Fotoğraf: AA
Yazının İngilizcesi için tıklayın
Doğu Karadeniz'in doğusundaki dar kıyı şeridinde konuşulan Lazca, binlerce yıldır bölgedeki varlığını sürdürmüştür. Rize'nin Pazar ilçesinden başlayıp Gürcistan hududuna kadar uzanan, Doğu Karadeniz Dağları'ndan doğup Karadeniz'e dökülen dik ve derin akarsu vadileri ile parçalanmış bu coğrafya, geçmişte Lazya ve sonra da Lazistan adıyla anılagelmiştir.
Dik, verimsiz ve kısıtlı tarlalar boyunca uzanan dağınık köyler ve birkaç dükkânın çevresinde kurulmuş "noğa" adı verilen küçük balıkçı kasabaları şeklinde örgütlenen bu coğrafya hiçbir zaman yöre halkının refahını sağlayacak tarımsal ya da ticari bir zenginlik sağlamamış, bu durum bölge halkının geçimini sağlamak için tarih boyunca, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç etmesine sebep olmuştur.
Laz tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Bizantolog Antony Bryer bu durumu şu cümleyle özetler: "Lazların kaderi ülkelerinin coğrafyası tarafından belirlenmiştir. Lazistan dağları, bir yandan bağımsızlıklarını korumalarını sağlarken bir yandan da tarımda gelişmelerine ya da daha gelişmiş bir politika izlemelerine engel olmuştur."
İki Lazistan
Lazistan coğrafyası 1878'de yaşanan 93 Harbi'nde Osmanlı ile Rusya arasında ikiye bölündü. Osmanlı Lazistanı Atina (Rize'nin Pazar ilçesi, Ardeşen dahil), Viçe (Fındıklı), Arhavi ve Hopa'nın Kopmuş Burnu'na kadarki sahayı kapsarken Rusya Lazistanı Makriyali (günümüzde Kemalpaşa ve Sarp arası), Çxala ve Beğlevan (Borça'nın Düzköy ve Güreşen köyleri civarı) olarak adlandırılan yerleşim yerlerinden oluşuyordu. 93 Harbi sonrasında Rusya'ya kalan bu bölge halkının üçte ikisi ata topraklarını terk ederek Batı Anadolu'ya ve özellikle de Marmara bölgesine Sapanca, Düzce, Yalova civarına yerleştiler.
1917'de yaşanan Ekim Devrimi sonrasında iki Lazistan küçük bir kayıpla yeniden birleşti. Sınır, Sarp köyünün ortasından geçen bir akarsu olarak belirlendi. Bu sebeple Sarp köyünün yarısı SSCB'nin yönetiminde kaldı.
Bu coğrafi bölünmenin sonucunda Laz aydınları biri Osmanlı egemenliğindeki İstanbul ve diğeri önce Çarlık Rusyası sonra İngiliz ve en sonunda da Sovyet egemenliğindeki Batum olmak üzere iki merkezde varlık gösterdiler.
İstanbul, Osmanlı tebaası Lazların, diğer Osmanlı halklarında olduğu gibi eğitimsel, kültürel ve politik merkeziydi. Laz gençleri burada eğitim alıyorlar, yeni görüşlerle, farklı kültürlerle tanışıyorlardı. Özgürlükçü bir söylemle iktidara gelen İttihat ve Terakki'nin ilk iktidar yıllarında, 1914'te Laz Talebe Cemiyeti, 1919'da Laz Tekâmül-i Milli Cemiyet-i Hayriyesi İstanbul'da eğitim almış Laz aydınları tarafından kuruldu.
Gerek ulusal gerek uluslararası politik çalkantıların ve I. Dünya Harbi'nin gölgesinde kurulan bu cemiyetler dar bir çevrede kısa süreli varlık gösterirler, hızla değişen politik konjonktürle birlikte kısa sürede sönümlenip tarihe karışırlar. Laz ulusal uyanışını sağlayabilecek bu aydınlar, Anadolu hareketine katılarak Cumhuriyet'in kuruluşunda rol üstlenirler. Bunlara bir örnek olarak, Cumhuriyet döneminde Milli Savunma Bakanlığı da yapacak olan Laz Talebe Cemiyeti'nin kurucu başkanı Hüseyin Hüsnü Çakır gösterilebilir.
Osmanlıcı ve daha sonra Cumhuriyetçi bir kimliğe bürünen İstanbul Laz hareketinin aksine Batum merkezli Lazlar bağımsızlıkçıydılar.
