Fotoğraf, Ordu Gazete'den
Ordu Gazete, “Ordulu efsane komutan hayatını kaybetti” diye duyurdu Eşref Hatipoğlu’nun ölümünü. Cenazesi yarın memleketinde toprağa verilecekmiş, iki satırlık bir haber.
Aynı haberde, bir dönem Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı olduğu bilgisi de vardı. Biz de kendisini o vesileyle tanıyoruz zaten.
Henüz Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi öldürülmemişken, Elçi’nin ve diğer avukatların birlikte, duruşma çıkışı fotoğraf çektirdiği bir duruşmada ortaya çıkan ifadesinde hala kendinden emin ve mağrurdu: “Benim terör örgütü kurup, yönettiğim ve 14 kişiyi tek başına katlettiğim gibi akla hayale gelmez iddialar var. Asılsız olan suçlamaları kabul etmiyorum.”
Mahkeme de kabul etmedi. Eşref Hatipoğlu, yani Lice davasının “son sanığı” beraat etti. Dava kapandı, yakınlarını kaybedenler farklı bir kentteki zorlu hukuk mücadelesinden elleri boş ayrıldı.
Hatipoğlu bu ifadeyi verdiği mahkeme salonundan korumalarıyla birlikte ayrıldı, evine döndü ve hayatını doğal sebeplerden tamamladı.
Diyarbakır’ın Lice ilçesinde 22 Ekim 1993’te 14 sivilin, bir askerin ve dönemin Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın’ın nasıl öldüğü ise artık yargının konusu değil.
Katliamdan bugüne kalan, cinayetlerle bir bağının olmadığı savcılıkça da kabul edilen, 84 yaşındaki ağır hasta mahpus Mehmet Emin Özkan oldu. 25 yıldır cezaevinde.
Dava, tarihi cezasızlıklarla dolu yargının, belki de ileride ders kitaplarına girecek bir örneği. Mahkemenin gerekçeli kararında da söylendiği gibi: “Liceli vatandaşların nerede, nasıl öldürüldükleri, yaralıların nasıl yaralandıklarına dair herhangi tespitin yapılmaması…”
Yani, “16 kişinin nasıl öldüğünü bilmiyoruz, bugüne dek araştırılmamış, biz de bu geleneği bozmadık”. Bitti, bu kadar.
O halde, biz tespit edebildiklerimizi paylaşalım.
Asker ‘Bize her yeri yakın emri verdiler’ dedi
Lice katliamına 13 yaşındayken tanık olan Şiyar Kaymaz, beraatla biten davanın ardından o gün yaşadıklarını şöyle anlatmıştı:
“22 Ekim [1993] normal bir gündü, hava açık, güneşliydi. Ben 13 yaşındaydım, öğrenciydim, sabah okula gittim. İlçede sürekli top ve silah sesleri duymayı kanıksamıştık, o gün de sesler geliyordu. Ancak o gün, her zamankinden farklı olarak silahlar yakınımızda patlamaya başladı. Bir anda okulumuzun duvarlarına mermiler geldi. Her zamanki durum olmadığını o zaman hissettik. Okulda yaklaşık 450 öğrenciydik. Öğretmenlerimiz o gün bizi korumak için vargüçleriyle uğraştılar. O gün akşama kadar okulda sıkışıp kaldık, etraftaki evlerin yandığını, helikopterden okula ateş açıldığını gördük. Okula tabur tarafından ateş açılıyordu. Okulun kuzey cephesi, tabur tarafı delik deşikti. Okul müdürü sabah İlçe Emniyetini aradı, ona ‘Çocukları dışarı bırakmayın, sizin güvenliğinizi sağlayamam’ dediler, hiç unutmam… Akşam 18.30 civarıydı, sesler sakinleşti. Okul çarşıya yakındı, çarşıdan alevler çıktığını izliyorduk. Sabaha kadar yanan çarşıyı izledik. Bir yandan da ‘Şimdi okulu basacaklar’ diye korkuyla bekledik.
Çizim: Murat Başol
“Sabah oldu, öğretmenlerimiz bizi oturduğumuz mahallelere göre gruplara ayırdı, yanımıza öğretmenleri verdi. Evlerimize doğru hareket ettik. Bizim ev Yenişehir Mahallesindeydi. Yolun üzerinde kaymakamlık, postane, karakol vardı. Biz tam oradan geçerken askerler önümüzü taradılar. Yüzleri kapalıydı. Hakaretler, küfürler ettiler. Silahlarını bize doğrulttular. Ateş edeceklerini düşündük. O sırada Emniyet lojmanlarından bir polis havaya ateş açtı, ‘Onlara karışmayın onlar öğrenci, öğretmen’ dedi. Ona da kızdılar. Bunun üstüne bir asker geldi ‘nereye gideceksiniz’ dedi. Eve gideceğiz dedik. Tamam, tek sıra yürüyün gidin, dedi. Ben eve döndüm, şehirden nispeten uzak olan evimiz ve işyerimiz o sırada sağlamdı. Evde çocuklardan, bir kahvecinin öldürüldüğünü duyduğumu söyledim, çığlık koptu. Meğer öldürülen eniştemmiş.
