“…Türkiye’de en ucuz maliyet kalemi işçi canı. Bu düzen böyle gitmez. İşçilerin canını hiçe sayarak bu ülkeyi kalkındıramazsınız. Sadece cebinizi dolduruyorsunuz. Bu ülkede kimse ekmeğini kazanırken öldürülmesin diyedir davamız…”
Böyle demişti Can Atalay, Soma’da ihmaller zinciriyle 301 madencinin öldüğü maden katliamının yıl dönümünde. Somalı işçilerin, ailelerinin avukatıydı. Gönüllü yaptı bu işi. Yıllarca adalet mücadelesi yürüttü.
Mücadelesi sadece Soma’da değildi. Ermenek'te, Hendek’te, Aladağ’da, Çorlu’da ve daha nice yerlerde adalet aradı.
Gezi’de de Can Atalay vardı. Ama bu defa sanıktı. 18 yıla mahkum edildi. Bartın Amasra’da 41 işçinin hayatını kaybettiği maden katliamını tutulduğu Silivri Hapishanesindeki koğuşundayken öğrendi.
Bugün Can Atalay “Amasra’da çetin bir mücadele bekliyor hepimizi” diyecek kadar iyi biliyor yaşanacakları. Amasra’yı Soma’ya benzetiyor. “Sorumluluk aşağıdan değil yukarıdan başlıyor” diye de ekliyor.
Soma’da olanları, Amasra’nın önlenip önlenemeyeceğini dinliyoruz...
Soma: İhmaller zinciri
Amasra’daki iş cinayeti ile Soma’daki arasında ne gibi benzerlikler var? Soma davasında açığa çıkan gerçeklerin ardından, Amasra önlenebilir miydi?
Amasra ve Soma arasındaki benzerliği tek cümlede özetlemek mümkün. Varlığı bilinen bir sorunu, bir “riski” saptamışlar ve önlem alınarak giderilebilecek, “izalesi mümkün” bu sorunların giderilmesi için gerekli mühendislik çözümlerinin hazırlanmaması, hazırlananların ise “mali” gerekçelerle uygulanmaması katliamın temel nedenidir.
Soma’da işçilerin gereğine uygun maskeleri yoktu, daha doğrusu gereği gibi maskesi olan işçi yoktu, ocakta haberleşme sistemi bulunmuyordu. Kullanılan materyaller yangın geçirmez değildi, bu nitelikte bir ocakta bulunması gereken nitelikte bir iş güvenliği uzmanı istihdam edilmemişti.
Ocak Y büyüklüğündeyken var olan elektrik planı, ocak misli ile büyümesine karşı (diyelim YX5) aynen kullanılmaya devam ediliyordu, ocak planında hiç bulunmayan yollar yeni panolara şilt indirmek için açılmıştı.
İşçilere eğitim ya hiç verilmemişti yahut prosedür tamamlansın diye verilmişti. Ocakta uygulanabilir bir “acil durum” planı yoktu ve acil durum tatbikatı hiç yapılmamıştı, kullanılması kesinlikle yasak olan dizel kepçe(ler) ocakta teftiş olacağı önceden haber alınarak ocak içinde gömülerek (evet gömülerek, çıkartıp tekrar sokmak gereksiz masraftı) saklanıyordu.
Sarı bile denemeyecek bir sendika “işçi yatıştırma mekanizmasının önemli bir unsuru olarak bizzat işveren tarafından örgütleniyordu (ve örneğin sendika üyelik formu işe giriş formu ile beraber, aynı anda doldurulmak zorunluydu). Sarı sendika katliamdan önce işçilerin -artık- feryat düzeyine ulaşan itirazlarını yatıştırmak dışında tek bir şey yapmamış, somut emarelere, işçi yakınmalarına “ağrı kesici” vermek dışında her şeye kulak tıkayan işyeri hekimi gibi göz göre göre geleni işaret eden işçi yakınmalarını bastırarak işçilerin alınması gereken önlemlerin alınması ile ilgili ısrar ve taleplerini bastırarak suça “iştirak” etmişlerdi.
