Türkiye'de feminist harekete uzun yıllar emek veren bir grup kadın inatlarını, cesaretlerini ve enerjilerini birleştirip, "okumak istedikleri" kitapları yayımlamak için bir yayınevi kurdu. Adını da eski bir rüyadan devşirip "Ayizi" koydu.
Varlık nedenleri, Aksu Bora'nın deyimiyle, "Anlatmaya değer bulunmayan hikayeleri dinlemek, ayrıntının, önemsizin, kıyıda kalmışın peşinden gitmek".
Kurucular, İlknur Üstün, Aksu Bora ve Selma Acuner. Ancak Bora, "Gönüllü desteklerini aldığımız başka kadınlar da var" diye vurguluyor:
Tennur Baş, kitapların kapaklarını ve grafik tasarımlarını, Can Cankoçak edebiyat editörlüğünü yapıyor. Semanur Sevim ise mali işleri yürütüyor.
Yayın kurulunda da feministlerin ve okurların yakından tanıdığı isimler var: Simten Coşar, Handan Çağlayan, Nilgün Toker, Eser Köker, Pınar Selek, Hatice Meryem, Nebahat Akkoç, Ece Göztepe, Neslihan Cangöz, Melek Göregenli.
Ayizi bugün yedinci ayını doldurmaya hazırlanıyor. Yedi aya üç kitap sığdırdı. Sevi Bayraktar'ın "Makbul Anneler, Müstakbel Vatandaşlar"ı ile başladıkları serüven Yeşim Erdem'in "Filedelfiya Hikayeleri" ve Meral Akbaş'ın "Mamak Kitabı" ile devam etti. Hande Ortaç'ın "Kankurtaran"ı yolda.
Bora, bianet'in sorularını yanıtlarken yayınevini, kuruluş amaçlarını, hayallerini anlatıyor:
Bir yayınevi kurma fikri nasıl oluştu?
Bu fikir feministlerin aklına gelir ara ara, bazen girişirler de: 1980'lerin ortasında Kadın Çevresi, 1990'ların sonunda Pazartesi, 2000'lerin başında Amargi, Çitlenbik, (hatta kendisi bu göndermeye kızacak bile olsa) Filiz Bingölçe'nin AltÜst Yayınları, bu türden girişimlerdir. Bizimki de epey eski bir hayaldi. Ama işte, hayaldi. Sonra, biraz İlknur'un inadı, biraz Selma'nın cesareti, biraz benim enerjim bir araya geldi, hayal gerçek oldu.
Üçümüzün de hayatında biraz sükunet ve denge zamanı gelmişti sanırım. Fazla bileşenli, fazla çatışmalı, çok dağınık çalışmalarla uzun yıllar geçirdikten sonra, biraz daha kontrollü, sakin, çerçevesi belli işler yapalım diye düşündük. Tabii çok kısa sürede yayıncılığın da pek öyle sakin bir iş olmadığını gördük!
Neden feminist bir yayınevi, neden Ayizi?
Yayınevi kurmayı hayal etmemiştik hiç. Baştan itibaren, feminist bir yayıneviydi aklımızdaki. Yoksa bu kadar iyi yayıncıların olduğu bir yerde bize pek bir iş düşmezdi... İsim düşünmeye başladığımızda, ben zaten cebimde olan Ayizi'ni çıkardım. Çok eski bir rüyaydı o, ne olduğunu bilmediğim bir sözcük olarak duruyordu, İlknur ve Selma da beğenince, tamam dedik. Ayizi feminist bir yayınevi için uygun görünüyor: Dişil öge olan suların yöneticisi ayın bedenimize dokunmasının izi gibi sanki. Ya da arkasında bıraktığı ince iz... Bana müziği güzel geliyor en çok. Bir mantra gibi tekrarlayabilirim: Ayizi, ayizi, ayizi!!
Yayınevinin internet sitesinde "sistematik bir feminist yayıncılık" yapmak istediğinizi söylüyorsunuz. "Sistematik feminist yayıncılık"ı açıklayabilir misiniz?
Feministler toplanmış feministlerin kitaplarını basıyor gibi bir durumdan çok, bu memlekette feminist hareketin, feminist kadınların, bizim neye ihtiyacımız var diye düşünerek, bu ihtiyaçların izini sürerek ilerlemeye çalışıyoruz. Sistematik olan, bu. Yani tek tek kitaplar değil de, belirli izlekler olacak, hepsi bir araya gelince de anlamlı bir bütün oluşturacak. Bizi başka yayınevlerinden ayıracak şey, bu. Feminist kitaplar basan tek yayınevi biz değiliz, bizim farkımız, esas işimizin bu olması.
Yayın ilkeleriniz ve kriterleriniz neler?