“İkinci gün yine silah sesleri gelmeye başladı. Askerler evlerde arama yapıp evleri yakıyorlardı. Bizimkiler de bari eşyaları dışarı çıkaralım, eşyaları kurtaralım dediler. Bostanlığımız vardı, bazı eşyaları televizyonu, fotoğrafları, kanepeleri bostanlığa çıkardık, sakladık. Asker geldi, arama yaptı evde. Arama bitince de eline bir bez alıp yaktı. Biz müdahale ettik, o sırada bir rütbeli asker geldi, ‘Burayı yakma’ dedi. Bizim ev tarihi bir evdi. Asker ise ‘Bize her yeri yakın emri verdiler’ dedi, komutan izin vermeyince yakmadı.
“Sonra Licelileri halı sahaya toparladılar. Stada giderken işyerimizin önünden geçtik, yanıyordu. Askerler kola kutularını yakıp içeri atıyordu. Sahaya topladılar hepimizi. Ne yapacaklarını anlamadık, korkuyorduk. O korkuyu hiç unutmadım. Ne yaparız da bu kabustan uyanırız diyorduk. Eşref Hatipoğlu çıktı ‘Siz daha yaşıyor musunuz’ dedi. Hakaretler, küfürler… ‘Devlete dua edin daha kötüsünü yapmadık’ dedi. O korku içinde biz de onu alkışlıyorduk. Bizi bıraktıklarında şehir yanıyordu, şehrin üstünü kapkara bulut sarmıştı. Sonra gazeteciler geldi, insanlar şehri terk etmeye başladı. O gün 20 yıldır aklımda…”
Dosyada tanık olarak ifade veren bir Liceli de olay zamanı asker olduğunu, döndüğünde askerlik fotoğrafının üzerinde ‘Bu askerin hatırına evi yakmadık’ yazılı bir not bulduğunu anlatmıştı.
Geç gelen adalet?
O gün 16 kişi öldürüldü, çok sayıda ev ve işyeri yakıldı. Yüzlerce kişi göçe zorlandı.
Şikayetleri 20 yıl boyunca savcılık raflarında bekledi, yıllar sonra hazırlanan iddianame zamanaşımının dolmasına bir gün kala kabul edildi. Katliam, 21 yıl sonra mahkeme salonuna taşındı.
İddianameye göre saldırıyı, o dönem yetkililerin açıkladığının tersine, PKK yapmamıştı. Olayın failleri olarak belirlenen, dönemin Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Eşref Hatipoğlu ile Üsteğmen Tünay Yanardağ hakkında “Taammüden öldürme”, “Halkı isyana ve birbirini öldürmeye teşvik”, “Cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma” suçlarından ağırlaştırılmış müebbet ve 24 yıla kadar hapis cezası istendi.
Bu ağır ceza istemine rağmen tutuklanmadılar. Dava da Diyarbakır’da görülemedi. Önce Eskişehir'e, oradan tekrar Diyarbakır'a gönderildi, burada Terörle Mücadele Kanunu 10. maddeyle yetkili ağır ceza mahkemesi olmadığından dava İzmir'e taşındı. İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi de özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasının ardından, sanıkların yargılanmasının izne tabi olduğunu öne sürerek yargılamayı durdurup izin gerektiğine hükmetti. HSYK 3. Dairesi ise 29 Ocak 2015'te verdiği kararla davanın durdurulma kararını bozdu, davanın İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesinde devam etmesine karar verdi.
Bu karardan yaklaşık 6 ay sonra, iki sanıktan biri olan Tünay Yanardağ hayatını kaybetti. Davanın tek sanığı Hatipoğlu kaldı.
“Bana komplo kuruldu”
Hatipoğlu da “şahsına özel” açılan bir duruşmada ifade verdi. Ve tabii suçlamaları kabul etmedi.
Kendisine komplo kurulduğunu, bu tertibin arkasında, Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen Diyarbakırlı iş insanı M.A.A.’nın olduğunu söyledi, “Orada ne ben ne askerim, sivil halka ateş etmiştir” dedi.
