“Amerika Birleşik Devletleri’nin bir numaralı halk düşmanı uyuşturucu bağımlılığıdır. Bu toplumumuz içi ciddi bir tehdittir.”
Kill the Massenger (Elçiyi Öldür) filmi, ABD’nin 37’inci Başkanı Richard Nixon’ın bu sözleriyle açılıyor.
Gerçek bir hikayeye dayanan film, ABD’nin uyuşturucuyla mücadelesini değil tam tersine uyuşturucunun ABD topraklarında nasıl Merkezi İstihbarat Teşkilat’nın (CIA) bilgisi dâhilinde dağıtıldığını anlatıyor.
Filmin kahramanı San Jose Mercury News muhabiri Garyb Webb… Webb, 1996’da "Karanlık İttifak" (Dark Alliance) ismiyle üç bölümlük bir dosya haber hazırladı. Yazı dizisinde 1979'da Nikaragua'da iktidara gelen sosyalist Sandinista yönetimi devirmek için CIA’nın kontrgerillaları nasıl desteklediğini anlatıyordu.
Fakat esas haber bu değildi. Webb, CIA'in kontrgerillalar ile bağlantılı uyuşturucu kaçakçılarının ABD'ye sevkiyatı yapmaları ve elde ettikleri parayla Nikaragua'da Sandinista hükümetine karşı yürütülen isyanı finanse etmek için ABD’de kokainin yayılmasına izin verdiğini söylüyordu.
Karalama kampanyası ve direktörün istifası
Yani ABD, sırf yanı başında yeni bir Küba istemediği için kendi halkının zehirlenmesine izin verdi. Topladığı parayla bir savaşı destekledi. Webb’in bu gazetecilik başarısı, haberin yayınlanmasının ardından kişisel bir krize dönüştü. Watergate Skandalı'nda olduğu gibi, Webb'in hikayesine de isimsiz hükümet kaynaklarından sert yalanlamalar geldi.
New York Times ve Washington Post, Los Angeles Times gibi gazeteler olayı araştırmak, uluslararası bu uyuşturucu skandalını takip etmek yerine Webb’in haberinde boşluk bulmaya çalıştı. Yayınlanan makalelerle Webb itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Haber unutuldu, tüm medya Webb’in üzerine yürüdü.
Aradan iki yıl geçti. CIA, 1998’de bir rapor yayınladı. Raporda CIA, Webb'in iddialarından çok daha geniş çapta bir işbirliği yapıldığını doğruluyordu. Ama rapor neredeyse medyada hiç yer alamadı. Çünkü “Bill Clinton ve Monica Lewinsky Skandalı”, ABD’ye bu olayı unutturdu ve ABD’de hükümet “ulusal güvenlik” diyerek gizli kalması gereken olayların üzerini bir kez daha örtmüş oldu. Raporun ardındansa CIA Direktörü John M. Deutch istifa etti.
Türkiye'de gazetecilik başarısı
Bu gerçek hikaye bir gazetecilik başarısının yanında devletin kendi yurttaşının canını ve sağlığını nasıl yok saydığını anlatıyor. Aynı Türkiye’de olduğu gibi. Birçok örnek arasından sadece biri, belki de en önemlisi.
Odatv’den Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Yeni Yaşam’dan Ferhat Çelik, Aydın Keser ve Yeniçağ’dan Murat Ağırel… Libya’da hayatını kaybeden MİT görevlisinin Manisa’daki cenazesini haberleştirdikleri için tam olarak 110 gündür tutuklular. Tek yaptıkları gazeteci olarak kamuoyunu bilgilendirmekti ve halkın “Türkiye’nin Libya’da ne işi var” diye sorusuna cevap arıyorlardı.
Gazeteciler haberlerini yaptıktan bir gün sonra aynı Gary Webb’in hikayesinde olduğu gibi anaakım medya gazetecileri ve gazetelerini itibarsızlaştırma çalışmasına başladı.
İtibarsızlaştırma kampanyaları
Hükümete yakın gazetelerde “Medya değil ihanet merkezi” yazılı fotoğrafın üstüne “MİT ihanetine imza Oda TV’nin Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan Sabah’a saldırdı”, “Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan MİT ihanetini itiraf etti: Talimatı ben verdim", “ODA TV'ci Barış Pehlivan'a FETÖ şüphelisi avukattan ziyaret" başlıklı haberler kamuoyuna servis edildi.
Tüm bu dezenformasyon karşısında altı gazeteci infaz yasasının kapsamı dışına çıkartılarak tahliye olmaları engellendi. Gazeteciler yaptıkları haberin doğruluğu karşısında tutuklanmalarının 111’inci gününde (24 Haziran) adliyede adalet arayacaklar.
Adalet arayışlarında gazeteciler ‘Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri açıklamak’tan beş yıldan on yıla kadar hapis yargılanacaklar.
Hükümet 'Benim istemediğim şeyleri yazamazsınız' diyor
Biliyoruz ki bu yargılama hükümetin ‘Benim istemediğim şeyleri yazamazsınız’ demesinden başka bir şey değil. Fakat gazetecilik tam da devletin/hükümetin yazmamızı istemediği şeyleri yazmak değil mi?
Gazeteciler eğer yazmasaydı ne ABD’nin kendi eliyle halkının uyuşturucu kullanımına göz yumduğunu bilebilir ne Guantanamo'daki devletin uyguladığı sistematik işkence gibi insan hakları ihlallerinden haberimiz olur, ne de bu ihlallerin giderilmesi sağlanırdı.
Örnekler sadece ABD’yle sınırlı değil. Türkiye tarihi Uğur Mumcu’nun ortaya çıkardığı Mobilya Dosyası gibi araştırmacı gazetecilik örnekleriyle dolu.
Adalet gelir mi?
Bu tür haberlerin kamuoyunda yarattığı etkinin büyüklüğü benzer olsa temel farklılık artık Türkiye'de gazeteciler yargılanırken cezalandırılıyorlar ve bu ülkede gazetecilere itibarları teslim edilmiyor. Webb’in hikayesinde olduğu gibi süreç devlet görevlilerinin istifasıyla sonuçlanmıyor. Kim bilir belki bir gün Türkiye’ye de adalet gelir…
Kill the Messenger filmiSan Jose Mercury muhabiri Gary Webb'in gerçek hayat öyküsünden yola çıkılan öyküde, Nikarugua'daki isyancılar ve California merkezli uyuşturucu ithalatıyla ilgili olarak CIA ile kurduğu sıkı ilişki sayesinde uyuşturucu trafiğini ifşa eden gazetecinin diken üzerindeki hayatı aktarılıyor. Nick Schou'nun "Kill the Messenger: How the CIA's Crack-Cocaine Controversy Destroyed Journalist Gary Webb adlı kitabından beyazperdeye aktarılan filmin yönetmenliğiniyse Michael Cuesta üstleniyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise Jeremy Renner, Rosemarie DeWitt, Ray Liotta, Tim Blake Nelson, Barry Pepper ve Mary Elizabeth Winstead gibi isimler yer alıyor. |
(HA)