Ocakta bir havalandırma sorunu olduğu biliniyordu. 2008’de “Park Teknik” isimli şirket “kömür yangını ve metan başta olmak” üzere çok ciddi sorunlar olduğu ve felaketler yaşanabileceğinden bahisle ocağı devretmek istemişti. Yeniden ihaleye çıkılması gerekirken, sebebi herkesçe malum bir el çabukluğu ile ocağı “Soma Holding” devraldı.
Soma Holding anılan sorunların işçi sağlığı ve güvenliği açısından ortaya ciddi sorunlar çıkartacağından bahisle “yeni” havalandırma çözümlerini mühendislik açısından çözüp, projelendirdi. Bu havalandırma projesinin uygulanması sırasında kaybedilecek (!) rezerv ve yapılacak masraflar gerekçesi ile ek rezerv tahsisi temin etti. Bu -oldukça meşakkatli- onay süreçlerini tamamlayıp ek rezerv sahalarını almasına karşın havalandırma proje(leri)ni uygulamadı.
Üstelik “işçi sağlığı ve güvenliği” gerekçesiyle hazırlanıp, onaylatılıp ek rezerv alınmasına karşın havalandırma projesinin uygulanması sadece bir kere gerçekleşmedi. Tam dört kere bu proje(ler) için ek rezerv alındı. Bu projeler uygulanmayıp beşincinin hazırlıkları yapılırken katliam gerçekleşti.
Ocakta varlığı bilinen “metan” sorununun giderilmesi için bir “metan drenajı” sistemi kuruldu. Ancak (hangi tarihte ve kimin talimatı ile olduğu sanıklar tarafından titizlikle gizlendi) olay tarihinden önce drenaja son verildi. Ocaktaki eski üretim sahaları gerektiği gibi düzenlenmedi.
Barajlarda ve baraj arkalarında yapılması gereken ölçümler gereği gibi yapılmadı. “Havza bütünlüğü” yok sayılarak parçacıl düzenlemeler sorunları arttırdı.
"Göz göre göre..."
Bu uzun sayılabilecek özeti okuyan madenciler ve meslektaşlarımın işaret edeceği “eksiklikler”i peşinen kabul ediyor, mevcut koşullarda ve daha da uzatmadan, okuyucunun da dikkatini kaybetmeden devam etme seçimimi mazeret olarak bildiriyorum.
Soma’da “göz göre göre” gelme o kadardır. Bir çırpıda, editörün “lafı uzatmış” diye karşılayacağı kadar, bir çırpıda sayılan bu “ihmaller listesi” eksiktir. Çok eksiktir.
Yukarıda belirttiğim kritik hususların Amasra’da da var olduğu anlaşılıyor. İşçilerin son haftalarda artan yakınmaları, sendikanın yatıştırıcı rolü, havzanın parçacıl düzenlemesinin yarattığı sorunlar ilk bakışta görülenler.
Soma Davası’nın emektarlarından Özgür Özel’in 36 işçinin ölümünün sorumlusunun “seri havalandırma” olduğunu söylemesi, üstelik bunu ocak planı üzerinde ayrıntıları ile anlatması önemlidir, Soma ve Amasra arasındaki -belki de en önemli- benzerliktir.
"Liste uzun"
Madenlerdeki iş cinayetlerinde alınmayan önlemler nelerdir, neden siyasiler ve işveren bu yolu izliyor?
Soma Davası örneği her şeyi açıklıyor. Liste uzun ve o listenin dahi “eksik” olduğunu vurguladım. Varın gerisini siz düşünün...
"Türkiye'de en ucuz maliyet kalemi işçi canı"
Soma’dan sonra uygulamaya konan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 176 sayılı Maden İşyerlerinde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi uygulanmıyor mu?
Madenlerde “patlayıcı” kullanımına ilişkin mevzuatın dahi yürürlük tarihini sürekli ileri atan bir irade ile muhatabız. Türkiye’de en ucuz maliyet kalemi işçi canıdır ve Türkiye’de belki de ilk değişmesi gereken budur.
