“Kini besleyen toprak suskunluktur. Kendimizi göstermeli, harekete geçmeli, davranmalı, ses çıkarmalıyız…”
Harvey Milk, ABD’li eşcinsel hakları savunucusu
* Bu mücadele bir kişi eksikken daha bir tatsız, ama bir kişi daha fazlayken, hep birlikteyken daha bir güllümlü, daha tatlı. Umarım hep birlikte oluruz.
* Baskılar karşısında direnmekten başka çaremiz yok. Varlığımız, ancak böyle yerini bulabiliyor. Sokakta sürekli direnenlerin bir toplamızyız. O yüzden, direngenlik kanımızda var. Baskılar, tehditler umurumuzda değil.
Okuduğunuz ilk cümle, 30. İstanbul Pride Komitesi’nden Merih’den ikincisi de Câker’den.
Online etkinlikler, yüz yüze toplantılar, söyleşiler, güllümlü eğlenceler, yürüyüşler...
Türkiye LGBTİ+ Hareketi, Onur Ayı dolayısıyla dünyanın bir çok ülkesindeki gibi Türkiye’nin sokaklarını, direniş ve dayanışma alanlarına çevirmeye hazırlanıyor.
İstanbul’da 26 Haziran’da düzenlenecek olan 19. Onur Yürüyüşü ve 30. Onur Haftası etkinliklerini bianet’e İstanbul Pride Komitesi’nden Câker ve Merih anlatıyor.
"Tatlı bir telaş, büyük heyecan var”
Yine Haziran’da yine Onur Haftası içindeyiz, hemen başlayalım. Ne hissediyorsunuz? Nasılsınız?
Merih: Çok heyecanlıyım. Bu, 30. yılı Onur Haftası’nın yürüyüşün de 20.yılı. Sayıları çok seviyorum. Benim için bu dönemi sayılarla anlatmak, biraz daha keyifli oluyor. Genel olarak heyecanlıyız. Kaçıncı sayı olduğunun önemi yok aslında. Tatlı bir telaşımız var.
Câker: Ben de hiç aklımda tutamıyorum sayıları. Hangi yıldı kaç yıl oldu gibi. Ama heyecanımız büyük.
Atölyeler ve panaller
Nasıl hazırlanıldı bu yıla? Onur Haftası etkinlikleri merakla bekleniyor…
Merih: Bu yıl için yine, aslında açık çağrılarla başladık, böyle küçük küçük örgütlenmeler toparlanmalar gerçekleştirdik. Haftalık buluşmalarımızda, güzel bir ekip bir araya geliyoruz. Bir de çok sayıda yeni insan da geliyor bu yıl, daha öncesinde çok temas etmediğimiz bu insanların da ilgisini çekiyoruz.
Yine atölyelerle, söyleşilerle bir haftayı örmeye çalışıyoruz. Önümüzdeki günler, program duyurulacak.
Câker: Pandemi döneminde, online etkinlikler olduğu için daha erişilebilirdi bir anlamda bütün etkinliklerimiz. Dünyanın her yerinden insanlar, takip edebiliyordu. Ama bir yandan da fiziksel etkinliklerimizle bir araya gelmeyi özlemiştik. Zira karşılaşma alanlarımızın çok daraldığı bir zamandayız.
Merih: Üç dört tane online etkinlik var programda. Kalanları böyle bir yüzde 85 oranında fiziksel, yüzde 10-15 oranında onlineda da yapılabileceğimiz etkinliklerle birlikte planladık.
“Direnişimiz hiç bitmiyor”
“Direniş” temasına gelmek istiyorum.. Söz oraya gelecekti elbette… Neden tercih ettiniz?
Merih: Direniş deyince böyle insan bir heyecanlanıyor. Öncelikle, bize yakın gelmişti ama zaten aslında bundan önceki iki senede de benzer bir şey yapmıştık.
Hatta, açık çağrıya çıkmıştık yine “önerileriniz var mı? Neden? Motivasyonlarınızı yazınız” gibisinden. Sonrasında hepsi bir havuzda toplanıyor zaten. Ve birkaç haftaya yayılan bir süreçte tükete tükete hangi temayı bu senenin teması olarak görmek istediğimize dair birbirimizin motivasyonlarını ölçüyoruz ve öyle seçiyoruz.
Özellikle o toplantıda dört beş saat üzerinde tartıştık. “Mücadele mi olsun, direniş mi olsun?” saatlerce tartıştık. Çok kuvvetli kelimeler üzerinden de geldi tema önerileri.