Mahkeme de bu ifadeyi esas aldı, dava 8 Aralık 2018’de tek sanık olan Eşref Hatipoğlu’nun beraatıyla bitti. Ancak karara göre, “Aradan geçen 20 yıla rağmen saldırıya katıldığı tespit edilen örgüt mensubu olmamıştı.”
Mahkemeye göre fail PKK değildi, ordu da değildi.
Peki, katliamı kim yaptı?
TIKLAYIN - “Sorumlular Tespit Edilemedi Ama Asker Yapmadı”
Yine gerekçeli karara göre, en baştan araştırılmayan bir katliamın, 25 yıl sonra çözülmesi de pek mümkün görünmüyordu:
Belgeler kayıp: “Gözaltına alınıp ilk sorgudan sonra serbest bırakılan 54 kişinin ve Diyarbakır TEM Şube müdürlüğüne teslim edilen 20 kişinin ifade tutanakları, yakalama tutanakları, hangi delile dayanılarak gözaltına alındıklarına dair hiçbir belgenin evrak arasında bulunmaması…
Rapor yok: “Olayda yaralanan askerlerin ifadelerinin ve adli muayene raporlarının alınmamış olması…”
Olay yeri incelemesi yapılmadı: “Sokağa çıkma yasağı ve aramaların üç gün sürmesine rağmen hasar gören binaların nasıl hasar gördükleriyle ilgili ayrıntılı tespitin yapılmamış olması…”
Genelkurmay’dan bilgi verilmedi: “Hangi birliklerin çatışmaya kaç askerle katıldığının belirtilmemesi…”
TIKLAYIN - “Mahkemeden Adalet Talep Ettik Diye ‘Deli’ Dediler”
Dolayısıyla biz Lice davası adı altında 3 yıl süren bir hiçlik izlemiş olduk. İfade, bilgi, belgenin olmadığı, yani bir yargılama sürecinin olmadığı bu 3 yılın sonunda da mahkemeden çıkan karar şaşırtıcı değildi: “PKK yapmadı, Eşref Hatipoğlu da yapmadı ama kim yaptı bilmiyoruz.”
Bildiğini iddia eden bir eski istihbaratçı geçen yıl konuşmaya karar verdi, Lice Davasına ilişkin hazırlanan ilk dosyada sanık olarak Diyarbakır Kolordu Komutanı Hasan Iğsız ve yardımcısı İlker Başbuğ’un adının olduğunu iddia etti.
Adını vermeyen istihbaratçının anlattığına göre, Bahtiyar Aydın, Diyarbakır Lice Asayiş Bölük Komutanlığı binasında kanas tipi silahla tek kurşunla JİTEM tarafından öldürülmüş, suikast silahı yakılmış ve ilçeye giriş-çıkışlar engellenerek mermi ile diğer deliller yok edilmiş, suikast ve sonrasında yaşanılanlara dair Jandarma herhangi bir tespit yapmamıştı. Ki Jandarmanın olayı araştırmadığı mahkeme kayıtlarında da mevcut.
Aynı istihbaratçı, Mehmet Emin Özkan’ın 2013’te yeniden yargılanmasına karar verildiği dönemde tahliye edilmesinin İlker Başbuğ tarafından engellendiğini de iddia etti.
Bu iddialar da “araştırılmadı”.
Geride tek mağdur kaldı
Lice davasının iddianamesinde, “Mehmet Emin Özkan'ın bu eyleme katıldığına dair herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır” tespiti yer alıyordu.
Mehmet Emin Özkan 9 yıl önce, Bahtiyar Aydın cinayetinden mahkum edildiği dosyadan yeniden yargılanmaya başlandı ancak ne tahliye edildi ne yeni dosyanın delilleri değerlendirildi.
Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Mehmet Emin Özkan, 25 yılda 5 kez kalp krizi geçirdi, 4 defa anjiyo oldu. Kalp, tansiyon, guatr, kemik erimesi, böbrek ve bağırsak bozuklukları, aşırı derecede kilo kaybı, duyma-görme eksikliği ve hafıza kaybı gibi birçok sağlık sorunu bulunuyor, kişisel hiçbir ihtiyacını tek başına gideremiyor. Yürümekte dahi zorlanan Mehmet Emin Özkan, hastaneye kelepçeyle götürülüyor. Adli Tıp’a göre ise “hapishanede kalabilir”.
Lice davası halen bir Liceliyi mağdur etmeye devam ederken, Hatipoğlu da “efsane komutan” olarak uğurlanıyor.
1993’ten beri değişen bir şey yok.
(AS)