Kocaeli Üniversitesi'nden ihraç edilen Kocaeli Dayanışma Akademisi Üyesi Doç. Dr. Hakan Koçak'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
(Hakan Koçak, 12 Haziran 2019'da mahkemeye sunacağı beyanını avukatının mazereti nedeniyle sunamamış, duruşma 12 Kasım'a ertelenmişti. Ancak iki celse arasında Koçak yargılandığı davadan beraat etti.)
Sayın Hakim, Sayın Heyet
Bugün bana yöneltilen suçlamalar nedeniyle daha önce hakkımda varılan hükümler ve kesilen cezalar var, hatta şu an itibariyle cezamı çekmekteyim. 1 Eylül 2016 tarihinde yayınlanan KHK ile yurttaşlık statüm değiştirildi. Birçok temel haktan yararlanamaz hale getirildim. Tüm bunlar hukuksal temelde değil kanaatler sonucu verilen cezalardı. Cezamı çekmekteyken savcının hakkımdaki yeni bir ceza talebiyle şimdi karşınızdayım.
Bu dava aslında 12 Aralık 2018 tarihinde değil, iddianamedeki suçlamaya konu olan metin kamuoyuyla paylaşıldıktan bir gün sonra (12 Ocak 2016), Cumhurbaşkanının sözleriyle başlamış oldu.
Cumhurbaşkanı bildiriyi imzalayanların “alenen terör örgütü yanında saf tutarak” hareket ettiklerini, olayın ifade özgürlüğüyle ilgili olmadığını söyledi. Ayrıca, “ilgili kurumlarımızın da anayasamıza ve yasalarımıza göre açık suç teşkil eden bu ihanet karşısında, anayasal ve yasal gereklerini yapacaklarına inanıyorum” diyerek savcıları göreve çağırdı.
Aynı gün mensubu olduğum Kocaeli Üniversitesi Senatosu da yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:
“…Kocaeli Üniversitesi, bazı akademisyenlerin bu yaklaşımını teröre destek olarak görmekte ve yayımlanan bildiriyi şiddetle kınamaktadır. Bu bağlamda kurumumuzdaki ilgili kişiler hakkında Rektörlüğümüzce idari soruşturma süreci başlatılmış olup, kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Gerçekten de hakkımızda bir soruşturma başlatıldı. Elimize ulaşan soruşturma evrakında şöyle soruluyordu:
“Ekte bir örneği yer alan bildiride içerik olarak devletimizin Güneydoğu'da sürmekte olan teröre karşı mücadelesini "katliam ve kıyım" olarak nitelendirmeniz ve teröre destek vermeniz sebebiyle fiilinize uyan Devlet Memurları Kanunu …. fiilini gerçekleştirdiğiniz ileri sürülmektedir.”
Görüldüğü gibi soruşturma komisyonu da daha soruşturmaya gerek görmeden kanaatini belirtmiş, “teröre destek verdiğimize” kanaat getirmişti.
Bu soruşturmayı yürütenlerin tarafsızlıklarını kaybettikleri yönünde itirazlarımız sonucu oluşan ikinci soruşturma komisyonu da bizi çağırırken 10.08.2016 tarihli evrakında da “…teröre destek vermekte olduğunuz değerlendirilmekte” ifadesi yerini koruyordu. Yine de değişen komisyonda savunma yapmak üzere çağırılıyorduk. Ne var ki çağrıdan yalnızca iki gün sonra 12.08.2016 tarihinde toplanan Üniversite Yönetim Kurulu soruşturmayı sonuçlandırmaya gerek duymadan hakkımızda hükmü vermişti bile:
“Bildiri ile PKK terör örgütüne açık destek veren ve haklarında halen disiplin soruşturması devam eden akademisyenlere ilişkin ekli listede isimleri bulunan akademik personeller hakkında yapılan değerlendirmeler sonucu ‘Kamu Görevinden Çıkarma’ cezasının Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’na teklif edilmesine oy birliğiyle karar verilmiştir”
Bizi “yargılamaya” devam etmekte olan Yönetim Kurulu, kısa süre önce gerçekleşen darbe girişiminin yarattığı atmosferde kendisini kolaylıkla bir hakimler kurulu yerine koymuş ve hükmü açıklamış, cezamızı kesmişti. Kimdi bu akademik hakimler? İçlerinden birini yakından tanıyordum. Bölüm başkanımızdı. Aynı zamanda Hukuk Fakültesi vekil dekanı olmak hasebiyle Yönetim Kurulu kararında imzası olanlardan biriydi.
Hemen yanımdaki odada çalışan, hergün yemeğe gittiğimiz, kurullarda bulunduğumuz, jürilerde birlikte olduğumuz, aynı yaşlarda kızlarımız hakkında tatlı sohbetler yaptığımız hocamız bir sabah benim/bizim terör destekçisi olduğumuza karar verivermişti. İşte bu kadar kolay oldu bizim hakkımızda hüküm vermek. Bu savunmasız verilen hükümlerle KHK listelerinde yer alıverdik.
Hakkımızda hükmü yalnızca politikacılar, meslektaşlar değil isimlerimizi sayfalarında çarşaf çarşaf teşhir eden gazeteler, kanımızla duş almak isteyen mafya liderleri vb. de verdi kendince.
Özetlediğim ortamda açılmış olan bu dava da açıklıkla söylemeliyim ki hukuki değil, politiktir ve esasen hukuksal değerlendirmelere değil kanaatlere dayalıdır. Tarafıma tebliğ edilen iddianame başlığını taşıyan metin de yasalara, hukuksal iddialara ve onları destekleyen kanıtlara değil kanaatlere dayalı bir metindir. Bu nedenle ona kanaatname diyeceğim.