Beni çok geren bir soru bu! Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum. Biz bir sürü şey konuştuk, beraber hayal kurduk, acayip diziler tasarladık, hatta ancak bizimle çalışabilecek türden kaçık yazarlar bile yarattık. Ama yayın ilkelerimizin ne olacağını hiç konuşmadık! Galiba üçümüz de pek "prensip sahibi" kadınlar değiliz. Kırmızı çizgiler, mor geçitler falan...
Ne bileyim. Çifte standart derler ya, bizde çifte standardın beteri var: Bazı kitapları sadece sevdiğimiz için yayınlarız, bazılarını sadece sevmediğimiz için yayınlamayabiliriz. Bazısı "vay, hiç böyle düşünmemiştim" dedirtir, o sebeple yayınlarız, bazısı "ahhh, bu da bu kadar güzel söylenirdi ancak" diye düşündürür, yayınlarız. Bir çekmecede yıllanmış bir dosyadan ne hazineler çıkabileceğini kim bilebilir ki?
Bu türden heyecanların peşinden gideceğiz galiba, ilkelerden çok. Birbirimize, aklımıza ve kalbimize güveniyoruz, hata yapabiliriz tabii ki ama bunu yüksek prensipler nedeniyle değil de yanlış sezgiler ya da manasız bir akıl yürütme nedeniyle yapmayı tercih ederiz.
Feminizmin, çalışma koşulları, iletişim tarzı vb. gibi, yayın politikanız dışında belirleyici olduğu alanlar olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet ve hayır. Feminist olduğunuzda, dünyaya bakışınız değişiyor. Bu kadar uzun bir yaşanmışlık, ortak deneyimlerden geçmişlik, biriktirmişlik... Tabii ki belirli ilişki biçimlerini kolaylaştırırken bazılarından bizi uzak tutuyor.
Bu bakımdan, tabii ki bir fark yaratır. Ama feminizmi bir tür ahlakçılık olarak görmeyi hiç istemeyiz: Bir feminist şunu yapmaz, bunu demez, şöyle düşünmez...
Daha çok, kendimizi "yayıncılığın gerekleri"ne kaptırmamaya çalışıyoruz. Örneğin, işlerin çoğunu kendimiz yapıyoruz, bazılarını sevdiğimiz, tanıdığımız, başka pek çok şeyi de paylaştığımız arkadaşların yardımıyla. Yayınevini büyütmeyi düşünmüyoruz, böyle biraz amatör biraz hevesli gideceğiz bir süre. Bakalım, zaman ne gösterir.
Yayıncılık alanına eleştirileriniz neler? Bu eleştiriler karşısında siz nasıl bir yol izlemeyi - hem yayın hem de çalışma ilkeleri bakımından- planlıyorsunuz?
Derdi günü feminizm olan bir yayıneviyseniz, diğerlerinin önceliği olmayan şeyler sizin esas meseleniz olur. Böyle değiller diye kimseye bir şey denemez, bu onlarla değil, bizimle ilgili bir şey yani.
Basitçe, anlatmaya değer bulunmayan hikâyeleri dinlemek, ayrıntının, önemsizin, kıyıda kalmışın peşinden gitmek istiyoruz. Bunu varlık nedenimiz olarak görüyoruz. Okumak istediğimiz kitaplar bunlar bizim- kadınların boğazındaki dokuz düğüme takılıp kalmış olanlar.
Türkiye'de feminist hareketin güçlü, feminist düşünce üretiminin cılız olduğunu belirtiyorsunuz. Bu durumun nedenleri neler olabilir ve nasıl aşılabilir sizce?
Bana öyle geliyor ki, çok çalışmanın yan etkileri bunlar: Gündem hep çok yüklü, acil işler hep çok fazla, protesto etmek gereken çok şey var, izlenmesi gereken çok mahkeme var... Feminist hareketin durup kendine bakacak vakti yok sanki.
Biz Amargi Dergi'yi çıkarırken de benzer bir tespitten yola çıkmıştık. Aynı zamanda, düşüncenin üretildiği ortamlar da içeriği belirliyor (medium is the message!).
İnternet tartışma gruplarının düşüncelerin ilerlemesi, derinleşmesi için en uygun mecra olduğundan emin değilim. Sanki düşünceyi ilerletmekten çok, pozisyonları sabitlemeye yarıyor gibi. Bir de kafa göz yarmaya!
Farklı kanallardan beslenen, farklı dillerde konuşmayı becerebilen politik özneler olmaya ihtiyacımız var: Edebiyattan, plastik sanattan, sinemadan, kişisel anlatılardan, gözyaşından ve kahkahadan. Kitaplar da buna yarar işte. Yaramaz mı?