ILO 176 demişsiniz; yanıtı -üstelik de özel bir şirket tarafından işletilmeyen- Amasra ocağında verildi korkarım.
Soma'daki adalet arayışı ve cezasızlık
Soma’daki iş cinayetine dair davada nasıl bir süreç izlendi? Cezasızlıkla ilgili yorumunuz ne olur? Amasra için ne bekliyorsunuz?
Soma katliamı 13 Mayıs 2014’te gerçekleşti. Soma Davası’nın ilk duruşması ise 13 Nisan 2015’te başladı. Diyeceğim o ki, Soma Katliamı Gezi Direnişi sonrası, toplumsal hegemonyada önemli bir dönüşümün yaşandığı, halkın taleplerini yüksek sesle ve devlet katında siyasete etki eder şekilde söylediği bir tarihsel anda yaşandı, soruşturma makamlarının arkasında böyle bir itici ve güçlendirici güç olması önemliydi. Duruşmaların başladığı tarih ise 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesiydi ve yine toplumsal hegemonyadaki ağırlık Soma’daki adalet mücadelesinin bu safhasında, özellikle ailelerin, sesini yükseltmesinde kolaylaştırıcı bir etkendi.
13 Nisan 2015’te, eşi benzeri az görülmüş bir polis yığınağı ile ailelerin dahi salona alınmamaya çalışıldığı bir halden, insanlarımızın dişleri tırnakları ile tutunduğu, kora kor bir adalet mücadelesi sonucunda Türkiye’nin tarihine ama daha da önemlisi geleceğine yazılan bir “dava” hakkında konuşuyoruz. Bence en önemlisi bu mücadeledir ne olduysa ne kazanıldıysa ve ne teşhir edildiyse bu mücadele sonucunda, sayesinde olmuştur.
Siyasal iktidar tarafından her aşamada kollanan patron ve avanesi söze kendisi de ocakta ölen bir işçiyi ima ederek başladı, “DirenSoma” isimli bir Twitter hesabı üzerinden “Geziciler de olabilir” dahi diyerek, 15 Temmuz sonrası lafı Fettulah’ın cinlerine kadar getirerek ve “Müge Anlı’nın filanca tarihli program kaydının celbini dahi talep ederek istikrarlı bir “bilinemezci” çizgi takip etmeye çalıştı.
Bizim çok sert tartışmalar yaşadığımız, reddettiğimiz mahkeme heyeti ise ailelerin feryadını işittikçe; sanıkları, tanıkları dinledikçe, ocakta keşif yapınca ve dosya kapsamındaki bilgi/belgeleri okudukça “olanı olduğu gibi anlamak” yoluna girdi.
Günlerden bir gün, duruşmalardan bir duruşmada; uzun bir duruşma gününün sonunda mahkeme başkanı duruşma savcısına döndü ve hiç beklemediği biçimde “esas hakkında mütalaamızı sunacağız” yanıtını aldı.
Malum dosya kapsamlı, mütalaanın okunması dahi saatler alacak Başkan Bey tarafların gözlerine “ben de insanım, ihtiyaç molası benim de hakkım bakışı fırlatarak “beş dakika ara” dedi. Aradan döndüğümüz anda Savcı Bey’in yüzünden “bir şey olduğu” anlaşılıyordu. Duruşma savcısı sözü aldı ve “mütalaamızı derleyip toparlamak için süre talep ediyoruz” dedi. Dedi ve o mütalaa bir buçuk yıl alınamadı.
Gelmeyen mütalaa, değişen heyetler
Bu bir buçuk yılın ilk duruşması Mahkeme başkanı kendisi hakkında bir soruşturma olduğunu bizzat tutuklu patron sanıktan öğrendi. Patron sanığın avukatının başvurusu ile Akhisar’da değil/Manisa’da “gizli” bir soruşturma açıldığını öğrendik. Mahkeme başkanının sorusu üzerine tatlı tatlı dilekçesinde neler yazdığını anlatmaya başlayan patron vekili tutuklu patron sanığın kükreyerek fırçası ile sustu. Duruşma savcısı durur mu hiç, o da bu “gizli dosya”nın “bekletici mesele” olduğundan bahisle mütalaasını vermedi ve “beklenmesini” talep etti.
