını, kreşlerini yapıp ülkelerine gönderelim," dedi.
AB'nin mülteci politikası mültecileri Avrupa'dan uzak tutmak olduğundan aralarında bir sorun yoktu. Bence ilk turdaki yumuşak söylemin nedeni sol-sosyalist-demokrat kamuoyunu ikna etme çabasıydı. Ama ikinci turda, ısrarla mültecileri hedefe koyan, yanlış bile değil yalan haberler yayan, kötülükte sınır tanımayan Ümit Özdağ gibi ırkçı bir parti başkanını ittifaka razı etmek için, ilk turda ikna ettiği seçmenleri kaybetmeyi göze aldı. Sonuç ortada.
Macaristan Devlet Başkanı Orban, seçimlerden sonra Erdoğan'ı tebrik etti; ama Orban'ın benimsediği mülteci karşıtı söylemi Erdoğan'ın rakibi kullandı. Bu nasıl bir paradoks yaratıyor? Ya da bu gerçek bir paradoks mu?
Paradoks değil elbette. Madalyonun iki yüzü; biri mültecileri ülkesinde görmek istemiyor; diğeri onun koruculuğunu yaparak ülkesini mülteciler için açık cezaevine çeviriyor.
Zerrin Kurtoğlu hakkında
11 Ocak 2016'da "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiriyi imzaladığı için, 7 Şubat 2017'de 679 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edildi. 10 Mart 2023'te ise Ankara 21. İdare Mahkemesi'nin kararıyla, altı yıl aradan sonra görevine iade edildi. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı'nda yaptı. |
(TY)