1919'da Lazistan Özgürlük Komitesi'ni (Lazistan Tahlisi Cemiyeti) kurdular ve halk arasında "Lazistan Lazlarındır" sloganıyla örgütlenmeye çalıştılar. İlk Lazca gazeteyi 1929'da bu grubun halefleri çıkardı. Ancak 30'larda gerilen Türkiye-Sovyet ilişkileri sınırı demir bir perdeye çevirdi ve bunların Türkiye Lazlarıyla olan ilişkileri neredeyse sıfırlandı. Bununla birlikte, Laz hareketi Rusya dahilinde sönümlenmedi; burada kalan Lazlar örgütlenerek 1930'ların başında Laz Kültürel Otonomi sürecinin yaşanmasını sağladılar.
İlk Laz okullarının açılması, Lazca ders kitaplarının hazırlanması, Laz alfabe komisyonunun, Kızıl Lazistan Kolhozu'nun kurulması gibi Laz dili ve kültürü için pek çok ilk bu dönemde, İskender Chitaşi öncülüğünde gerçekleşti. 1938'de Büyük Tasfiye yıllarına değin devam eden bu süreç, Chitaşi'nin idamı ile son bulmuş, Sarp hariç Laz köylerinin tamamı 1944'te Orta Asya'ya sürülerek Sovyetlerdeki Laz kültür ve dil çalışmaları Tiflis merkezli Gürcü Milliyetçi kliklere terk edilmişti.
Üç kayıp kuşak
Sovyetlerde bu parlayış ve hazin sönüş yaşanırken Türkiye'de Cumhuriyet ilan edilmiş, Türk ulus inşasına başlanmıştı. Bu yeni dönemde Lazlık hakkında herhangi bir oluşuma izin verilmedi. Zaten bu tür bir oluşumu sağlayabilecek kadrolar ta Cumhuriyet'in başında, bir şekilde bastırılıp tasfiye edilerek Türk harici bir gruba aidiyet, en hafif tabiriyle, kınanma, aşağılanma vesilesi sayıldı. Bu tür düşünceler bölücülük ve ihanet olarak nitelendirildi.
Genç Cumhuriyet, İttihat ve Terakki'den miras aldığı, bazen aşırıya kaçabilen, Türkçü bir karaktere sahipti ve etnik olarak diğer milletlerden olma, Türkçe harici geleneksel bir dil kullanma gibi olguları itibarsızlaştırıyordu. Genç Cumhuriyet, Türk harici bir etnik birimi reddetti ve elinden geldiğince inkârı ve asimilasyonu denedi. Bunda kısmen başarılı da oldu.
1993 yılına kadar, 70 yıl süren ve üç kuşağı kapsayan bu fetret devrinde Türkiye'de Laz dili, Laz kültürü, politikası, kimliği gibi herhangi bir konuda yapılmış tek bir çalışma, tek bir yazılı satır bile olmamıştır. Uzun yıllar, Fahrettin Kırzıoğlu ve takipçileri gibi Lazları bir Türk boyu olarak göstermeye çalışan propagandif birtakım metinlerden başka Türkiye'de Lazları konu alan hiçbir şeye rastlanmaz.
Almanya'dan Türkiye'ye
1970'lerde Türkiye'de yeni gelişen çay tarımı hakkında bir ödev hazırlamak üzere Doğu Karadeniz köylerini dolaşan Wolfgang Feurstein burada tanıdığı Laz kültürüne büyük bir ilgi duymuş ve ömrünü neredeyse Laz çalışmalarına adamıştır.
Almanya'daki bir avuç gurbetçi Laz'ı bir araya getirerek 1984'te Laz alfabesini sil baştan yeniden oluşturulmasında başrolü üstlenmiştir. Türkiye Lazları arasında kabul gören bu alfabe günümüzde de kullanmaya devam etmektedirler.
Feurstain'in 1984'te yayınladığı "Lazuri Alfabe" (Lazca Alfabe) kitabı SSCB'de 1936'da yayınlanan "Okitxuşeni Supara" adlı okul kitabından sonra yayınlanmış ilk ders kitabı olmuştu ve uzun yıllar süren fetret devri denebilir ki bu kitapla kapanmıştır. 1991'de "Nananena" (Anadili) adlı ikinci bir alfabe kitabından sonra yayın faaliyetleri 1993'te Türkiye'ye geçti.
