Türkiye'de "kadın hareketi"nin, on dakikada, on maddede anlatılmaya çalışılması, bu hareketin batılı kız kardeşlerimizin hareketlerine göre; yeni, küçük, önemsiz ya da başarısız şeklinde algılanmasına yol açmamalıdır.
Tersine, ancak önemli ve başarılı bir siyasal hareket, bu kadar kısa sürede anlatılabilir.
Bu konuşmada bunu deneyeceğim. Bu konuşmayı yapmaya, 1980'li yıllarda gelişen "yeni kadın hareketi"ne ilk katılanlardan birisi olduğum için seçildiğimi düşünme eğilimindeyim. Bu beni hem mutlu etti hem de onurlandırdı. Konuşmamı çeyrek yüzyıla varan (1975-1999) feminist militanlık hayatıma dayandırmam, anlayışla karşılanacaktır umarım.
Türkiye'de kadın hareketi 1980'lerde başlamadı. Biz bunu seksenli yıllarda keşfetsek de, Türkiye'de kadın hareketinin geçmişi hayli eskidir, yüzyıldan önceye gider, Osmanlı'nın son döneminde başlamıştır. Batılı kız kardeşleriyle ilişki ve etkileşim içinde olan Osmanlı büyükannelerimiz, 1870'lerden başlayarak, söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme hakkı -poligaminin ilgası, tek taraflı bir erkek hakkı olan boşanmanın kısıtlanması- için mücadeleye başladılar. Kendi adlarıyla risale ve romanlar yazdılar, gazetelere okur mektupları gönderdiler, kendi dergilerini çıkardılar, erkeklerle polemiklere giriştiler, dernekler kurdular. Tanzimat bağlamında devlet katında yapılan reformları savunsalar da, dönemin reformcu erkekleri kadın hakları konusunda tutucuydu, Osmanlı değerlerini kadınlar üzerinden muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Kadınlar, kendi adlarına konuşarak bu tavrı çok ciddi olarak eleştirdiler.
Yirminci yüzyıl başlarında bu mücadele daha da şiddetlendi. Feminist kadın dernekleri sayıca arttı ve çeşitlendi. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı deneyimi kadınları siyasallaştırdı ve militanlaştırdı. Öyle ki, Jön Türk iktidarı altında, kadınlar üniversitede okuma, devlet dairelerinde memur, fabrikalarda işçi olarak çalışma haklarını kazandılar. 1917 Aile Kararnamesi ile, Müslüman kadınlar da diğer cemaatlerin yanı sıra, poligamiyi kısıtlayan ve boşanma hakkını tanıyan ileri adımlardan yararlandılar. Bu, İslam dünyasında bir ilkti. Oy hakkı, 1919'dan itibaren talep edilmeye başladı. Batılı süfrajetlerden çok da geride kalmış değillerdi.
Ulusal kurtuluş savaşına aktif olarak katılan örgütlü kadınlar, Cumhuriyetin kurulmasından sonra, ilk siyasi partiyi "Kadınlar Halk Fırkası" adıyla kurmak istediler. Ancak kendilerine bir dernek kurma izni verildi. Türk Kadınlar Birliği, Osmanlı kadın hareketinin mirasını Cumhuriyet dönemine aktarmada kilit bir kurumdu. Ne var ki, yeni kurulan ve kısa sürede bir tek parti rejimine dönüşen Cumhuriyet, 1926'da kadınlara yıllardır savundukları medeni haklarını; 1930 ve 1934'te siyasi haklarını tanırken, başka sivil toplum örgütlerinin yanı sıra kadın hareketini de baskı altına aldı. 1935'te Türk Kadınlar Birliği, oy hakkının kazanılması ve ilk kadın milletvekillerinin TBMM'ye girmelerinin ardından kendi kendini fesh etmek zorunda bırakıldı.
1935-1975 arasında artık bir kadın hareketinden söz etmek olanaksızdır. Kadınlar hayır derneklerinde çalışmaya teşvik edilirler ve "Atatürk sayesinde Türk kadınları Batılı kadınların önüne geçmiştir" yollu resmi söylem, sonunda kadınları sessiz bir çoğunluğa dönüştürür. Kadınlar buna rağmen Türkiye'de laikliğin ve cumhuriyet rejiminin en inanmış destekçileridir. Bu uzun dönemde üniversite eğitimi ve meslek edinme olanaklarından yararlanabilen seçkin bir kadın azınlığı, Türkiye'nin "vitrini"ni oluşturur. Ancak, bu ayrıcalıklara sahip olmayan geniş kadın kitleleri, ataerkil geleneklerin kırılamaması sonucu, tarım kesiminde ücretsiz aile işçisi olarak çalışırlar, mülkiyet, eğitim, gelir, sosyal güvenlik haklarından yoksun kalırlar. Toplumun en ezilen kesimi kadınlardır.
