Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Mühendisler ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu ( DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ) tarafından organize edilen "123. ölümü durduralım" adlı basın bilgilendirme toplantısı 4 Aralık 2006 tarihinde The Marmara Otelinde yapıldı.
Toplantının amacı; "F Tipi Yüksek Güvenlik Kapalı Cezaevleri" ile birlikte benzeri diğer cezaevlerinde yürürlükte olan "infaz modeline" dikkat çekebilmek için avukat Behiç Aşçı ölüm orucundaydı.
Kendisinden önce bu soruna "dikkat çekebilmek için" 122 kişi ölmüştü. Kimsenin dikkatini çekmedi. Çekmemişti ki Behiç Aşçı; "ıslah/ tretman adı altında geliştirilen ve uygulanan" infaz modelinin tutuklu ve hükümlülerin en başta bedeni ve ruhi yapılarında, kültürel ve siyasal kimliklerinde onarılmaz yaralar açtığı için ve açmaya devam ettiği için "ölüme" yatmıştı. Bu uygulamaya son verilmelidir.
5 Nisan 2006 tarihinde ölüm orucuna yatan İstanbul Barosuna kayıtlı avukat Behiç Aşçı kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyor.
O günden bugüne kaç gün geçti? Hesaplar mısınız... Yaşama hakkını savunan bir avukat olarak "bedenini" ölüme yatırıyor. Bu eylemi ile dikkat çekmeye çalışıyor.
Cezaevlerinde "yalnızlaştırılan" ya da "izole" edilerek yok edilmeye çalışılan tutuklu ve hükümlülerin "insan olduğunu" ve hakları bulunduğunu "ölmeye yatarak" ve avukat olarak bulduğu bu "savunma" biçimiyle sürdürdüğüne inanıyor.
Ölüm orucunun 225. gününde avukat Behiç Aşçı'ya sorduk.
"Yaşama hakkını savunmak özellikle bir avukat açısından önemli... Ama şimdi kendi yaşam hakkınız söz konusu. Ölüm orucu bu anlamda tartışılır değil mi?"
Behiç Aşçı diyor ki; " Ortada bir tecrit sorunu var. Burada asıl konu tartışmak gerekir. Tecrit herkes tarafından tartışıldığında sorun çözülür ve ölüm orucu yapmaya da gerek kalmaz. Onu yaratan bir sorun var. Doğru, yaşamlar üzerinden konuşuyoruz ama aynı zamanda tecritteki insanların da yaşamı var".
Ama başka mücadele yöntemleri olamaz mı?
"O konuda da ben direkt söyledim, her türlü öneriye açığım. Ben hemen ölüm orucu kararı almadım zaten, altı yıl bekledim. Bugüne kadar avukat olarak bütün yolları denedim, uğraştım, koşturdum. Sonuçta bir çözüm yolu göremediğim için ölüm orucuna karar verdim. Ölüm orucuna başlamış olmama rağmen şu an bile tecridin ortadan kaldırılması için etkili bir eylem önerisi geldiğinde ölüm orucunu bırakabilirim.
"Bizim hedefimiz illa ölüm orucu yapmak değil, tecridi ortadan kaldırmak. Dolayısıyla bu konudaki her türlü alternatif öneriye de açığız. Bu eylem biçimi, elbette yaşam hakkı olunca, bir de kendi yaşamınız ortaya konduğunda ne kadar öyle düşünülse de asla bir intihar eylemi olarak görülmemeli, ben en azından öyle düşünmedim.
"Bir amacı bir hedefi var; bir zemin yaratma hedefi. Nedir bu zemin; tecrit konusunda insanların dikkatini çekmek, ona karşı mücadele etmek için harekete geçirmek ve sorunun çözümü konusunda siyasi iktidara adım attırmak."
Güncel Hukuk Dergisi'nin Kasım 2006 sayısında yayınlanan "Kendi sesimi duyamıyorum" başlıklı söyleşide Behiç Aşçı bunları söylüyordu.
