Gerçek bir demokrasi kadınsız olamaz. Kadınlara sadece seçmen rolü verip karar alma sorumluluğundan dışlamak "demokrasiyi" bir erkekler demokrasisi yapar. Bunun en ünlü tarihi örneği, bildiğimiz gibi, M. Ö. 5'inci yüzyıldaki "Atina Demokrasisi"dir.
Ne hazindir ki, 25 yüzyıl sonra, 21'inci yüzyıl başında, dünyanın hiçbir demokrasisi, "erkek demokrasisi" olmanın ötesine geçemedi. Gerçek demokrasiye en yaklaşan, günümüzün "İsveç demokrasisi"dir.
Öte yandan, bütün erkek demokrasilerinde kadın hareketleri 1990'ların ortasından bu yana, erkek demokrasilerini gerçek demokrasilere dönüştürmeye, yani "seçilme ve karar alma mevkilerinde kadın - erkek eşitliği" ni sağlamaya odaklanmışlardır.
Neden bu kadar gecikildi?
Bilindiği gibi erkek demokrasileri, 20. yüzyıl başlarında, çoğu yerde yarım yüzyıldan fazla süren mücadelelerin ardından, nüfusun yarısını oluşturan kadınları 'vatandaş' olarak kabul etmeye, yani 'seçme ve seçilme' haklarını tanımaya razı olmuşlardı.
Ama, seçilme hakkının fiilen kullanılması için neredeyse bir yüzyıl daha geçmesi gerekti. Hem de, 1970'li yıllardan (Türkiye'de 1980'lerden) itibaren çoğu erkek demokrasisinin en etkili toplumsal hareketlerinden biri olan "kadın hareketleri" sahneye çıktığı halde.
Burada bana en anlamlı görünen açıklama, ünlü Fransız feminist hukukçu Gisele Halimi'ninki. Fransa'da "kadınlar için kota" fikrini ilk ortaya atan, 1982'de Fransız parlamentosunda bulunduğu sırada kabul edilen, ancak anayasa mahkemesinden dönen bir yasa teklifi veren Gisele Halimi, 1990'ların sonunda kurulan "parite" (tam eşitlik) komitesinin başkanlığını yaptı. 2000 yılında Fransa'da kabul edilen yasa, büyük ölçüde onun fikirlerini hayata geçirdi.
Bu öncü feminist, "feminist hareketin, 20 yıllık gecikme konusunda özeleştiri yapması gerektiğini, çünkü, 1970'lerde kadın hareketinin 'iktidarı erkeklerle eşit paylaşma' meselesinin hayati önemini kavrayamadığını" söyler.
Gerçekten, 1970'lerde kadın hareketi gündeme, yepyeni, özel hayata dair, bedene dair konuları getirdi ama "kamusal alan"ı, özellikle "siyasi iktidar" sorunu ihmal etti.
Erkek iktidarının en güçlü kalesi
Burada, kişisel deneyimimden bir örnek vermek isterim: 1978'de savunduğum doçentlik tezinin konusu, "Siyasal İktidar Karşısında Kadın" idi. Türkiye'de bu konuda yapılan ilk akademik çalışmaydı. Sorunun çeşitli boyutlarını analiz etmiş, vahim bir eşitsizlikle karşı karşıya olduğumuzu görmüştüm.
Ne var ki, benim ve bir grup arkadaşımın, karar organlarında kadınlara yapılan ayrımcılıkla özel olarak mücadele etmek amacıyla bir dernek kurma bilincine ulaşmamız için, 20 yıla yakın bir süre geçmesi gerekti.
KA-DER'i 1997'de kurduk. Bilgi sahibi olmakla, mücadele bilincine sahip olmak aynı şey değil. Ve belki de siyaset, erkek iktidarının en güçlü (ve son) kalesi olduğu için, kadınların bilincine, en son ulaşan konu oluyor ve oldu.
Ancak bir kez bu bilinç kazanılınca, işler çok daha hızlı ilerlemek zorunda. "Demokratik" denen toplumların hemen hepsinde benzer sebeplerden kaynaklanan bu sorunla ilgili olarak, uluslararası planda (CEDAW ve Pekin Eylem Platformu direktifleri) ve özellikle Avrupa çapında bilgi ve deneyim aktarımı çok hızlandı. "Olumlu ayrımcılık" önlemlerinin giderek meşruluk kazanması çalışmalara ivme verdi.
