* Fotoğraflar: Abdurrahman Gök / Mezopotamya Ajansı (MA)
Gazeteci Abdurrahman Gök, Jîna Mahsa Amini'nin ölümüyle başlayan protestoların sürdüğü Rojhilat* ve İran'a gitti, izlenimlerini Mezopotamya Ajansı (MA) için hazırladığı yazı dizisinde okurlarıyla paylaştı.
Peki, Gök'ü onlarca gazetecinin tutuklu olduğu bir ülkeye gitmeye ikna eden neydi? Rojhilat ve İran'da protestolara dair nasıl bir izlenim edindi? Bu izlenimler, protestoların bundan sonraki gidişatı, devletin yaklaşımı ve ülkedeki değişim ihtimali konusunda bize ne anlatıyor?
Abdurrahman Gök, kendisini tüm risk ve uyarılara rağmen İran'a ve Jîna Mahsa Amini'nin memleketi Rojhilat'a (Doğu Kürdistan) gitmeye itenin gazeteciliği olduğunu söylüyor. "Kamusal bir iş yapıyoruz" diyor Gök: "Görevimiz kamuyu bilgilendirmek ve aslında muktedirlere rağmen bunu yapabilmek..."
Gök'e göre, İran'da ilk defa bütün halklar bir arada ve tek bir talep etrafında sokağa dökülmüş durumda. Çoğunlukla 15-25 yaş grubundaki gençlerin öncülük ettiği protestolarda atılan sloganlarda dile getirilen bu "talepler üstü talep" ise onurlarına sahip çıkmak.
Gök, devlet şiddetinin en yoğun olduğu bölgelerin Sistan ve Belucistan eyaleti ile Rojhilat olduğuna da dikkat çekiyor ve ekliyor:
Devlet bugüne kadar bu bölgelerin taleplerini bölücülükle temellendirip diğer halkların desteğini de yanına alıyordu. Bu eylemler başladığından beri yine aynı argümana sarıldılar ama bu sefer bu argümanları tutmadı.
Gazeteci Abdurrahman Gök ile İran'da devam eden protestoları, protestocuların kim olduğunu ve ne istediklerini, devletin protestolara tepkisini ve İran'daki değişim umudu ve ihtimalini konuştuk...
* Rojhilat'ın Türkçe'de karşılığı "doğu"dur. Bu kavram, İran'a dair kullanıldığında Kürtler için "Doğu Kürdistan" ya da "İran Kürdistanı" anlamına geliyor. İran'ın Kürdistan, Kirmanşah, Batı Azerbaycan, İlam ve Hemedan Eyaleti Rojilat'ı oluşturuyor. (Detaylı harita için tıklayın) Jîna Mahsa Amini de İran Kürdistanı'nın bir şehri olan Seqiz şehrindendi.
"Beni İran'a götüren, gazeteciliğimdi"
Yazı dizinizin ilk yazısında İran'a gitme niyetinizi dile getirdiğinizde çevrenizdeki insanların sizi bu karardan vazgeçirmeye çalıştığından, bunun özellikle bir gazeteci olarak riskli bir seyahat olabileceğinden bahsediyorsunuz. Öncelikle, sizi bu olası riske rağmen bir gazeteci ve yurttaş olarak İran'a gitmeye iten neydi?
Aslında ben daha önce iki defa İran'ı ziyaret etmiştim; İran'ı bir bütün olarak, kültürel olarak çok seviyorum, insanlarını çok seviyorum. Fırsat buldukça da gitmeye karar vermişliğim vardır. Daha önceki gezilerim daha çok kültürel gezilerdi; bu gezilerden birçok haber de yaptım.
İran'da yaklaşık 2.5 aydır süren bir eylem ve başkaldırı süreci başlayınca ve oradaki gazetecilerin tutuklandığını da görünce bir gazeteci olarak orada neler olup bittiğini yerinde gözlemlemek istedim.
Yani, aslında gitmemi gerektiren temel nokta benim gazeteciliğimdi. Gazeteci eğer bir şeyler oluyorsa ve oradan sağlıklı bilgiler aktarılamıyorsa ve eğer imkân varsa imkân dahilinde o olayların yaşandığı yere ulaşıp oradaki bilgileri aktarmakla mükelleftir. Kamusal bir iş yapıyoruz, görevimiz kamuyu bilgilendirmek ve aslında muktedirlere rağmen bunu yapabilmek...
Bu bilinçle İran'a gitmem gerektiği konusunda kendimi ikna ettim.
"Bu çocukların hikayesini paylaşmalıyım, dedim"
Sosyal medyada paylaşılan videolarda özellikle çocukları öldürülen insanların feryatları da beni oraya gitmem gerektiği konusunda ikna etti.