Sanırım “direniş” teması, herkesin de hafızasında yer tutmuş sanırım, bütün direnişlerimizi hatırlamaya yönelik bir şey olduğuna kanaat getirmiş olduk.
Evet ilk baktığımızda böyle Onur Haftası'nın da tarihini bilenler için ikinci kez gündeme getirilen bir tema. 2013’te de bu tema vardı. Evet aynı temayı tekrardan söyleyebiliyoruz. Çünkü aslında direnişimiz hiç bitmiyor. 2013’te de söyledik ve devam ediyoruz aslında.
Belki 2013’te Gezi’yle birlikte bu tema vardı ve gezi direnişi başladı. Sonrasında bizim direnişimiz de hiç bitmedi.
Gezi’den sonra lubunyalara olduğu gibi nefret söylemleri, iktidarın söylemleri, baskılar, şiddet artması bütün muhalif gruplara, bütün aslında hak mücadelesi veren grupların üzerinde devam etti. Onur haftası da bu sene bütün direnişlerini hatırlamayı seçti diyelim.
Câker: Melih zaten bahsetti direniş temasıyla zaten direnen insanlar olduk, hemen o sene. Bizim tema seçim sürecimiz çok eğlenceli. Yeşim arkadaşımıza selam olsun buradan. Kendisi çok destek oldu. Aslında herkesin içine en sonunda en çok sinen şeyi yapıyoruz. Dolayısıyla kimse aslında bir temayı seçtiğimizde çok da öfkelenmiyor, kafasında soru işareti kalmıyor. Biz öyle yöntemler deniyoruz ki test seçildiğinde kimse “ya ben bunu istemiyordum” demiyor.
Tabii ki direniş teması tekrar tekrar her sene olabilecek bir tema zaten. Çünkü baskılar karşısında direnmekten başka çaremiz yok. Varlığımız ancak böyle yerini bulabiliyor.
Sokakta sürekli zaten direnen bir toplamız. O yüzden direngenlik kanımızda var. Baskılar, tehditler umurumuzda değil. O yüzden biraz bunu alevlendirme ve güçlendirmek için güzel oldu bu tema.
“Baskılara karşı deneyimimiz var”
Siz anlatırken ben de heyecanlandım. Nasıl olacak sizce bu sene?
Câker: Aslında sokağı daha fazla kullanmak istediğimiz bir süreç. Bu Onur Haftası'nın otonomlaşan Onur Yürüyüşü Komitesi olarak daha yaratıcı eylemlere imza atmak istedik. Şu geldiğimiz gün itibariyle neredeyse sokağa çıkan herkesi gözaltına alıp işkence ediyorlar.
Rektörlüğün önünde pahalı arabayı eleştirmek için maket araba koyan kişi okuldan uzaklaştırılabiliyor. Böyle yaratıcı eylemlere dahi izin vermeyen ve bunları yok sayan ve bizi boğmak isteyen birileri var.
O yüzden tabii ki işimiz kolay değil. Ama bir o kadar da aşinayız. Bir o kadar da deneyimimiz var. Dolayısıyla 26 Haziran'da eğer yürüyorsak o çağrıyı o güne o bir yere yaptıysak insanlar zaten her şeyi bile, isteye geliyor oluyor.
Toplumdaki bu baskıyı da biliyorlar. Bizim elimizden geleni yapıp aslında bu ablukayı kırabilecek alanları nerede yaratabiliriz? Nerelerde toplanabiliriz gibi gibi çalışmalarımız devam ediyor. Ama tabii ki yine her zamanki gibi baskı altında geçecek. Önemli olan bizim bir aradalığımız ve aslında direnişimiz diyoruz o yüzden.
Merih: Benim aslında çok ekleyeceğim bir şey yok. Şöyle söyleyebilirim etkinlikler üzerinden hani bizimle küçük küçük önlemlerimiz oluyor. Şurada bu olur mu? Polis nereden gelir gibi.
Bir de ilk kez sahaya çıkacak lubunyalar için endişeliyiz, esas olarak onlara yönelik tedbirlerimiz olacak. Bizler aşinayız artan şiddetin farkındayız. Korku politikasını biliyoruz. Daha çok yaptırım uyguluyorlar ve daha çok korkmanızı istiyorlar.
Bir noktada hani vazgeçemeyeceğimiz şeyler üzerinden tehditler alıyoruz ya da yaptırımlar alıyoruz. Bu nedenle o alanda mümkün mertebe gönüllü sayımızı ya da en azından baskılara aşina lubunya arkadaşlarımızı arttıracağız.
