* Fotoğraf: Twitter
Süryani, Asuri, Arami ve Keldani halkının 1915 soykırımı ‘Seyfo’yu andığı gün olan 15 Haziran vesilesiyle akademisyen Bülent Bilmez’in Süryani aylık gazetesi Sabro’da çıkan yazısını yayınlıyoruz.
Süryaniceden de Süryanilerden de korkuyorum…
Daha doğrusu bunun konu olmasından, bir ortamda söz konusu olmasından hep korktum, korkuyorum.
Koca koca okullarda yıllarca okuyup ismin başına fiyakalı unvanlar eklemek çok zor olabilir, ama bir okumuşun cehaleti yüzüne vurulduğu zaman yaşayacağı utanma duygusundan kurtulması daha zordur, doğrusu… Bu zorun üstesinden gelmeyi daha yolun başında ‘başarmış’ olan akademisyenlere hep şaşırmışımdır. Hala utanan, utanabilen münevverlerin hızla akademiden uzaklaştığı veya uzaklaştırıldığı bir çağda bu utanma duygusunun azalması bazıları için şaşırtıcı olmayabilir. Nitekim, münevverliğin mayasında var bu duygu!
Münevverlik biraz da bu duygunun dehşet verici motivasyonu ile öğrenme isteğiyle ilgilidir, sanki… Ancak ‘cehaletten utanma korkusu’ veya bununla faklı ‘baş etme yöntemleri’ değil, utanma korkusunu öğrenme motivasyonuna dönüştürmek münevver kılar insanı…
Yaş kemale erdiğinde öğrenmenin sonunun olmadığı öğrenilir, ama bu, cehaletten utanma korkusunu ortadan kaldırmaz. Kamillik, o korkuyla barıştırır insanı. Hatta onu sevdirmeye başlar… Zevk, zorunluluk, tesadüf gibi nedenlerin yanında, cehaletin ortaya çıkma korkusu/tokadı da araştırma, öğrenme şevkine dönüşür…
Bir araya geldiklerinde aslında bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan azınlık gruplardan birinin üyesi olarak, bu ülkenin en büyük azınlık gruplarından Çerkesleri ilk kez otuzlu yaşlarda ‘öğrenmek’ gibi bir anormalliği bir zamanlar hissetmiş ve bunu bir yerlerde yazmıştım. Önce ‘Çerkezler’ olarak yanlış yazılışıyla öğrenmenin ve elbette Çerkes Ethem efsanesini sorgulama vesilesiyle yanı başımdaki koca bir dünyayı görmenin utancını yazmıştım… İçinde yaşadığımız ülkenin ortak utancının parçası olarak kendi utancımı itiraf etmiştim.
Şimdiki durum farklı: Bir süredir Türkiye dilleri ve kültürleri çalışan bir akademisyen olarak bu konularda ‘habersizlik’ pek söz konusu olmuyor, ama bu konularda konuşup yazan biri olarak pot kırıp çam devirme korkusu sürekli Demokles’in kılıcı gibi insanın tepesinde sallanabiliyor hala.
Söz konusu olan Süryaniler ve Süryanice ise bu neredeyse kaçınılmaz bir hal alıyor… Hele ki mevzu Seyfo/Sayfo olunca başka bir hassasiyet bunun üstüne biniyor…
“Bu iş bu kadar zor olmak zorunda mı yahu!”
Benim Süryanice ve Süryaniler konusundaki ‘korku’mda elbette bu konunun karmaşıklığının ve kavram karmaşasının rolü büyük. Ancak bunda son yüzyılda yaşanmışlıkların payı daha büyük sanırım.
Asuri(ce), Süryani(ce), Keldani(ce), Doğu lehçesi, Batı lehçesi, Süryani Katolik, Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Malankara Ortodoks Süryani, Süryani Malankara Katolik, Maruni Katolik, Doğu Asur Kilisesi, Kadim Doğu Kilisesi, Süryani Malabar Katolik Kilisesi, Pentekostal Asur Kilisesi, Keldani Katolik gibi kavramların bir birileriyle ilişkilerine ve ilişkisizliklerine akıl erdirmek zor… Kabul etmek gerekir ki kolayca içinden çıkılacak gibi görünmüyor… Okudukça zorlaşıyor karmaşıklığı çözmek.
Elbette inanç ve dil topluluklarının kategorik olarak faklı düzlemlerde ele alınması gerektiğini unutmamak ve modern paradigmanın hakimiyet sürecinde dilin modernist aydınlar tarafından kolektif kimliklerin (‘ulus’ denen puslu unsurun) mayası olarak kullanılmaya başlandığını bilmek, karmaşıklığın en önemli kaynağını bilmeye yarıyor. Ancak yine de insan kendini “bu iş bu kadar zor olmak zorunda mı yahu!” demekten alıkoyamıyor bazen.
Mensupları milyonlarla anılan inanç ve dil grupları hakkında cehaletin bu kadar yaygın olduğu bir ülkede, böyle ‘marjinal’ bir grupla ilgili bilgisizliği/habersizliği normal (!) karşılayanlar olabilir.
Özellikle ‘ezici’ çoğunluğu oluşturan Müslüman Türkiyeliler arasında yaygın olan bu konudaki cehalette, Süryaniceyi ve onu konuşanları marjinalleştiren politikalarıyla ‘düzen’in ve onun sahibi devletin payı ise gerçekten can yakıcı... Bir dönem bir coğrafyaya damgasını vurmuş kültür ve dillerin hızla marjinalleş(tiril)mesinde ve hatta ‘ihmal edilebilir’ statüsüne düşürülmesinde, çevrelerindeki Müslüman halkların bitmek bilmez saldırganlıklarının ve yıldırıcı politikalarının payı büyük elbette. Ancak asıl belirleyici etken modernleşme sürecinde Osmanlı Devleti’nin ve onun ardılı ulus-devletlerin acımasız katliamları olmuş maalesef.