4 Aralık 2006, The Marmara İstanbul Toplantısı sonrasında yayınlanan ve imzalanan "Sonuç Deklarasyonu" meslek odaları, sendika konfederasyonları ve aydınların bu soruna karşı hassasiyetlerini bir kere daha vurguladı. Eğer ilgilenirseniz, bu "Deklarasyonunun" vurguladığı çözüm önerileri çok nettir:
"Sorunun kalıcı çözümünün; Adalet Bakanlığının, baro ve meslek odalarının katıldığı bir çalışma grubu ile sorunun kapsamını ve çözüm imkânlarını araştırmasında olduğuna inanıyoruz. Köklü ve kapsamlı çözüm bulununcaya kadar mevcut mevzuatın izin verdiği iyileştirme derhal gerçekleştirilmelidir. Adalet Bakanlığı; F Tipi Cezaevlerinde 'sosyal temas eksikliği', 'hücre dışı sosyal aktivitelerin azlığı', 'suç tipine bağlı izolasyon' gibi farklı şekillerde tanımlanan ve bu cezaevlerinde uygulanmakta olan infaz rejiminin 'tek kişilik izolasyon' ve 'üç kişilik küçük grup izolasyonuna' dayanmasından kaynaklı sorunlar bulunduğunu kabul etmelidir.
"Mevcut düzenlemenin bize tanıdığı imkan son derece açıktır; 5275 sayılı yasanın yukarıda belirttiğimiz 9. maddesinde anılan 'Mevzuatın belirttiği haller' açısından temel düzenleme 5275 sayılı yasanın 34. maddesinde yapılmaktadır. Yani kapalı cezaevlerinde kapıların ne zaman açılabileceği ve mahpusların ne şekilde temas ettirileceği burada düzenlenmiştir.
"Maddenin ikinci fıkrasında 'Hükümlüler, yukarıda sayılan hallerin dışında, diğer odalardaki hükümlüler ve kurum görevlileri ile temasta bulunamazlar' denilmektedir. Birinci fıkra doğal afetler, hastane sevki ve benzeri olağanüstü temas hallerini saydıktan sonra (f) bendinde; 'Cezaevi idaresince gerekli görülen halleri' hükümlülerin birbirileriyle temas ettirilebilmesi veya kapıların açılması için yeterli görmüştür.
" 2006/1021 sayılı İnfaz Tüzüğü'nün 45/1 (f) düzenlemesi aynı imkandan 'Kurum idaresince gerekli görülen haller' şeklinde söz etmektedir. Bundan daha gerekli bir hal bulunmamaktadır. Bu durumda; F Tipi Cezaevlerinde gün içerisinde (sabah ve akşam sayımları arasında) aynı koridora açılan kapatma ünitelerinin kapıları belirli sürelerle açık tutularak 9 (dokuz) kişiye kadar sosyal temasın sağlanması 5275/9, 34/1 (f), uyarınca 'gerekli görülen hallerden,' sayılmalıdır.
"Hiçbir güvenlik sakıncası bulunmayan aynı zamanda mevzuat değişikliği ve mimari tadilat gerektirmeyen bu çözüm insani bir infaz rejimine geçiş açısından zorunluluktur. Adalet Bakanlığı, ilgili meslek odaları ve infaz idaresi ile ortak yürüteceği sorun tespiti ve değerlendirme çalışmaları sonuçlandırılıncaya kadar bu "güven artırıcı" adımı atmalıdır.
Böylece, 7 yıla varan süredir merkezinde F tipi cezaevi uygulamalarının yer aldığı ağır ve kapsamlı protesto eylemlerinin sona ermesi imkânı sağlanacaktır."
Avukat Behiç Aşçı, 5 Nisan 2006 tarihinden itibaren bedenini yatırdığı "ölüm orucunu" sona erdirmelidir.
Sürdürdüğü bu eylem benim dikkatimi çekmiştir. Sizin çekmedi mi? Yıllar önce onurumu cezaevi kapısında bırakmıştım. Hala orada duruyor. Meslektaşımın sesini duymak istiyorum. Duydum. Tecrit sorununun yaşayarak çözmek istiyorum. Türkiye'de "cezaevlerinde tecrit sorununun" varlığını anlamalıyım. Anladım.
Bu sorun; cezaevlerinde insanların izole edilerek, yaşarken parça parça ölüme yaklaştırıldığı ve yok edildiği tecrit politikasının yarattığı bir "deprem" gibi geliyor bana. Depremden sonra yıkıntılar arasında kalmışım.
Etrafım zifiri karanlık. Işık yok, suyum yok ve havam gittikçe azalıyor. Nefes alamıyorum. Hayatım daralıyor. Yaşamak istiyorum. Birileri, dışarıdan gelip beni kurtarmalı. Hayatta kalan "dışarıdakilerin" seslerini duymaya çalışıyorum.
İşitirsem, yaşarım. Avukat Behiç Aşçı hayatı arıyor. Depremden sonra yıkıntılar arasında hala hayatta kalan varsa kurtarmak istiyor: Ölümün kıyısında sesleniyor... "Orada kimse var mı?" Duyuyor musunuz? (Fİ/BA)