"Laz Rönesansı"
Sovyetler Birliği'nin dağılması, Özal zamanının liberal politikaları gibi gelişmelerle birlikte yine İstanbul'da yaşayan Lazlar arasında 1993 ve sonrasında bir "Kültürel Rönesans" yaşandığını söyleyebiliriz.
1993'te bir araya gelen Lazlar uzun tartışmalardan sonra Ogni adlı Lazca-Türkçe iki dilli bir dergi çıkarırlar. Bu dergi Türkiye Lazlarının ilk yayını olarak tarihe geçer. 1996'ya kadar 6 sayı çıkan bu derginin 1. sayısı toplatılır, Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (DGM) yargılanır ama beraat eder.
İstanbul merkezli dar bir çevrede ve daha çok anadile odaklı devam eden hareket, temkinli adımlarla devam eder. 90'ların sonunda ilk Lazca kitaplar, sözlükler yayınlanır. Laz müziği Zuğaşi Berepe ve Birol Topaloğlu'nun albümleri ile geniş kitlelere yayılır. Kapanan Ogni dergisi Mjora ve Skani Nena ile devam eder.
Laz Kültür Hareketi 2000'lerde kurumsallaşmaya başlar, bir Laz vakfı olma iddiasıyla Sima Vakfı ve Gola Derneği kurulur, bunu 2008'de Laz Kültür Derneği ve 2013'te Laz Enstitüsü takip eder.
Bazı özel kurumlarda, derneklerde Lazca kursların açılması bu döneme rastlar. Genç yaşta kanserden vefat eden Kazım Koyuncu, Lazcayı şarkılarla Türkiye kamuoyunun gündemine taşır.
TRT'nin Kürtçe yayın kararı aldığı sırada Lazca yayın için de TRT'ye başvurulur. Ancak olumlu bir cevap alınmaz. Eşitlik ilkesi üzerinden mahkemeye başvurulsa da "devletin böyle bir zorunluluğu yok" minvalinden bir cevapla mahkeme kapanır. Bu iki taraflılık üniversitelerde Kürtçe, Zazaca bölümlerinin açıldığı dönemde de devam eder, Rize Üniversitesinde Lazca bölüm açılması talebi Lazcanın tarihsel filolojik metinleri olmadığı gerekçesiyle reddedilir.
Sosyal medyanın yükselişi
2000'lerin başında sosyal medya ağları oluşmaya başlar, çeşitli eğilimdeki Lazlar lazuri.com, lazebura.com, kolkhoba.com gibi internet sitelerinin forumlarında basılı medyada oluşandan daha geniş bir kitleyle etkileşim başlanır. Bunu daha sonra Facebook, Instagram gibi platformlar takip eder. Köy grupları, ilçe grupları, Lazca gruplar derken İstanbul merkezli ve dar bir çevreden oluşan Laz kültür hareketi, Laz köy ve kasabalarına da taşınır. Pek çok yeni kişi inisiyatif üstlenerek sosyal medya yoluyla sürece dahil olur. Sosyal medyada Lazca üretimi artar, söz konusu gruplarda, sayfalarda Lazca öyküler, şiirler yayınlanmaya başlanır. Lazca yazan yeni yazarlar ortaya çıkar. Günümüzde en çok Lazca içerik üretimi, etkileşim sosyal medyada olur.
Lazca MEB okullarında
2000'lerin başından beri İstanbul merkezli çoğu sol görüşlü STK ve inisiyatiflerin açtığı Lazca kurslarının varlığından bahsedebiliriz. Ancak daha ciddi Lazca eğitim çalışmaları 2011-2012 eğitim-öğretim döneminde Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'nde açılan Lazca dersi bünyesinde yapılmıştır. Boğaziçi Üniversitesi'ndeki bu çalışmalar, üniversite bünyesinde birçok Lazca tezin yayınlanmasını da sağladı. Burayı İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde verilen benzer dersler takip etti.
Ancak asıl Lazca eğitim açılımı 2012'de yaşandı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 12 Haziran 2012 günü partisinin grup toplantısında 4+4+4 eğitim sistemi ile getirilen yenilikleri ele alırken "Öğrencilerimiz yerel dil ve lehçeleri öğrenme şansına kavuşuyorlar.
