17 Mayıs 1987’de Türkiye’de kadınlar ilk kez kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirdi: “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü”.
“Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz”, “Haklı dayak yoktur”, “Dayak aileden çıkmadır” sloganlarıyla İstanbul Kadıköy iskelesinde buluşan kadınlar, Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptı.
Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi hakimi Mustafa Durmuş’un bir kadının boşanma talebini "Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!" diyerek reddettiğinin ortaya çıkmasının ardından, kadınlar önce protesto telgrafları çekmiş, toplu olarak adliyelere gidip dava dilekçeleri vermiş, en sonunda da bu yürüyüşü örgütlemişlerdi.
Dayağa Karşı Yürüyüş’ün çağrı metnini okumak için tıklayın.
Bugün, Türkiye’de feminist hareket için bir dönüm noktası olarak görülen o yürüyüşün 30. yıldönümü. O yürüyüş için “Kadınlar Vardır” şarkısını yazan ve seslendiren feminist avukat Filiz Kerestecioğlu, şimdi milletvekili.
30. yıl vesilesiyle, yürüyüşe katılan örgütleyen kadınlarla bianet için konuştuk. Sakine Günel, Handan Koç ve Filiz Kerestecioğlu, bu yürüyüşle sistemin meşrulaştırdığı şiddetin ifşa edildiğini, kadınlar arası dayanışmanın kitleselleştiğini ve bu yürüyüşün yasal kazanımlara giden yolda bir başlangıç olduğunu anlattı. Ve kadın dayanışmasının, farklı siyasi görüşlerdeki grupların kampanyalar için birleşmesini sağlayarak demokratik örgütlenme geleneğinin kapısını araladığını…
Dayağa Karşı Yürüyüş gününü, Feminist Dergi’nin Ekim 1987 sayısından okumak için tıklayın
Handan Koç: Kadın hareketi reisli sisteme teslim olmuyorYürüyüş kadınların erkekler tarafından nerede nasıl ne için dövüldüğünü ve sistemin bu zulmü nasıl meşru gördüğünü açık etti. Bir perdeyi yırttı. Erkek egemen sistem kurallara karşı çıkan kadınları eviçi reisler olan erkeklerin dövmesini artık savunamıyor, bu bizlerin başarısı. Ekonomik ve ruhsal özgürlüğümüzün önüne sürekli yenilenen duvarlar örülse de hareket reisli sisteme teslim olmuyor ve olmayacak diye düşünüyorum. |
Sakine Günel: Kendimiz için bir şey yapıyorduk ve yürüyordukKadın olarak ezilmişliğimizin farkındaydık ve kendimiz için bir şey yapıyorduk. Tek tek evlere gidip kadınları yürüyüşe çağırdık. Aile içinde koca dayağının meşru görülmesine ve ‘dayak yemek kadının suçudur’ anlayışına karşı sokağa çıktık. İlk defa kadınlar olarak yürüyorduk. Çok heyecan vericiydi. Dayağa karşı kampanya, feminist bilincimizi ve kadınlar arası dayanışmayı geliştirmenin, hayatımızı dönüştürmemizin başlangıcı oldu. O dönem erkekler, onlardan bağımsız yapmak istediğimiz tartışma toplantılarına katılma ve söz alma konusunda ısrar ediyordu. ‘Feminizm burjuva idelojisi’ ve ‘hareketi böler’ anlayışı ile yürüyüşe katılmakta da ısrar ettiler. Kadınların arkasından yürümelerine izin verdik. Dayağa Karşı Yürüyüş, koca dayağının özel alandan çıkarılıp kadınlar arasında konuşulmaya başlamasının, kamusal alanda görünür olmasının, kadına şiddetin politikleşmesinin başlangıcı oldu. Ardından Mor Çatı kuruldu, sığınaklar kurultayı düzenlenmeye başladı. Kadınlar, dayanışma ve şiddete karşı mücadele yöntemleri açısından birçok deneyim biriktirdiler. Bu, yasal düzenlemelere de yansıdı. En son İstanbul Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme hükümetin kadına yönelik şiddeti önlemeyi taahhüt ettiği bir sözleşmeydi fakat kazanılmış tüm haklar gibi kağıt üstünde kaldı. AKP muhafazakar politikalarıyla kadına karşı şiddet ve kadın katliamlarında yükümlülüklerini yerine getirmeyerek erkekleri destekliyor. AKP iktidarında kadınların şiddete karşı kazanımlarında başa döndük. |
Filiz Kerestecioğlu: Demokratik örgütlenme geleneğinin kapısını araladıDayağa Karşı Yürüyüş, darbe sonrası yapılan ilk yasal yürüyüştü. Özel alanın politikasını yapmak, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ ya da ‘kadının karnını sıpasız sırtını sopasız bırakmamak gerek’ diyen mahkeme kararı gerekçesi gibi şeylerin ifşa edilmesi, kadınların şiddeti evde tek başlarına yaşamadığı, bütün kadınların sorunu olduğunu, potansiyel olarak hepimizin şiddet görebileceğini yüksek sesle ifade etmek ve buna karşı bir politik hat geliştirmek anlamında ciddi bir önemi vardı. Hem darbe sonrası olması hem de kadınların kendileri için yaptıkları ilk yürüyüş olması dışında da farklılıklar taşıyordu. Herkesin kendi kimliğiyle orada var olabilmesi, trans kadınların katılımı ve ilk defa kürsüden söz alması anlamında da önemliydi. O günlerde heyecanla toplantılar yaptık. Kendimizi yüksek sesle ifade etmek belki ilk kez yaşadığımız bir şeydi. Ayrı ayrı kadın gruplarıydık. Bu grupların birarada olması ayrı bir anlam taşıyordu. Ben Feminist dergi içindeydim, sosyalist feminist Kaktüs dergisini çıkaran arkadaşlarımız; Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği ve bağımsız kadınlar vardı. Örgütlenme geleneği anlamında, farklı görüşlerden olsa da kadın hareketinin kampanyalarda birleşebilmesi ve birlikte ses çıkarabilmesi aslında bu ülkenin demokratik örgütlenme geleneğinin kapısını açan bir eylemdi. Kadın hareketi Mor İğne, tacize karşı kampanyalar, kürtaj hakkı gibi konularda da bu geleneği sürdürdü. Bu 30 yılda çok önemli yasal düzenlemeler oldu. 4327 nolu yasa, daha sonra 6284 nolu yasa, ceza kanununda cinsel suçlarla ilgili değişiklikler, medeni kanunda değişiklikler bu mücadelenin sonucunda gerçekleşti.. Üniversitelerde kadın bölümleri, kadın eserler kütüphaneleri, barodaki kadın hakları uygulama merkezleri, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı gibi dernek ve vakıflar bu süreçten çıkan yolda döşenen taşlarla oluştu. Bugün Meclis’te HDP içerisinde yer alıyorum. Parlamentoda kadın grubu olan tek partiyiz. İsterdik ki diğer partilerden de kadınlarla şiddet konusunda ortak çalışmalar yürütelim. İçinde bulunduğumuz süreç ve ötekileştirmeler bunu engelliyor. Ama ben bunun da olacağı günlerin geleceğini düşünüyorum. Bunu da sokaktaki kadın hareketi sağlayacaktır. Sokakta yeterince güçlü bir hareket olmazsa, parlamentoda bunun karşılığı olmaz. |
* Fotoğraflar: İstanbul Kadın Müzesi, Sosyalist Feminist Kolektif web sitesi.