Bir aradalığımız yani dediği gibi çok önemli bu noktada. Çünkü birimizin olmadığı noktada diğerimizin aslında orada müdahale edecek, birbirimizi koruyabilecek alanları gözetmesi gerekiyor.
Sizin anlattıklarınızdan benim kafamda dayanışma da canlandı. Alandaki dayanışma… Siz ne düşünüyorsunuz?
Merih: Kesinlikle yani dayanışmasız olmaz. Ben de açıkçası sokağa çıkarken ya da en azından örgütlenirken dayanışmanın varlığını bildiğim için çok rahat gidebiliyorum. Böyle bir alana da hani dayanışma varlığına güvendiğim için gidebileceğim.
Hem partilere hem sokaktaki eylemlere, yürüyüşe. Çünkü o noktada aslında şiddetle yüz yüze kaldığımız anda şu an konuştuğumuzun çok ötesinde bir adrenalinle ve bir korkuyla karşılaşabiliyoruz. Her ne kadar deneyimli olsak bile. O noktada bizi gözeten arkadaşlarımıza ihtiyaç duyabiliyoruz. Bu yüzden önemli dayanışma.
Câker: Bir de her birimizin özgürlüğü de biraz lubunyalardan geçiyor. Biz bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti'nin özgürlüğün teminatıyız. Biz ne kadar görünüyor olursak, ne kadar yüksek olursak, insanlar da o kadar özgür olabilecek.
Aynı zamanda kadın hareketi de aynı şekilde. O yüzden bizlerin hepinizin özgürlüğünü ilgilendiren konular olduğu için hepsi, çoğu eylemde sanırsam artık sokakta bir arada olmamız gerekiyor.
Son dönemde köpürtülen yeni tarz var. “Lubunyalar neden 1 Mayıs’ta, neden newrozda?” gibi.. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Merih: Aslında benim aklıma şöyle bir şey geliyor. Belki Câker, başka şeyler ekler. Bir tık böyle demoralize etme, uzaklaştırma, alanlardan hani öte ve öteye süpürme gibi bir şey oluyor. Çünkü o noktada aslında newrozun ya da bütün eylemlerin benim insan varlığımla ilgili ve aslında toplumdaki diğer sosyal alanlarla etkileşimim içerisinde olduğum için o alanın öznesiyim. Bu lubunya olmanın ötesinde ben bir işçi olduğum için oradayım.
Hak ihlaline maruz kaldığım için 1 Mayıs'ta hakkımı savunuyorum.Zaten lubunyalar aslında iş alanlarının hepsinde var olmaya çalışıyor. Direnmeye çalışıyorlar yine aynı şekilde. O direnişin de bir parçası oluyorlar. Bunu görmezden geliyorlar. Ötekileştirme hep böyle başlıyor aslında.
Bir noktada hani muhalefet gruplarından ya da işte alan savunan diğer hak mücadelesi veren gruplarda da “evet lubunyalar olsun ama buraya kadar” diye bakıyor, böyle bir sınır çizme mekanizması oluşuyor. O sınır çizmenin bir sonu yok. Hak mücadelesi veriyorsak hep birlikte olması lazım. Önce o sınırları kaldırmamız gerekiyor.
Câker: Aslında benzer şekilde düşünüyorum ben de. Belki başka kelimeler kullanıyor olacağım ama benzer bir şey anlatıyor olacağım.
Biz yine cinsel yönlü ve cinsiyet kimliğine dair politika üreten insanlarız ama aynı zamanda biz ortak deneyimlerle deneyimlerimizin
ezilmelerimizin veya dayanışmalarımızın ortaklığıyla bir arada duruyoruz. Yani bir yere gittiğimizde tabii ki yönelimlerimiz üzerinden bir aradalığımız var. Ama dediği gibi kesişen kimliklerimiz üzerinden gidiyoruz.
Bir yandan bize diyorlar ki ‘sadece cinsellik şeyleri barındırıyorsun, siz hep cinsellikten bahsediyorsunuz’ diyorlar.
Sonra da 1 Mayıs’a gidince de “Neden buradasınız? İşçi misiniz?”. Tam tersini söylerler. Tabii ki gideceğiz. Çünkü ben bir çalışanım. Bir başkası işçi, başka birisi, başka bir alanda emekçi.
Ayrıyeten de sokağa çıkacak alanımız da kalmadı. Kusura bakmasınlar ama gerçi gerçekten 1 Mayıs'ta özgürce hani şarkılar söyleyip temaşa ettik.