Ben hala bilinç yükseltmenin en temel feminist iş olduğuna inanıyorum, bunu geniş bir kolektif içinde yapabilmenin yollarından biri de, aynı kitapları okumak, bunları düşünmek, konuşmak, eleştirmek...
Bizim hayatımızda bunu yapabildiğimiz bir grup var ve ne kadar besleyici, ne kadar dönüştürücü ve nasıl güçlendirici olduğunu yaşayarak görmeye devam ediyoruz.
Yine aynı yazıdan: "Kadınların kendi hikayelerini yazmaya çok ihtiyaçları olduğunu biliyoruz." Kadın yazınının ve kadınların yazmasının önündeki engeller sizce neler? Bu engelleri aşmak için neler yapılabilir?
Yazmaya korkuyoruz. Konuşmaktan daha ciddi, daha zor bir şey gibi görünüyor. Bir kez kağıda döküldü mü geri alınamaz. Kendimizi herkesin ortasına savunmasızca atmak gibi. Mahremin alacakaranlığında, güvenli arkadaş ortamlarında kalmıyorsunuz çünkü o zaman. Fazla çıplak, fazla ortada... Zor.
Bu engelleri aşmak için yazmak, birlikte yazmak, birbirimizi teşvik etmek (mesela birbirimizin yazdıklarını okumak ve beğenmek!) lazım. Yargılamak, korkutmak, eleştirmek, incitmek... zaten bu dünyada fazlasıyla yapılan şeyler, bizim birbirimize başka türlü davranmayı becerebilmemiz lazım... Bakın işte, illa ki bir feminist ahlak, bir prensip olacaksa, esası budur bence: Birbirini kötürümleştirmemek!
Yazmak isteyen ancak nereden başlayacağını bilemeyen kadınlar için bir tavsiyeniz var mıdır?
Ne kadar zor bir soru. Hepimiz için tek bir yol olduğundan emin değilim. Ama kendi tecrübemden biliyorum ki, arkadaşlarımla konuşmak, konuştuklarımı yazmak, onlarla paylaşmak, her zaman iyi gelmiştir.
Okuma grubunda Lily Barth'ın (Edith Wharton'un nefis bir karakteri) onu felakete doğru götüren kararlarını tartıştıktan sonra bir kadının geri çekilmesinin anlamını bulabilirim, böyle bir kadının hikâyesini yazmayı hayal edebilirim, hatta başlayabilirim bile!
Yayınevini bir tür "açık üniversite" gibi çalıştırmaktan söz ediyorsunuz. Eser Köker'in "feminist biyografi" üzerine seminerler vereceğine değiniyorsunuz. Bu seminerler başladı mı? Nerede, ne zaman başlayacak? Katılma koşulları nelerdir?
Başladı da bitiyor bile! Seminer duyurusunu Şubat ayında yaptık, Martta başladı, sanıyorum Haziran'da bitecek... Fazla bir koşul yoktu. İstekli ve meraklı olmak yetiyordu. Bir de cüzi bir ücret ödemek.
Tabii yayınevinin çok küçük bir bürosu olduğunu hesaba katarsak, başvuruların tamamını kabul edemedik, baştan belirlediğimiz sayının birazcık üzerine çıktıysak bile, bunu çok abartmamız mümkün değildi...
Haftada bir gün toplandı bu grup, Eser Köker'le birlikte biyografiler üzerinde çalıştılar, kendileri de yazdılar, kendi yaşam öyküleri ile biyografilerde anlatılanları karşılaştırdılar, duyabildiğim kadarıyla çok güldüler, sanırım biraz ağladıkları da oldu...
Ben bu seminerlere katılmıyorum, yayınevinde dip odada oluyorum genellikle, kulak kabartmalarım sonucu edindiğim izlenimler böyle. Bazen ara verdiklerinde çay servisine yardım bahanesiyle ortama giriyorum ama arkadaşlar biraz ketum!
Sonbaharda aynı grubun bu kez görsel anlatılar üzerinden biyografi çalışma niyeti var gibi görünüyor. Henüz resmi bir açıklama yapmadılar! Bir de yine sonbaharda, Handan Çağlayan'ın milliyetçilik ve cinsiyet semineri olacak...
Bugüne kadar üç kitap yayınladınız. Bundan sonra programda neler var?
Dört de diyebiliriz! Kankurutan isimli yeni bir kitabımız var, bugünlerde piyasada olacak. Hande Ortaç'tan. Gencecik bir yazarın ilk kitabı. Cesur, yeni, heyecanlı. Bu sezonu iki ikinci baskıyla kapatıyoruz: Pınar Selek'ten "Maskeler, Süvariler, Gacılar" ve Aynur Demirdirek'ten "Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi."
Ağustos'ta biraz dinleneceğiz, Eylül için "çılgın projeler" var! (BB)