Jîna Emînî'nin ailesinin içinde bulunduğu durumu çok merak ediyordum. Vurulan 16 yaşında bir çocuk vardı; Komar Deruftade... Onun ölmeden hemen önce paylaştığı bir post vardı Instagram'dan, "Dağlar bile yalnızlığının intikamını bizden alıyor" diye. Bu cümlesi beni çok etkiledi.
Bende muhakkak gidip ulaşabildiğim kadarıyla yaşamını yitirmiş çocukların hikayelerini kamuoyuyla paylaşmam gerektiği fikri, inancı doğdu.
Emînî'nin ölümünü haberleştiren iki kadın gazetecinin hala tutuklu olduğunu da biliyoruz. Bütün bunlar benim oraya gitmem gerektiği, yani korkularıma rağmen benim oraya gitmem gerektiği fikrini pekiştirdi.
Protestolarda talepler üstü bir talep: Onur
Protestolar başladığından bu yana uluslararası basının ve Türkiye basınının haberleştirdikleri ve haberleştirmedikleri ile çizdiği bir İran tablosu var. Sizin oraya gidip birebir gördüğünüz tabloda bundan farklı noktalar var mıydı? Genel olarak izlenimleriniz neler: Protestolara kimler katılıyor? Ne istiyorlar? Halkın tepkisi nasıl?
İnsanlar aslında ilk defa bütün halkların bir arada ve tek talep etrafında sokağa döküldüğünü ifade ediyordu.
Sloganlarında bundan bahsediyor, talepler üstü bir talepten söz ediyorlardı. Onları ilk defa bir araya toplayan, omuz omuza sokağa döken şeyin onurlarına sahip çıkma duygusu olduğunu söylüyorlardı.
2019 eylemlerini örnek gösteriyor ve şöyle diyorlardı:
İnsanlar hayat pahalılığına, benzine yapılan zamlara karşı sokağa dökülüyordu ama bu eylemler sırasında ya merkez kentler eylemi başlatıyordu ve çevre bu eylemlere sessiz kalıyordu ya da çevre kentler eylemi başlatıyordu ve merkez sessiz kalabiliyordu. Bu nedenle de 43 yıllık İran İslam rejimi boyunca hiçbir eylem başarıya ulaşamamıştı.
Ama ilk defa Jîna Emînî'nin ölümüyle birlikte insanlar aslında kendilerini bekleyen daha büyük bir tehlikenin olduğunu ve bu tehlikenin kendi onurlarına yönelik bir saldırı olduğunu gördü. Bu nedenle bu onura sahip çıkmak için omuz omuza sokağa çıktıklarını söylüyorlardı.
Çok güzel de bazı cümleler kuruyorlardı. Mesela, İran'da herkesin kolektif acıları olduğunu, ancak bu kolektif acıların kolektif bir ideal ile iyileştirilebileceğini, bunun da "Jin, Jiyan, Azadî" sloganında şekillendiğini, evrensel bir ideale dönüştüğünü ifade ediyorlardı.
Benim gözlemim de bu yöndeydi. Çünkü Xoy, Urmiye, Mahabad, Piranşar, Bokan, Seqiz ve Tahran'ı dolaştım. Bütün duvarlarda, yani sadece sokak aralarında değil, en işlek caddelerde ve parklarda bile iki temel slogan vardı. Biri "Diktatöre ölüm"dü. Diğeri de Kürt bölgelerinde "Jin, Jiyan, Azadî", Tahran'da "Zen, Zengedi, Azadi"ydi. Yani, yaşam, kadın, özgürlük...
TIKLAYIN - "'Jin, jiyan, azadi' sloganı yürekten kopan bir çığlık"
"Emînî'nin başına gelen, çocuklarına da olmasın diye..."
Bir de eylemlere öncülük edenlerin aslında 15-25 yaş arasındaki gençler olduğunu gördüm. İran İnsan Hakları Örgütü'nün 28 Kasım tarihli raporuna göre, protestolarda 450'yi aşkın kişi yaşamını yitirdi, bunları yaklaşık 60'ı çocuktu. Ben de dolaştığım kentlerde birçok çocuğun doğrudan açılan ateşler sonucu yaşamını yitirdiğine tanık oldum. Ama buna rağmen artık o çocukların yanında ailelerin de sokaklara döküldüğüne tanıklık ettim.
Buna bir örnek vermek gerekirse, Mahabad'da 27 Ekim'de yaşamını yitiren altı kişiden biri, eylemde kendi çocuğunun hemen yanı başında doğrudan hedef alınarak öldürülen bir kadındı. İnsanlar onun o devrimci yanından, yani Emînî'nin başına gelenin kendi çocuğunun başına gelmemesi için sokağa döküldüğünden bahsediyorlardı. Ben de buna tanıklık ettim.