Şu an biz Yeldeğirmeni’nde beş kişi bir araya geldiğimizde polisin haberi olup yürüyemiyoruz beş kişi bir araya gelemiyoruz. O yüzden tabii ki her alanında işgal edeceğiz. Hiç de kusura bakmasın kimse. Yani oradayız. Orada olacağız.
Onur Haftası ve Onur Ay'ına dair yani bu podcasti dinleyen, bu haberi okuyanlar ne düşünsün? Ne bilsin size dair?Çünkü bu sayfa sizin sayfanız. Bu ses sizin sesiniz. Ne söylemek istersiniz?
Câker: Hafta boyunca çok güzel etkinlikler var. Kepimiz kendimizi yaşatalım, lubunyalığımızı yaşatalım. Gidelim etkinliklere ve yürüyüşte de hep beraber temaşa edelim. Gelelim. Gerekirse gazımızı da yeriz alıklığımızı da yaparız.
Merih: Kendimizden vazgeçmiyoruz. Alanlarımızdan vazgeçmiyoruz. Aslında hep bir aradayız. Lubunyalar kendisine benzer ve aynı şekilde umutlanan başka birisini gördüğü için aslında bu mücadeleyi sürdürüyor. Bu mücadele bir kişi eksikken daha bir tatsız ama bir kişi daha fazlayken hep birlikteyken daha bir güllümlü, daha tatlı. Umarım hep birlikte oluruz.
TIKLAYIN - "Cinsiyet kimliği üreme organlarıyla belirlenmiyor"
İzleme önerileri*Milk Beni en fazla etkileyen ve kendimle yüzleşmemi sağlayan filmlerden. Ben de hem bu ve benzer filmleri izlemeden önce hem de LGBTİ+ alanında haber üretmeye başlamadan önce tam olarak homofobik olmasam da iflah olmaz önyargılarım vardı. İşte bu önyargılarımı kıran filmlerden ilkidir, Milk. Biyografik –dram tarzındaki filmde, LGBTİ+ hakları savunucusu Amerikalı bir eşcinsel olan Harvey Milk'in hayatının son sekiz yılına odaklanıyor. Gus Van Sant'ın yönettiği 2008 yapımı filmde, Sean Penn başrolde. Penn’e ikinci Oscar’ını kazandıran filmi, izlemediyseniz, “şiddetle öneriyorum” değil ama şefkatle öneriyorum. Dikkatinize sunuyorum. * Küçük Kız Berlinale’den Teddy Ödülü kazanmış Sébastien Lifshitz, Bambi ve Wild Side gibi LGBTQ karakterleri odağına alan filmleriyle tanınan bir isim. Lifshitz, hayli zorlu ve güncel bir meseleye çeviriyor kamerasını. Küçük Kız, 7 yaşındaki Sasha ve ailesini bir yıl boyunca gözlemliyor. Kendini hep bir kız olarak gören ve hisseden Sasha okulda erkek kıyafetleri giymek zorunda bırakılsa da ailesi durumun ve Sasha’nın ciddiyetinin farkında. Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Küçük Kız Sasha’nın dilediği gibi olma ve özgürce yaşama mücadelesini, toplumun tepkilerini ve ailesinin tüm fobik saldırılara karşı dirayetli duruşunu içe işleyen bir sinema diliyle anlatıyor. Özellikle LGBTİ+ çocukların yaşadıklarının daha doğrusu onlara yaşatılanları görmek adına önemli bir film. Filmin hikayesinin anlatıldığı bölümü, filmi Türkiyeli seyirci ile buluşturan İKSV’nin sayfasından aldım. 2020’de festivalde gösterilen filmin tekrar seyirci ile buluşması harika olurdu. * Bu film aynı zamanda, kadınlara ve erkeklere ilham olacak türden. Filmin mesajı net: “Ne kadar marjinal olmakla suçlanırsan suçlan kendin olmaktan vazgeçme.” Filmin konusuna gelirsek….Yetimhanede başlayıp, kabare şarkıcılığına uzanan daha sonra da dünyanın en önemli modacısı olma yolunda ilerleyen, masal gibi bir hayat. Yönetmen koltuğunda Anne Fontaine’in oturduğu filmde Coco Chanel’i her defasında hayranı olduğum Audrey Tautou canlandırıyor. Eğer sizin de kendinize göre hazırladığınız bir “gökkuşağı filmler” listeniz varsa, buyurun paylaşın, yayınlayalım… Onur Ayı hoş geldi, neşeli geldi…LGBTİ+ haklarının insan hakları olduğunu bir kez daha hatırlatsın hepimize! |
Görsel: csgorselarsiv.org/Esra Tokat, haberin içindeki fotoğraflar Evrim Kepenek/bianet