1975'te İlerici Kadınlar Derneği'nin kurulmasıyla, sol kesim kadınları bu tabloyu sorgulamaya başlarlar. Ancak onları harekete geçiren motif sınıf mücadelesidir ve işçi sınıfı kadınlarını örgütleyen bu militan kadınlar, sol hareketlerin erkekleri kadar "feminizm" karşıtıdırlar. 1980 askeri darbesinin ardından 1980'li yılları Batı ülkelerinde, "sürgünde" geçiren bu kadınların çoğu özeleştiri yaptı ve 90'lı yıllarda yeni kadın hareketi içinde yeniden yerlerini aldı. Sürgün yıllarında, 1970'lerde batılı toplumları derinden etkileyen kadın kurtuluşu hareketinden çok şey öğrendiler.
Yeni kadın hareketi, ya da feminist hareketin ikinci dalgası, Türkiye'de, batılı ülkelere göre 10 yıllık bir gecikmeyle de olsa, 1980'lerin başında ortaya çıktı. Sol hareketleri kadın bakış açısından eleştiren genç kadınların, eğitimlerini yurtdışında, batıda tamamlayıp dönen genç kadınların ve YÖK yasası nedeniyle üniversiteden istifa eden genç akademisyen kadınların oluşturdukları "bilinç yükseltme" grupları, erkek egemen topluma ve devlete eleştirel yaklaşan yepyeni bir tahlil geliştirdiler. 1989'da yayınladıkları "Feminist Manifesto" da çok açık şekilde ifade edildiği üzere, erkeklerin -ataerkil düzenin- "kadınların bedeni, kimliği ve emeği üzerinde kurduğu" egemenliğe karşı top yekun bir mücadele başlattılar. Bu mücadelede batılı kız kardeşlerinin yazdıklarından, eylemlerinden, önerdikleri reformlardan, elde ettikleri başarılardan çok yararlandılar. Bir yandan da kendi büyükannelerinin unutulmuş tarihini keşfettiler ve kendi toplumlarına özgü sorunlara öncelik verdiler.
Yirmi yılını geride bırakmış olan yeni kadın hareketinin önceliği kadınların "kimliği" ve "bedeni" idi. Batılı ülkelerin çoğunda kocayı aile reisi ve kadına üstün konumda gören eski medeni kanunlar 1950'li yıllarda Almanya, İskandinav ülkelerinde, 60'larda Fransa, Belçika, İngiltere'de, 70'lerde İtalya, Yunanistan'da, 80'lerde İspanya, Portekiz'de değiştirilmiş, aile içerisinde kadın-erkek eşit konuma gelmişlerdi.
Oysa Türkiye'de 1926'da dönemin en modern Medeni Kanunu olan İsviçre Medeni Kanunu'ndan yola çıkarak kabul edilen yasa değiştirilmemişti. Evli kadın, "reis" kocaya tabi, kısıtlı bir hukuki statüde bulunmaktaydı. Kimliği yok edilmekteydi. 1985'ten 90'lı yılların sonuna dek, on beş yıl süreyle, "Medeni Kanun reformu" kadın hareketinin gündeminde baş sırayı tuttu ve nihayet, 2001 yılında 2002'den itibaren yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun kabul edildi. Bu, kadınların ve kadın hareketinin en somut başarısı ve büyük bir kazanımdır.
Baskı altında tutulan ve şiddete maruz bırakılan kadın bedeni, seksenlerin sonu ile günümüz arasında kadın hareketinin öncelikli öbür konusu oldu ve her baskı ve şiddet biçimi çeşitli kampanyalara konu edildi: bekaret kontrolü, aile içi şiddet, tecavüz, cinsel taciz ve namus cinayetleri bu mücadelenin odaklandığı ciddi sorunlardı. Bazılarında kısmi başarılar elde edildi: Aile içi şiddet konusunda kadın hareketi "kadın sığınakları" modelini oluşturdu (Mor Çatı) ve belediyelerin hareketin geliştirdiği ilkelere uygun sığınaklar kurması gereğini gündeme getirdi. Bu mücadele halen sürüyor. 1998'de devlet "Aileyi Koruma Yasası"nı kabul ederek, şiddete maruz kalan kadınları koruma gereğini tanıdı. Bu da önemli bir başarıdır.