Türkiye en geri ülke
Avrupa Birliği üyeliği için müzakere sürecine başlayan Türkiye'nin, artık bu konuyu görmezden gelmesi mümkün değildir. Çünkü Türkiye, bugün, ne yazık ki, Avrupa'nın "eski ve yeni" erkek demokrasileri arasında, kadınların parlamentodaki oranına göre, "en geri" ülkedir.
Oysa, kabaca da olsa tarihe bakıldığında, Türkiye'nin daha saygın konumda olduğu bir dönem oldu. 1934'de Türkiye Cumhuriyeti kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanırken kimi eski Avrupa demokrasisinin önüne geçmişti.
Daha önemlisi, bir yıl sonra yapılan seçimlerde Millet Meclisi'ne 18 kadın temsilci girdi. Tek parti dönemindeki "demokrasi" (çoğulculuk) eksikliğini sembolik olarak aşma adına, kadınlara bir işlev verilmişti. Oranları yüzde 4,5'ti ve bu gene sembolik olarak çok önemliydi. Zira o dönemde Finlandiya dışında hiçbir "erkek demokrasisi"nde ulaşılamamış bir orandı.
Ayrıca, tek parti döneminde, adı böyle konuşmuş olmasa da, kadınlar bir tür "kota"dan yararlandılar. Meclisteki oranları 1935 - 1950 arasında yüzde 4,5 dolayında seyretti. Çok partili demokrasiye geçişle birlikte kadınların "sembolik" işlevi son bulunca, onlardan seçim sürecine erkeklerle "eşit" koşullarda katılmaları istendi.
Eşit koşullarda olmayanlar, aynı kulvarda yarışıyor
Ancak bugün çok iyi biliyoruz ki, koşulları "eşit" olmayanların aynı kulvarlarda yarışmaları aralarındaki eşitsizliğin sonsuza dek sürmesi demektir. Bir maraton koşucusunu, 100 metre koşucusuyla aynı kulvarda koşturmak gibi bir sonuç doğurur.
Neden? Çünkü, Türkiye'de "erkek egemen (Patriarkal) toplum" antropolojik anlamda "temsil" görevinin "erkeğe" vermiş görünüyor. Kadınlardan, çocukluktan, ilkokuldan itibaren, kadınlara uygun görülen aile içi geleneksel rolü benimsemeleri ve bununla yetinmeleri bekleniyor. Kadınlarla erkekler arasında yetişkinlikte de koşullar farklı olmayı sürdürüyor. Ev dışında çalışsalar bile, kadınların ortalama geliri erkeklerinkinden az, mülkiyet hakkından yararlanan kadınların oranı ise sadece yüzde 10.
Tabii ki bunlar, siyasete atılmak, aday olmak isteyen kadınlar üzerinde erkeklere göre daha caydırıcı, hatta engelleyici bir etki yaratıyor. Ayrıca evli ve çocuklu kadınlar, kocaları gibi gelir getirici bir işte çalışsalar da, ev işi ve çocuk yetiştirme sorumluluğunu neredeyse tek başlarına üstleniyorlar. Bu da, kocalarından ve ailelerinden "sözlü teşvik" görseler bile, siyasete ayıracak zaman ve enerjilerinin erkeklerinkinden düşük olmasına yol açıyor.
Asıl sorun siyasi partilerde
Fakat asıl önemli sorun, siyasi partilerin içinde yaşanmaktadır. Türkiye'de Avrupalı Yeşiller gibi ilkeleri arasında iki cinsin tam eşitliğini sağlamak olan tek bir parti bile mevcut değildir.(Yeşiller Partisi'nde -özellikle Almanya'da- kuruluşundan bu yana, delegelerin, adayların, seçilmişlerin ve parti başkanlarının iki cins arasında eşit paylaşımı ilkesi benimsendiğinden, partinin biri kadın biri erkek iki başkanı vardır. Programlarında ayrımcılığa karşı mücadelenin tuttuğu yeri ayrıca vurgulamaya gerek duymuyorum.) Bütün partiler 'retorik' düzeyinde kadın erkek eşitliğine inandıklarını beyan etseler de, fiilen, kadınları desteklemez, hatta kösteklerler.