Buradan şöyle bir şey çıkıyor: 43 yıllık rejimin her türlü baskısını iliklerine kadar hisseden, yaşını başını almış yurttaşlara öncülük edenler, doğrudan rejim baskılarına ve zulmüne maruz kalmamış öğrenciler. Bu öğrencilerin ve gençlerin öncülüğünde başlayan eylemler bugün bir bütün olarak toplumun tüm kesimlerine yayılmış vaziyette.
"Umudu yitirmemek için sokakları terk etmeyecekler"
Bu öncülükle birlikte aslında yeni bir yaşam arayışı da öne çıktı. İlk kez gençlerin umut taşıdığını, değişime olan umutlarına tanıklık ettim.
Konuştuğum lise son sınıf öğrencileri vardı; son 4-5 yıldır umutlarını tamamen yitirdiklerini, çünkü yapılan seçimlerin hiçbir şekilde çözüm olmadığını, o nedenle de hiçbir umut taşımadıklarını ifade ediyorlardı.
Ama ilk defa bu eylemlerle kendilerinde bir umut yeşerdi. Ve bu umudun yitirilmemesi için sokakları terk etmeyeceklerini söylüyorlardı.
"Devletin 'bölücülük' argümanı bu sefer tutmadı"
Bu protestoların elbette bir de devlet boyutu var. Devletin protestolar karşısında temel savı ne? Protestoları nasıl çerçevelendiriyorlar? Özellikle İran'ın Irak Kürdistanındaki Kürt örgütlere yönelik son dönemde artan saldırıları bağlamında bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Devlet eylemlerin başladığı günden bu yana çok sert müdahalelerde bulunuyor. En sert müdahalelerini de özellikle iki bölgeye yapıyor. Biri Sistan ve Belucistan eyaleti, diğeri de Rojhilat dediğimiz Kürdistan kentleri. Buna Kürdistan, Batı Azerbaycan ve Kirmanşah eyaletleri de dahil. Bu sözünü ettiğim iki bölge, en fazla ölümün gerçekleştiği bölgeler.
Devlet bugüne kadar bu bölgelerin taleplerini bölücülükle temellendirip diğer halkların desteğini de yanına alıyordu.
Bu eylemler başladığından beri yine aynı argümana sarıldılar ama bu sefer bu argümanları tutmadı. Çünkü şu ana kadar İran'ın 31 eyaletinin 26'sında yaşamını yitirenler var. Doğrudan rejim tarafından açılan ateşler sonucu yaşamını yitiren göstericiler, eylemciler, halk var.
O yüzden de bu argüman tutmadı. Tutmayınca son 15 gün içinde federe Kürdistan sınırında bulunan noktalara ağır silahlar yerleştirildi. Federe Kürdistan sınırları içindeki Kürt örgütlerin kampları bombalandı. Sanki bu eylemleri organize edenler onlarmış gibi buralar hedef gösterildi.
"İnsanlar 'protestolara biz öncülük ediyoruz' diyor"
Benim görüştüğüm insanların tamamı buna kendilerinin öncülük ettiğini söyledi. Şu ana kadar herhangi bir partinin bu öncülüğü üstlendiğine ben de tanık olmadım. O gençlerin ifadelerinde de öyle bir şey duymadım.
Zaman zaman rejim güçleri ve rejime yakın kimi televizyon ve ajanslar göstericilerin silahlı eylemler yaptığını, rejim güçlerine karşı silahlı mukavemette bulunduğunu ifade ediyor ama buna ne kendim orada olduğum dönemde tanıklık ettim ne de insanlardan öyle bir şey duydum. Vurulan hiç kimsenin üzerinde de şu ana kadar herhangi bir silah bulunmuş değil.
Yaşamını yitiren kişilerin çoğunu devletin görmesine rağmen bu kişilerin herhangi bir örgütle bir bağlantısını da belirtebilmiş değiller. O yüzden de bu argümanlar aslında halkta herhangi bir karşılık bulmuyor.
"Rejim şiddeti arttırdıkça toplumsal reaksiyon artıyor"
Özellikle üniversite öğrencileri ve son dönemlerde de onlara eşlik eden ailelerinin yanı sıra daha önce örgütlü bir yapının içerisinde bulundukları için tutuklanmış, cezaevlerinde işkence görmüş ve serbest bırakılmış, ruhları yaralanmış insanlar da tabii ki bu eylemlere destek veriyorlar ve bu rejimin değişmesini istiyorlar, bunu talep ediyorlar.
Yani rejim şiddetini arttırdıkça bunun karşısındaki toplumsal reaksiyonda da bir artış gözlemliyoruz diyebiliriz.