Bu “bekleme” süresince ivedilikle mahkeme heyeti değiştirildi. Mahkeme başkanı olarak (rastlantı bu ya) Elbistan’da (hala bulunamayan işçi cenazelerinin de olduğu) bir dosyada asgari sınırdan hüküm kuran bir yargıç Mahkeme Başkanı oluverdi. Bu mahkeme heyeti değişikliğinin olmaz iş olduğunu, yeni görevlendirmenin kaygı vericiliğini anlattık ama ekledik “biz kimsenin kararına kefil değildik; biz çevrilen dolabı görüyoruz ama her durumda bir karar istiyoruz!” dedik.
Yeni heyet kendi önündeki dosya ile ilgili Manisa’da süren soruşturma dosyasını istedi. Defalarca istedi. Cumhuriyet tarihinde örneği görülmemiş bir biçimde süren bir ceza davası üstelik karar aşamasına gelmişken kendi tartıştığı delilleri başka bir savcılık değerlendirsin (!) diye bekletildi, daha açık söyleyelim oyalandı!
Nereden mi biliyoruz? Yeni heyet, taleplerimiz üzere ve daha da önemlisi görevlerinin zorunlu bir sonucu olarak Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’na “dosyayı gönder” diye yazı yazdı. Defalarca yazılan bu yazıya Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı “gizli soruşturma” türü gerekçelerle “olmaz, gönderemem” yanıtını verdi.
Mahkeme’nin “sadece biz -üç yargıç- ve duruşma savcısı görecek dosyanı, gönder yoksa suç duyurusunda bulunacağım” demesi üzerine gelen Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’nın o çok mühim “gizli” dosyasını inceleyen Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi “daha önce duruşmalarda ileri sürülen hususlardan başka bir husus bulunmadığı”nı saptadı ve duruşma savcısı da esas hakkında mütalaasını bildirmek zorunda kaldı.
Bir ara not; hala akıbeti meçhul bu dosyada yer alan “delil”lerde yeni bir husus yok demekle Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin yeni heyeti dahi Fettullah’ın cinleri ile Müge Anlı’nın program kayıtlarının celbi ile mi uğraşacağız demiş oldu.
Taksir mi, bilinçli taksir mi?
Çok özetle aktardığımız bu süreç sonucunda karar verildi, baba patron Alp Gürkan beraat etti, Can Gürkan’a taksirle insan öldürme ve yaralamaktan, Genel Müdür ve işletme müdüründen hiyerarşik olarak aşağıya doğru bilinçli taksirle insan öldürmek ve yaralamaktan başlayan cezalar verildi.
Bizzat şirket içi yazışmalarda sorumluluğu açık olan, göz göre göre gelenden kendini kurtarmak için sahte evrak düzenleyen ve sahte evrak düzenlediği kesin nitelikte bir mahkeme kararı ile sabit olan Can Gürkan’a verilen ceza başta olmak üzere tüm bu yaşananlar ve cezaların azlığı halkımızın yoğun bir tepkisine neden oldu.
Ancak, İzmir Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesi anılan kararı hızlıca onamakla kalmadı Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi yeni heyetinin dahi “bu sanıklar bundan sonra madencilik yapamazlar” hükmünü kaldırdı.
Her aşamada “olası kasıtla insan öldürme ve yaralamadan hüküm kurulması gerekir” dediğimiz için temyiz aşamasında da bunda ısrar ettik.
Ve “beklenmedik” dedikleri, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu adaletsizlik krizi içinde “boşuna mı uğraşıyorsunuz” imalarına karşın Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin Eylül 2020 tarihli kararı çıkageldi: “Bu apaçık olası kasıtla insan öldürme” dosyasıdır!
5 kişilik heyetin 5’inin de oyu ile verilen bu kararın Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’ne dönmesi beklenirken (tüm 5 ay) bu 5 kişilik heyetin 3 üyesinin birisi Adalet Bakanlığı dahi yapmış 3 AKP dönemi bürokratı olarak dönüştürülmesini bekleyen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu “dönüşüm”(!) tamamlandıktan sonra daha önce örneği pek de görülmeyen istisnai bir itiraz yolu ile “insan hiç çalışma arkadaşının ölümünü ister mi?” kabilinden bir gerekçe ile itiraz etti.
