Yazının İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Ada’nın en batı ucunda, tam da gün batımında negatif film kullanan makinemle çok güzel fotoğraflarını çekmiştim.
2000 yılında kurulan bu rüzgâr enerji santrali (RES) Türkiye’nin de ilk yenilenebilir enerji kaynakları arasındaydı.
Bu rüzgâr güllerinin Türkiye’nin her tarafında olmasını dilemiştim. Sonuçta temiz enerjiydi. Görüntüsü de çok güzeldi.
Yenilenebilir Enerji Kanunu ve sonrasındaki rüzgâr santrallerine verilen teşviklerle bugün artık Türkiye’nin dört bir yanında rüzgâr santrallerine rastlamak mümkün.
Bir zamanlar Bozcaada’da uzaktan güzel güzel fotoğraflarını çektiğim, “keşke her yerde olsa” diye temennide bulunduğum rüzgâr güllerinin daha sonra sorunlara yol açacağını hiç düşünmemiştim.
Meralara, orman alanlarına, zeytinliklerin ve köylerin kıyısına kurulacağını… Yerel halkın yaşam hakkını ve ekonomik faaliyetlerini tehdit edeceğini… Sadece türbinlere ulaşım için, altı metre genişliğinde 100 km uzunluğunda servis yolu yapılarak, karbon yutağı işlevi gören 600 bin metrekare orman alanını yok edeceğini…Toprak servis yollarında her gün türbinlerin bakımı gibi nedenlerle gidip gelen ve yoğun toz yağdıran şirket araçlarının, makiliklerin ve zeytin ağaçlarının üzerinin toz ile kaplanmasına neden olacağını… Meralarda keçi sürülerinin beslenmesini imkânsız hale getirirken, tozla kaplanan zeytinlerde verim düşmesi ve gelişim bozukluğuna yol açacağını… Evlere 90 metre yakınına kadar sokulan türbinlerden çıkan aerodinamik sesin yaşamı dayanılmaz hale getirebileceğini gerçekten hiç düşünmemiştim.
İşte bu gerekçeler nedeniyle ‘özel çevre koruma bölgesi’ olan İzmir Karaburun’daki RES yatırımlarına karşı son 10 yıldır yoğun bir mücadele yaşanıyor.
*Fotoğraf: Serkan Ocak
Geç gelen adalet
Karaburun’daki proje ile ilgili ilk adımlar 2005’te atıldı. ÇED raporları hazırlandı ve 2012’de inşaat faaliyetleri başladı.
Toplam altı proje söz konusu. İlk dava 2014’te açıldı. Bugüne kadar açılan davası üçü Anayasa Mahkemesi’ne olmak üzere toplam 18.
Çok değil, bir ay önce anayasa Mahkemesi “hak ihlali var” dedi. Ancak atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Her zamanki gibi geç gelen adalet ise bir işe yaramadı.
Peki neden Karaburun’daki rüzgâr santrallerine karşı çıkılıyor?
Karaburun Kent Konseyi, 10 yıllık mücadelenin baş aktörü. Konsey üyesi avukat Cem Altıparmak’a göre, yapılan iklim değişikliği ile mücadelede yerine iklim krizini artıran bir proje uyguluyor.
Altıparmak, devletin görevinin sera gazları salınımlarını düşürmek, iklim krizlerinin sonuçları ile uyumlu politikalar üretmek, fosil yakıtlı santrallerden vazgeçerken, bunun alternatifi olarak da yenilenebilir enerji yöntemlerini yaygınlaştırmak olduğunu söylüyor. Buraya kadar kimsenin bir itirazı da yok.
Ancak uygulanan bu prensibin tam aksi. En önemli sorun yenilenebilir enerji yatırımlarının yer seçimi. Hükümet bu tesislerin ‘istisnasız’ her yere kurulabileceğine dair yönetmelikler hazırladı. Milli parklardan zeytin bahçelerine, orman alanlarından meralara kadar her yer…
Altıparmak’a göre, bu Türkiye’nin taraf olduğu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne aykırı.