Kabul emek gerekir ki her şeye rağmen yüzyıllar içinden süzülerek modern zamanlara erişen dil ve kültürleriyle Süryaniler hakkında günümüzde doğru/güvenilir bilgi almak için başvurulacak kaynakların azlığı da önemli bir neden bu yaygın cehalette. Süryani olmayanların bu konuda araştırma yapmaması ve yazmaması, genelde Türkiye kültürleri için geçerli bir sorun: Az sayıda Süryani veya Batılı bilim insanının yazdıklarından ibaret bir literatürle yetinmek gerekiyor.
Yine de farklı dillerde literatür ve hatta internetteki kaynaklar sayesinde bu zor işe kalkışmak, kavram karmaşası ile inançsal ve dilsel kimlik meselesinin üstesinden gelmek kısmen de olsa mümkün olabiliyor… Ancak her an bir hata yapma, pot kırma veya koca çamlar devirme korkusu benim için en çok Süryaniler ve Süryanice söz konusu olunca geçerli oluyor hala…
Tepemizde sallanan Seyfo
Bu korku başımın üstünde Demokles’in kılıcı misali sallanırken, bir başka kılıcın Süryanilerin boynuna çoktan indiğini öğrenmenin şokunu, Ermeni Soykırımının yüzyılına yaklaşırken yaşamak da ayrı bir utanç kaynağı oldu…
Tarihle yüzleşme/hesaplaşma konusunda çalışmakta olan bir akademisyen olarak ve o sırada Tarih Vakfı başkanı iken 1915’in yüzüncü yılına entelektüel hazırlık sırasında 2010’ların başında karşıma çıktı Seyfo veya Sayfo… Türkçe kılıç demekmiş!
Aynı süreçte, Müslüman komşularının ve kendi devletlerinin kılıcını yüzbinlerce Hıristiyan gibi Süryanilerin de boyunlarında hissettiği bu döneme ‘Seyfo/Sayfo Yılı’, yani ‘Kılıç Yılı’ adı verilmiş Süryanicede… Yahudiler için Holokost, Ermeniler için Medz Yeğern, Dersimliler için Tertele gibi, Süryaniler için de soykırımın adı Sayfo/Seyfo olmuş!
Geriye kalanların, yani ‘kılıç artığı’ gibi menfur bir isimle anılan ‘kurtulanlar’ın sayılarının azlığı, marjinal muamele görmelerinde önemli rol oynamış olabilir. Ancak marjinalleştirilmelerinde daha önemli pay, Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’daki yeniden düzenlemeler sürecinde büyük güçlerin ve bölgede kurulan yeni ulus-devletlerin kasıtlı ihmal/görmemezlik politikasına aittir: Lozan’da Ankara hükümeti tarafından unutturulmuş; Ankara’yı bölgedeki yeni taşeronları olarak kabul eden muzaffer büyük güçlerin riyakarlıkları ise herkesin buna rıza göstermesi sonucunu doğurmuştur. Unutmak derken, eşit olduklarının ve haklarının unutulmasını kastediyorum. Yoksa malları yağmalanarak yurtlarından kaçmak zorunda bırakılan ötekiler olarak varlıkları da ikinci veya üçüncü sınıf olarak vatandaşlıkları da unutulmadı asla Müslüman komşuları ve devlet tarafından.
Medz Yeğern için 24 Nisan başlangıç tarihi olarak kabul edilmekle birlikte, sürecin ne zaman bittiğine ve hatta bitip bitmediğine karar vermek zordur. Bunun gibi, Seyfo/Sayfo için de bittiği tarihe veya bitip bitmediğine karar vermek zordur: Lozan’da azınlık olarak bile kabul görmeyen Süryaniler için Cumhuriyet tarihi zulüm tarihidir. Elbette bu bağlamda Türkiye için de Cumhuriyet tarihi bir azalma tarihidir!
Bugün Seyfo/Sayfo girmemiştir kınına hala! Peki bu tehdidi hisseden yalnızca Süryaniler mi? Ya da bazı azınlıklar veya tüm azınlıklar mı sadece?
Lozan’da azınlık statüsü kazansın kazanmasın, tüm azınlıkların tepesinde gördüğü ve hissettiği Seyfo/Sayfo, aslında bu ülkede yaşayan herkesin tepesinde sallanan devletin o keskin ve acımasız kılıcı olmasın sakın!
Milleti devletin zulmünden “kurtarmak” üzere demokratik söylemle iktidara gelirken o kılıcı kınına sokma ve hatta parçalama sözü verenlerin, iktidara geldikten bir süre sonra kendi ellerinde buldukları kılıç!
Bunca yıldan sonra öğrenebileceğimiz bir şey olabilir: O kılıcı ortadan kaldırmak için ilk yapılması gereken şey, yüz yıl önceden başlayarak tüm cinayetlerin ve katliamların sorumlusu olan bu kılıcın üzerindeki her damla kanı akıl ve gönül gözüyle görmek… Ardından, bu kılıcı tepesinde sürekli hissedenlerin birbirleriyle tanışması ve çoğunluk başta olmak üzere herkesin akıl ve gönül gözünü açması gerekiyor…
Sadece katliama uğrayan azınlık mensubu insanların ve onların torunlarının hakkı için, adalet için değil… Bu yüzleşmeyle/hesaplaşma aracılığıyla Medz Yeğern, Seyfo ve Tertele ile lanetlenmiş bu güzel topraklarda barış içinde bir arada yaşamayı mümkün kılmak için… (BB/TP)