Yeterli sayıda öğrenci bir araya geldiği takdirde Kürtçe seçmeli ders olabilecek, öğretilebilecek" diyerek Yaşayan Dil ve Lehçeler seçmeli dersini duyurmuş oldu. Sonraki gün dönemin MEB Bakanı Ömer Dinçer de bakanlığının hazırladığı seçmeli ders paketi ve ders çizelgelerini açıkladı. Dinçer "Öğretmen buldukça, yeterli öğrenci varsa Zazaca, Kurmancî, Lazca, Abhazca da seçmeli ders olacak. İlk etapta müfredat ilan edilecek, kitaplar sonra hazırlanacak, ancak hocalar o müfredatı öğretecek" diyerek Lazcanın da bu kapsama girdiğini duyurmuş oldu.
Müfredat hazır olmadığı için derslerin başlaması 2013 senesine kalsa da Türkiye Cumhuriyeti 90'ıncı yılında Lazcayı resmen tanımış ve MEB'e bağlı ortaokullarda Lazcanın okutulmasına izin vermiş oldu.
Lazcanın ortaokullarda okutulmaya başlanması kuşkusuz önemli ve değerli bir kazanımdır. Seçmeli Lazca derslerine ilk yıllarda Laz aktivistlerin ve özellikle öğretmenlerin gayretiyle nispeten iyi bir başlangıç yapıldı ancak sürdürülemedi. Bu sürdürülememe durumunun sadece Lazcaya has olmadığı, diğer dillerde de süreklilik açısından sorunlar yaşandığı görülmektedir. Bunda kuşkusuz en büyük etmen derslerin gerek müfredat gerek öğretmen ve eğitim materyalleri açısından yetersizliği, yeterince teşvik edilmemesi ve hatta okul yönetimlerinin öğrencileri başka seçmeli derslere yönlendirmesi olmuştur.
Gelecek öngörüsü
Lazca takip edilebilen tarihi dönemlerin hiçbirinde geniş bir kitle tarafından konuşulmadı, bir pazar ya da din dili de olmadı. Lazcanın 1795'ten önce yazıya geçtiğine/geçirildiğine dair elimizde hiçbir kayıt yok. Bununla birlikte bütün bu yoksunluklara rağmen ne Bizans ne Osmanlı imparatorlukları döneminde sönümlendi, günümüze değin varlığını korudu. Hatta 80'lere kadar oldukça canlı bir dildi ve bu dönemde birçok çocuk Türkçeyle ilk kez köy okullarında karşılaşıyorlardı. Ancak 80'lerde elektriğin ve akabinde televizyonun evlerimize girmesi ev içinde Lazcanın durumunu ikinci plana düşürdü.
Buna eğitimdeki bütün olumsuzlukların, başarısızlıklarını Lazca bilmeye bağlanarak, eğitimin "Lazca konuşmamak" üzerine kurgulanması da eklenince son 40 yılda Lazcayı geri dönülmesi güç bir şekilde uçurumun kenarına itti. Elimizde bir rakam olmamakla beraber günümüzde 10 yaş altı çocuklarda Lazca bilenlerin sayısı genel nüfusun yüzde beşinin altında olmalıdır. Ne yazık ki Laz ebeveynler çocuklarına Lazca öğretmiyorlar ya da öğretemiyorlar. Bu durum, ciddi bir müdahale olmazsa, Lazcanın birkaç kuşak sonra neredeyse konuşucu sayısının tamamını kaybedeceği anlamına geliyor.
Bugün, bir tarafta bu yok oluş yaklaşırken, gerek basılı medya gerek sosyal medya içerikleriyle Lazca tarihinde görmediği bir ilgiye mazhar olmakta. Sadece İstanbul'da değil, Lazcanın konuşulduğu ilçelerde, mahallelerde, köylerde, hem de kadınların da yoğun katılımlarıyla insanlar anadilleriyle ilgili bir şeyler yapmaya çalışmaktalar, her biri kendi meşrebince. Türkiye'de Lazca ilk kez resmen tanındı, "Lazca öğretmeni" kavramıyla tanıştı. Bunun bir sonraki aşaması, iyi bir kampanya ile Lazca TV ve üniversitede bölüm açılması olacaktır. Lazca kendi altın çağını yaşıyor, ancak bu parlayış sönmeye yakın bir yıldızın son bir parlaması gibi makûs sonun yaklaştığının da bir işareti.
Buradan dönülebilir mi? Birçok örneği var, dönülebilir. Bunun için Lazcanın geleceğinin planlanması gerekiyor ve bu ancak politik ve maddi olarak güçlü bir kurum eliyle ve pozitif ayrımcılıkla olabilir.
Bir Yüzyıl, Bir Rejim ve Anadili/ Dosya
(İÇA/AÖ)