Bir yandan Türkiye iklim değişikliği ile mücadele sera gazı salımı konusunda doğal yutak alan olan ormanları, meraları, tarım bölgelerini artırma konusunda taahhütlerde bulunuyor. Diğer yandan buraları yenilenebilir enerji projesi adıyla yok ediyor. Altıparmak’ın bu uygulamaya açıklaması, “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” oldu. Karaburun’da yaşanan şey tam da bu.
Karaburun Ege’nin gözbebeği
İzmir’in yanı başındaki Karaburun çok önemli özelliklere sahip. Bu yarımada, İzmir Bölgesi’nin kıl keçisine sahip olan ilçesi. Toplam mera alanı çok düşük ancak en fazla kıl keçisi burada var. Neredeyse tüm meralarda bir RES projesi var. Burası ormanlarıyla önemli doğa alanı. Flora fauna açısından önemli.
Karaburun, devletin yenilenebilir enerji politikaları konusunda en tezat politikalarının olduğu bölgelerin başında geliyor. Tam bir uyumsuzluk var.
Avukat Altıparmak, özellikle Batı’da rüzgâr güllerinin evlere ne kadar uzakta olması gerektiği ile ilgili şu bilgiyi veriyor: “ülkelere göre farklılık göstermekle birlikte rüzgâr gülünün yerle en uçtaki kanadın arasındaki mesafenin 10 katı uzaklıkta olmalı.”
Bir rüzgâr gülü ortalama yerden 150 metre yüksekte. Demek ki evlerin 1500 metre uzağa yapılmalı. Ancak Karaburun’da bazı evlerin 90 metre yakınında bu rüzgâr güllerinden var.
Yollardan geçerken hayran hayran baktığımız bu güllerin kendi evimize 90 metre uzakta olmasını ister miyiz?
Karaburun’da değil ama özellikle Trakya gibi kuş göç yolu üzerindeki RES’lerde başka bir konu daha var tartışılan: Rüzgâr güllerinin dönüşü sırasında çıkardığı manyetik dalganın kuşlara ve bazı yaban hayvanlarına verdiği zarar…
Son yılların yenilenebilir rant alanı: Biyokütle
Yenilenebilir enerjinin tanımına giren bir başka kaynak ise biyokütle. Türkiye’de özellikle son birkaç yılda biyokütle tesislerinde büyük bir artış var.
Doğma büyüme Samsun Çarşambalı olan Kadir Aca, yaşadığı bölgeye yapılmak istenen biyokütle tesisi karşısında “Biz zehirlenmek istemiyoruz. Temiz yaşamak istiyoruz” diyor. Biyokütle gerçekten zehirleyen bir yenilenebilir enerji kaynağı mı?
Bu tesislerde biyokütlenin doğrudan yakılması ile enerji elde ediliyor. Biyokütle ağaç atıklarından, fındık kabuklarından, mısır saplarından oluşuyor. Aslında bir nevi termik santral. Bir şeyi yakıyorsunuz ve elektrik üretiyorsunuz.
Yakıldığında kükürt, azot gibi salımlar düşüyor ama olağanüstü bir karbon salımı oluyor. İşte bu nedenle bu yöntem bugün Batı’da tartışma konusu. Doğada çürütülerek doğaya kazandırılması gereken maddeler yakılıyor. Yakılan bir şey nasıl geri dönebilir?
Samsun Çevre Platformu Sözcüsü ve Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Özdağ, uzun zamandır bölge sakinleri ile bölgelerinde açılmak istenen biyokütle tesislerine karşı büyük bir mücadele içinde.
Özdağ, başka bir konuda da uyarıyor: “Bu yöntem bile tartışılırken Türkiye’de son yıllarda biyokütlenin tanımı değiştirildi. Belediye çöpü, ömrü tükenmiş lastikler, arıtma tesislerinden çıkan çamurlar çıkarılan yasa ile biyokütle sayıyor. Lastiklerin yakılması nasıl biyokütle olabilir?”
Özdağ’a göre, 2010’da hiç biyokütle tesisimiz yokken, 2014’te 4, 2016’da 13, 2020’de ise 106 biyokütle tesisimiz oldu.
Artış inanılmaz!