Bu yeni 3 üyenin sadece gerekçeli kararı yedi bin sayfaya yakın milyonlarca sayfalık bir dosyayı beş iş günü incelemesi sonucunda üç buçuk sayfalık bir gerekçe ile Daire Başkanı’nın ve kıdemli üyesinin muhalefet otuz beş sayfalık muhalefet şerhlerine rağmen “olası kasıt” hükmünü kaldırdı.
Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi ise bu karar doğrultusunda Can Gürkan’ı taksir değil bilinçli taksirle insan öldürmek ve yaralamaktan mahkum etti. Dosya hala kapanmadı; ayrıca tüm bu süreçlerdeki hak ihlalleri nedeni ile Anayasa Mahkemesi başvurusu da yapıldı.
"Trafo patladı' yalanı, tıpkı Soma'daki gibi"
Ben bu satırları Amasra’nın 10. gününde yazıyorum. İlk anda “trafo patladı” yalanını (tıpkı Soma’daki gibi) deneyenler tüm sorumluları halen görevlerinde tutuyor; halen tek bir gözaltı dahi yok.
Soma’da dişle tırnakla zerresi kazanılan ve önemli oranda teşhir edilenin peşini bırakmamalıyız. Amasra’da çetin bir mücadele bekliyor hepimizi.
"Sorumluluk aşağıdan değil yukarıdan başlıyor"
Soma'daki davada soruşturma makamlarının ve mahkemenin kamu görevlilerinin sorumluluğu konusundaki yaklaşımı nasıldı? Bu, davanın seyrini nasıl etkiledi?
Soma’da alt düzey kamu görevlileri yargılanabildi şu ana kadar. Önce tam cezasızlık söz konusu olsa da anılan tüm bu süreç boyunca alt düzey kamu görevlileri somutunda bu cezasızlık aşıldı.
Ancak üst orta ve üst düzey bürokratlar Danıştay kararlarına rağmen hala “yargısal bir bağışıklık” ile korunuyor, kollanıyor.
Soma’da ve Amasra’da sorumluluk aşağıdan değil yukarıdan başlıyor. Siyasi iktidar kendi bürokratlarını ve kendini korumaya çalıştıkça hem soruşturma hem de kovuşturma çetin bir hal alıyor.
"AKP dönemi Türkiye kapitalizmi"
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan maden kazaları için ‘fırtat’ diyor. Başka siyasi isimler de şimdilerde ‘maden şehidi’ gibi bir yaklaşım benimsedi. İş cinayetlerindeki bu kültürel yaklaşım için ne söylemek istersiniz?
Biz işçi sınıfımızdan öğrendik: “Hiçbir işin fıtratında, doğasında ölüm yoktur. Risk vardır, önlem vardır!” Mesele bu kadar yalındır.
Türkiye kapitalizmi, hele AKP dönemi Türkiye kapitalizmi, en ucuz maliyet kalemi olarak işçi canını görüyor. Bunu bir belagat olarak yahut siyaseten söylemiyorum; dava dosyaları üzerinden somut örneklerle durumu bir kere daha idrak eden bir avukat olarak söylüyorum.
“Şehit”lik bahsine gelince. Tarihte örneği çok görülmüştür: Egemenin “yatıştırmak” için icat ettiği bir kurul, bir usul, bir kavram tarihin o anında itirazın, mücadelenin, hak arayışının bayrağı olmuştur.
Soma’da aileler “şehit madenci” ifadesi yazılı pankartla barikatlar aştılar, hesabın ahirette değil bu dünyada sorulması için, adalet için kora kor bir mücadeleyi bu kavramla da verdiler.
Ben bu deneyimi çok önemsiyorum. Kısa bir süre sonra “Amasra”da da filanca parti mi oy almış seviyesine düşmemek isteyen herkesin de önemsemesini öneririm.
(HA)