Bunun mekanizmaları bellidir: Toplumdaki cinsiyete dayalı işbölümü, partilerde aynen sürer. Erkekler seçilir, kadınlar seçtirir. Bir başka deyişle, partilerdeki kadın üyelerin sahip oldukları çok değerli becerileri (örgütleme, ev ziyaretleri, propaganda, para toplama, kermes düzenleme v.s) kendileri için değil, erkek adaylar için kullanmaları beklenir.
Tabii ki, bu koşullarda kadınların parti yönetimlerinde gerektiği gibi temsil edilmeleri, adaylığa talip olmaları, listelerin seçilebilir yerlerinden aday gösterilmeleri hayaldir. Kadın kolları da, var olduğu zaman, kadınları bir "getto"ya tıktığı için çözüm olmamıştı. Kadın kollarına tanınan tek kişilik "kontenjan" uğruna partili kadınlar erkekler için çalıştılar, çalışıyorlar.
Nasıl oluyor da, siyasette hala kadınlar var?
Kısacası asıl sorulması gereken soru, "Siyasete neden bu kadar az sayıda kadın giriyor" değil, "Nasıl oluyor da, bunca engele rağmen siyasette hala kadınlar var" sorusudur.
Bu koşullarda 60 yıllık "erkek demokrasi" sinin bilançosu şudur: 1980 öncesinde (1950 - 1977) kadınların TBMM'de elde edebildikleri en "parlak" sonuç, 1977'de 8 kadının (yüzde 1,7); 1980 sonrasında ise (1983 - 1995), 1995'te 13 kadının (yüzde 2,2) seçildikleri dönemlerde elde edilmişti. KA-DER'in kurulmasını izleyen iki seçimde (1999, 2002) bu sayılar 23 (yüzde 4,2) ve 24'e (yüzde 4,3) ulaşabildi.
Bu tempoda gidilirse, kadınların 550 kişilik TBMM'de, yarıya yakın bir sayıya ulaşmaları için, basit bir aritmetik işlekle (dört yılda + 1 kadın temsilci) yarım yüzyıldan uzun bir zaman gerekeceği görülür.
Oysa, ne kadınların, ne de Türkiye'nin bu kadar bekleyecek sabrı var. Türkiye, 10 -15 yıl içinde Avrupa Birliği'ne üye olmak istemekte, bunun için başbakanın ağzından, her alanda "çok çalışmaya" davet edilmektedir.
KA-DER bu konuda çok çalıştı, ev ödevlerini yaptı. Çözümün yolu bellidir: Kadınların önündeki çeşitli engelleri ortadan kaldırmak, yarışa erkeklerinkine yakın koşullarda girebilmeleri için onları desteklemek ve yasa yoluyla "cinsiyet kotası" uygulamasını başlatarak, uygulamayı denetlemek.
Bilindiği gibi, kadın hareketinin 15 yıl mücadelesini verdiği Medeni Kanun reformu 2001'de yapılabildi. Buna karşılık, öncelikle gene kadınların istediği Ceza Kanunu reformu, halen görev yapmakta olan meclis tarafından, daha kısa sürede, 2004'de gerçekleştirildi.
Böylece her ikisi de 1926'da kabul edilmiş bu iki temel yasa, nihayet, 21'nci yüzyılın koşullarına uygun hale getirildi. Şimdi sırada, Türkiye'yi "erkekler demokrasisi"nden "gerçek demokrasi"ye taşıyacak olan reform var. 1930'larda adı konmadan uygulanmış cinsiyet kotasını, ilke düzeyinde ve çağdaş dünyada kabul edilmiş normlara paralel kabul etmek. Bu da, gündemde olan seçim ve siyasi partiler yasaları reformuyla yapılacak.
Eminim, diğer büyük reformlarda olduğu gibi, kadın hareketi, KA-DER başta olmak üzere bütün kadın kuruluşları, partilerin kadın üyeleri, demokrasiden yana sivil toplum kuruluşları, demokrat medya ve kadınların karar organlarında daha fazla temsil edilmesi gerektiğine inanan tüm seçmen / vatandaşlar, kısacası gerçek demokrasiye bir adım daha yaklaşmak isteyen büyük çoğunluk, bu reformun arkasında duracak, mücadeleyi omuzlayacaktır. (FK/EÖ)
(*) KA-DER Onursal Başkanı
KA-DER'in "Erkek Demokrasi'den Gerçek Demokrasi'ye" adlı çalışmasından