Kaynak: Mehmet Özdağ
Hiçbir sınır ve yasak yok
Özdağ uyarıyor: “Sadece Çarşamba’da saatte 3,490 dolarlık elektrik üretiliyor. Kilovat saati 14,6 dolar\cent alım garantili. Yeni suistimalin ve rantın kaynağı biyokütle. 10 yıl önce ise hidroelektrik santraller üzerinden yapılıyordu.”
Özdağ’a göre, hükümetin yaptığı en büyük kötülük ise bu tür üretimlerin halka yayılmasının önüne geçmesi. Sadece belirli gruplara bu yatırımlar için izinler ve teşvikler veriliyor.
Özdağ, bir de yeni tesislerde ne yakıldığının takibinin yapılmadığından dert yanarak, “Samsun Valiliği günde 630 ton yakıt yakacak bir tesise onay verdi. ‘ÇED gerekli değildir’ belgesi verildi. Bu tesisler Çarşamba Ovası gibi SİT statüsünde olan büyük tarımsal alanda veriliyor. Normalde bu ovada bir inşaat yapılacağı zaman tabanı 75 metrekareyi geçemeyen, 15 metre ancak sondaj kuyusu açılabilen yapılara izin veriliyor. Ancak adı biyokütle tesisi olduğunda hiçbir sınır, yasak kalmıyor” diyor.
*Mehmet Özdağ basın açıklaması yaparken
Jeotermal temiz mi zehirli mi?
İzmir yakınlarındaki Orhanlı’da son yıllarda yenilenebilir enerji konusunda büyük bir karşıtlık var. Özellikle Jeotermal konusunda büyük yatırım planları var. Bu küçük tarım bölgesinde güneş enerji santrali (GES) ve rüzgâr enerji santrali yatırımları da planlanıyor.
Önce Orhanlı’ya bakalım, nasıl bir özelliği var. Burada sözü Doğa Derneği yönetim Kurulu Başkanı Dicle Tuba Kılıç’a bırakalım:
“Orhanlı’daki zeytinlikler önemli doğa alanı içinde yer alıyor. Hem de kadim bir üretim merkezi. Buradaki zeytin tarlaları değil, zeytin ormanları var. Yani sadece bize zeytinyağı veren bir zeytin tarlası değil, altında orkidelerin yaşardığı, pek çok kuş ve memeli türünün yaşayabildiği, sandal ve çam ağaçlarının bulunduğu bir orman. Hayvancılığın, arıcılığın yapıldığı bir yer. Yaban hayatını ve insanları besleyen bir ekosistem.”
Zeytin ormanları zeytinliğe döndü
Kılıç’a göre, eski Akdeniz ekosisteminde tüm zeytinlikler böyle imiş. Artık zeytin ormanları zeytinliğe çevriliyor.
Orhanlı’da böyle bir zeytin ormanına iki ayrı firma, iki ayrı büyük jeotermal enerji santrali (JES) planlıyor. RES ve GES projeleri de var. Çıkarılan suyun geri basılabilmesi için… Tam olarak köyün içine, zeytinliklerin içen planlanmış tüm bu projeler.
Kılıç, projenin üç sakıncasından söz ediyor. Birincisi, çıkarılan suyun tam olarak deşarj edilememesinden dolayı yeraltı ve yerüstü su kaynakları için bir tehdit.
Yeraltından çıkan su o kadar da masum değil. Bor arsenik ve nitrat var. Bunlar toprağımızı suyumuzu zehirleyen maddeler.
Kılıç, daha önce yapılan bir JES’in, yanındaki bir mandalina bahçesini öldürdüğünü söylüyor. Bu da toprağı zehirleyen ikinci etken. Üçüncü ise hava olan olumsuzluğu.
Kılıç, “Havaya salınan ağır metaller yukarıya salındığında buhar salıyor. Çok kaynar bir su çıkıyor. 24 saat kaynar su çıkmasının vadiye ne gibi olumsuz etkileri olacak bilmiyoruz. ÇED raporlarında yok. Buradaki mikroklima nasıl etkilenecek bilmiyoruz. Belki asit yağmurları yağacak” diyor.