Ancak süreç içinde aile içi şiddetin çok yaygın olduğu ortaya çıktığından, kurulan sığınakların sayısı yetersizdir ve "muhafazakar" siyasi partiler kadınların taleplerine direnmektedir. Tecavüz kampanyası, Ceza Kanunu'nun "kadın karşıtı" yaklaşımını gün ışığına çıkardı ve 1989'da 438. Madde'nin iptalini sağladı.
1998'de de, "zina" konusunda kadınlara yönelik ayrımcı cezalar öngören 440. Madde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Ancak, birkaç maddenin değişmesiyle meselenin hallolmayacağını gören kadın hareketi, Ceza Kanunu'nun köklü revizyonunu gündeme getirmeyi başardı. Başta hukukçu kadınlar, kadın örgütleri platformları, halen TBMM'nin gündeminde olan yeni yasa taslağının kadınların talepleri doğrultusunda değiştirilmesi için çok yoğun bir lobi çalışması yürütmektedirler. Nihayet, "namus cinayetleri" 1997'den başlayarak çeşitli Anakültür gibi kampanyalara konu oldu (Anakültür) ve mücadele Diyarbakır'da KAMER örgütünün kurulmasıyla ivme kazandı. Birkaç yıl önce İsveç'i sarsan, Türkiye'den göçmüş bir ailenin kızının "namus cinayetine" kurban gitmesi üzerine, ne yazık ki kendi de bir cinayete kurban giden İsveç Dışişleri bakanı Anna Lindh'in Türkiye'ye kadar gelerek KAMER (Diyarbakır Kadın Merkezi) örgütüne 25.000 dolar bağış yapması, uluslararası kadın dayanışması adına unutulmaz bir jestti.
Kadın hareketlerinin, kısmen kendi başarılarının, kısmen ekonomik ve siyasal bunalımların sonucu olarak tüm dünyada, özellikle batılı ülkelerde 70'li yıllardaki etkinliğini yitirdiği bir konjonktürde, Türkiye kadın hareketi, yeterince bilinmese de, günümüzün en etkin ve canlı kadın hareketlerinden birisidir.
Demokratiktir, kendi içinde çoğuldur ve demokrasinin geliştirilmesinden yanadır. Örneğin, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER, demokrasiyi kadınlar açısından iyileştirmek üzere kurulmuş bir örgüttür.
İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin ötesinde, Anadolu'nun irili ufaklı hemen tüm kentsel yerleşimlerinde kök salmıştır.
Kadınları ilgilendiren her konuyu derinliğine tartışan, çözümler üreten yüzlerce -350'den fazla- dernek, vakıf, girişim, komisyon -baroların kadın komisyonları-, üniversite araştırma ve uygulama merkezi gibi örgütten oluşmaktadır.
Bu örgütler gündemdeki konuya göre değişik platformlarda bir araya gelmekte ve etkili işbirlikleri kurmaktadırlar. Kadın örgütlerinin en az yarım milyon kadını seferber ettiğini söylemek yanıltıcı değildir.
Ve nihayet, hemen tüm kadın örgütlerinin, batılı ülkelerdeki kız kardeşleriyle etkili bir bilgilenme-dayanışma ağı içerisinde bulunduğu vurgulanmalıdır. CEDAW'ın başkanı ve BM Kadına Karşı Şiddet Özel Raportörünün birer Türkiyeli kadın olması, Türkiye kadın hareketinin dünya kadın hareketiyle bütünleşme düzeyinin kanıtlarıdır.
Dileğim, Avrupa Birliği üyeliği adayı ve üyelik müzakerelerinin Aralık 2004'te başlamasını umduğumuz Türkiye'de kadınların verdiği yüzyıllık modernleşme, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin, batılı kadınlarca hak ettiği ölçüde izlenmesi ve desteklenmesidir. (ŞT/ÖG)
* Siyasal bilimci-yazar Tekeli'nin "Türkiye ve Avrupa Birliği'nde Kadınlar: Ortak Bir Anlayışa Doğru" başlıklı 13 Eylül'de yapılan uluslararası sempozyumdaki sunuşu
* Vurgular ve link bianet'e aittir.