Her gün ölüm haberleri geliyor ve bu da insanlardaki öfkeyi arttırıyor. İnsanlar daha fazla sokağa çıkmak gerektiğine inanıyorlar. Çünkü insanlar değişime inanıyor, değişim gücünün kendilerinde olduğuna inanıyor.
O yüzden de yaşamını yitirmiş olanların en azından boşu boşuna yaşamını yitirmemiş olabilmeleri için bu eylemleri bir sonuca vardırmak istiyorlar.
"Tüm kesimler bu rejimin değişmesini istiyor"
İran Cumhurbaşkanı Reisi'nin Sine ziyaretinden. (Fotoğraf: Rûdaw)
Son olarak, devlet çok zorlandığını bilmemiş olsaydı İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi Sine'yi ziyaret etmezdi.
Sine, Kürdistan eyaletinin yönetim merkezi ve Sine'de üniversiteler açık olduğu için buradaki bütün eylemlere, öğrenciler öncülük ediyor, üniversitelerini terk etmiyor. Akademisyenler de öğrencilerini destekliyor.
Hastanelerdeki doktorlar yaralananları tedavi etmeye çalışıyor ve bunun için büyük bedeller de ödüyor.
Bu nedenle, hükümet ve devlet zorlandığı için Sine'yi ziyaret etmek ve oradan fotoğraflar servis etmek zorunda kaldılar.
Çünkü halkın tamamı, yani dini kesimlerden tutun seküler kesimlere kadar, sosyalistlerden tutun milliyetçi kanada kadar herkes bu rejimin değişmesini istiyor. Ve bunun öncülüğünü yapan herhangi bir parti yok.
Ama bütün partiler zaten özünde 43 yıllık İran İslam Cumhuriyeti rejimine karşı itirazlarını yükselttikleri için ya asıldılar ya sürgüne gönderilmek zorunda kaldılar ya da cezaevlerinde çürütüldüler.
İran'da doğru düzgün bir muhalefet de yok. Doğru düzgün bir muhalefet olmadığı için şu ana kadar bu eylemlerin öncülüğünü yapanların İslam Cumhuriyeti'nden çok çeken kesimler olduğunu ifade edebilirim.
"Ahlak polisinin hükmünün kalmadığına tanıklık ettim"
Son olarak, İran halkının değişime inandığından bahsettiniz. Siz, gözlemlerinizin ışığında protestoların sonucunda ya da daha uzun vadede değişimin olabileceğini düşünüyor musunuz?
İran'da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını söyleyebilirim. Daha önceki İran gezgilerimde de insanların hayatlarını denetleyen polis güçleri vardı. Buna itirazları yükselen insanlar da vardı. Özellikle kadınlar...
Ama bu seferki ziyaretimde Gaşt-e İrşad'ın hiçbir hükmünün kalmadığına tanıklık ettim. Yani, Tahran'ın en kalabalık sokaklarında da sokak aralarında da parklarında da insanlar, özellikle kadınlar polislerin önünde geçerken bile artık saçlarını düzeltmiyorlar.
Gözlemlediğim bir diğer şey de şuydu: Özellikle gençlerde kişinin mezhebiyle, cinsiyetiyle, etniğiyle ilgilenme, bunu göz önünde bulundurup ona göre onunla temas kurma gibi bir kaygı yok.
Kimi öğrenciler ailelerinin kendilerine bu konuda müdahalede bulunduklarını ifade etti. Ama hiçbir genç, ailelerini en azından bu konuda dinlemiyor.
"İnsanlar umutlu çünkü bir araya gelmeyi biliyorlar"
İran'ın her kentinde iki önemli meydan ismi vardır: Biri inkılap yani devrim, diğeri de azadî yani özgürlük.
İranlılar 43 yıl boyunca devrim meydanından azadî meydanına giden o kısa ve meşakkatli yolu açabilmek için çok uğraştıklarını ama başaramadıklarını, fakat bu seferki eylemlerde tıkalı olan o yolu açma konusunda kararlı olduklarını ifade ediyorlardı, gösteriyorlardı. Ben de açıkçası ilk defa bu kadar uzun süren ve bütün İran'ın eyaletlerine yayılan bir eylemi görünce bunun gerçekten mümkün olabileceğine inandım.
İnsanlar umutlu çünkü bir araya gelmeyi biliyorlar, aynı amaçlar için mücadele etmeyi biliyorlar. Bu mücadelelerinde yalnız olmadıklarını hissediyorlar. Yani, uluslararası güçlerin ve devletlerin her ne kadar bugüne kadar desteklerini yanında hissetmemişlerse bile bütün dünya insanlarının, diasporada yaşayan İranlıların kalbinin kendileriyle attığını düşünüyorlar.
O yüzden de değişime olan inançlarını ifade ettiler. Ben de bu inancı pekiştiren birçok şeye tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. (SD)