Orhanlı, göç veren değil, göç alan bir köy. Sertifikalı organik tarım yapılıyor. Kılıç da soruyor: “Ya yenilenebilir enerjiye karşıymışız gibi gösteriliyor ya da öyle olmak zorunda bırakılıyoruz. Böylesine bir yer yenilenebilir enerji adı altında elektrik üretmek için yok edilebilir mi?”
Orhanlı halkı, önceki gün (13 Temmuz 2021) basın açıklaması yaparak asırlık zeytinlerin, tarihe tanıklık yapan ağaçların kesilmesini protesto etti.
Su akar Türk bakar!
Türkiye’de en büyük yenilenebilir enerji yatırımları, 2006’da çıkarılan Su Kullanım Hakkı Anlaşması ile sonrasında hidroelektrik santralleri (HES) ile başladı. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “Türk bakar su akar” anlayışının geride kaldığını belirterek akan her suya HES yapılmasını istedi. Öyle de oldu.
Özellikle Karadeniz’de dağlardan denize akan neredeyse her akarsuya HES planlandı.
Türkiye’de HES’lere karşı en çok mücadele eden avukatlardan biri de Yakup Okumuşoğlu. Konuyu sorduğumda söze “Ben yenilenebilir enerji karşıtı biri değilim” diyerek başlıyor. Ve şöyle devam ediyor: “Yenilenebilir enerji adı altında derelerin yok edilmesine karşıyım.”
Her derenin HES’lerle doldurulmasının yanlış olduğunu anlatan Okumuşoğlu, bunun yenilenebilir tanımına da uygun olmadığı görüşünde. Okumuşoğlu’na göre, suyun döngüsü bozuluyor. Derelerdeki yaşamı bozuluyor. Tüm biyoçeşitlilik son derece zarar görüyor. İnşaat aşamasında doğa tahribatına yol açıyor.
*Fotoğraf: Serkan Ocak
Norveç 400 vadiye el değdirmiyor
Yıllardır HES mücadelesiyle ilgili yaptığım haberlerde aklımda şu soru vardı: “Hiç mi yapılmasın, yapılacaksa nasıl yapılsın?”
Okumuşoğlu’nun cevabı netti: “Ben devlet olsam mesela Norveç’e bakarım, nasıl yapmış diye. Tüm vadilerin envanterini çıkarmış. Belli sayıdaki vadinin enerjinin amaçlı açılmasına karar vermiş. Doğaya zarar vermemek üzere projeler hazırlamış. 400 vadisinin tamamen korunmasına karar vermiş, el değmiyorlar.”
Bizde ise tam tersi bir politika izlendi yıllarca. Allah ne verdiyse vadilere yüklenildi. Sadece Trabzon’da Uzungöl’e çıkan Solaklı Vadisi’ne 30’den fazla HES planlandı.
Eğer bu mücadele olmasa Türkiye’de 1600 tane nehir tipi HES yapılacaktı. Her bir projede 5 km su taşınıyor, tünellere hapsediliyor. Bu da 8 bin km’lik bir uzunlukta suların hapsedilmesi anlamına geliyor.
Neyse ki öyle olmadı. Yıllarca mücadele verildi. Bazı vadiler koruma altına alındı.
İkizdere’de 22 tane planlanmıştı. İkizdere SİT alanı ilan edildi. Sadece beş tane yapılabildi. Fırtına’da 13 tane plan vardı. Milli Park ve SİT ilan edildi, HES yapılamadı. Fındıklı da korundu. Zaten korunan başka da vadi kalmadı. Diğer pek çok proje hayata geçti.
Bugün Karadeniz’e gittiğinizde göreceğiniz manzara şu: Karadeniz’deki derelerin suyu çok azaldı. Eylül ayında olması gereken debi temmuz başında gelmiş durumda.
Su döngüsü bozuldu. Su topraktan alacağı minareli, boralara hapsedildiği için alamıyor ve denize kavuştuğu noktada besinler yetersiz taşınıyor. Suyun pH değeri düşmüş durumda. Akan mineralli bir su değil sadece bir sıvı. Bu da deniz ekosistemini olumsuz etkiliyor.
Türkiye’de ciddi bir yenilenebilir enerji karşıtlığı var. İşte tüm bu nedenlerden dolayı…
(SEO/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.