Bu kanaatlerin kime ait olduğunu da anımsatmak isterim: Yakın zamanda, cemaat davalarında yargılananları para karşılığı ceza almaktan kurtaran veya kurtaracağı vaadiyle para sızdıran, FETÖ borsası olarak anılan şebekeyle ilişkili olma iddiasıyla açığa alınan bir savcıya.
Peki bu kanaatnamede imzaladığımız metin tam olarak neyle suçlanıyor?
Gerçekte olmayan şeylere olmuştur dediği için mi?
Devlete yönelik ithamlarda bulunduğu; sert, kabul edilemez ifadeler içerdiği için mi?
Kanaatnamede, “bildiride Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçekdışı olduğu, güvenilir temelden yoksun bulunduğu ve bu yönüyle bildirinin açık bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığı” yazıyor. Demek ki bize yöneltilen propaganda suçlamasının nedeni “gerçekdışı şeyler” içeren bir metne imza atmamız.
Bu durumda mahkemenizin gerçekliğin tespiti için en uygun platform olduğunu düşünüyorum. Mahkemenizin bildiride yer alan, başta sivillerin yaşam hakkı ihlali olmak üzere, ağır insan hakları ihlalleri konusunda tanıklıklara, bulgulara dayalı olarak hazırlanmış – başta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Güneydoğu Türkiye’de İnsan Hakları Durumu Raporu (Temmuz 2015’ten Aralık 2016’ya kadar) olmak üzere- çok sayıda raporu getirterek ve değerlendirerek gerçeğin ortaya çıkartılmasına katkıda bulunmasını talep ediyorum.
Bu hem benim gerçekdışı beyana ortak olmakla suçlanmama karşı lehimde delilleri sunma imkanım olacaktır hem de memleketimizin bu karanlık kesitinin tam olarak aydınlanmasına hizmet edecektir. İlgili raporların bir dökümü bildiğim kadarıyla sayın avukatımın mahkemelere daha önce sunduğu listede mevcuttur.
Gelelim devlete yönelik ithamlar, ifadeler meselesine:
Bu konuda önce size bazı ifadeler sunmak istiyorum:
“Bugün ‘Doğu’ veya ‘Güneydoğu Sorunu’ olarak adlandırılan sorun, aslında bir “Kürt Sorunu”dur...
Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde ‘Kürdistan’ olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir... 1985’te başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK’ya bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır.”
Bu ifadeler 1991 yılındaki Refah Partisi Kürt Raporu’ndan alınmıştır. Raporun tam metni AKP’nin düşünce kuruluşu olan SETA’nın yayınladığı Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası adlı kitapta bulunabilir. Kitapta raporun o dönemki Refah Partisi İl Başkanı olan R.T. Erdoğan tarafından geçmiş dönem milletvekillerinden Mehmet Metiner başkanlığında bir heyete hazırlatıldığı yazılmaktadır.
Bugünlerde seçim tartışmaları içinde gündeme gelen ve tartışılan kimi ifadelerin raporda yer alış biçimi dikkate değer değil mi. Tabi aynı zamanda bu rapor nedeniyle yargılanan ve ceza alan birilerinin olmaması da…
Bir başka ifade:
“AK Parti iktidardan indirilirse buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz Toroslar dolaşacak. Biz buraları faili meçhullere bırakmayacağız. Hiç merak etmeyin seksenli doksanlı yıllara dönmeyeceğiz.” (Ekim 2015’te Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nu Van’daki bir mitingte söylediği sözler)
Bu alıntıyı 21 Ekim 2015 tarihli Akit gazetesinden yaptım. Gazetede haberin altında şu açıklama yer alıyordu: “‘Beyaz toros’, Türkiye gündemine 1990'lı yıllarda girdi. O dönemde, JİTEM'in [jandarma istihbarat ve terörle mücadele] devriye aracı olarak bilinen beyaz Toros, özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde işlenen faili meçhullerle ilişkilendirilen bir simge haline geldi.” Gazete bu açıklamayı gayet doğal olarak yapıyor, ne ilginç.
Yani bir başbakan ve onun sözlerini haberleştiren gazete açıkça devletin bir birimini faili meçhul cinayetlerle ilişkilendiriyorlar. Seksenli-doksanlı yıllara dönülmeyeceğinden söz ediliyor. Oysa bu yıllarda faili meçhullerden, beyaz Toroslardan söz edenlerin hain ilan edildikleri hepimizin hafızasında. Yine o yıllarda, tıpkı bizim iddianamemizdeki gibi bunların “gerçekdışı şeyler” olduğunu söyleyen mahkeme kararları, siyasetçi açıklamaları, gazete başlıkları da…
Şu ifadeler de dönemin Başbakan Yardımcısı, AKP Grup Başkanvekili ve HDP’li vekillerin birlikte açıkladığı 28 Şubat 2015 tarihli Dolmabahçe Mutabakat metninden:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar süregelen demokratikleşme sorunları ve son 30 yılda 40 binden fazla insanımızın yaşamına mal olan Kürt meselesinin çözümüyle ilgili yürütülen çözüm süreci çalışmalarında tarihi bir karar sürecinin eşiğinde bulunmaktayız.
Başlangıcından bugüne bu sorun devletin dönüşümüyle ilişkilidir. Bugüne kadarki egemen devlet zihniyeti, bu meseleyi salt iktidarlaşma aracı olarak düşünmüş ve kör şiddetin kurbanı haline getirmekten çekinmemiştir.
Dolayısıyla çözümün barış ve evrensel demokrasiyle bağı sağlıklı kurulmadıkça, kurmaya çalıştığımız demokratik barışın devlet ve toplum yapısında haktan, adaletten ve eşitlikten yana bir dönüşüm sağlaması düşünülemez.”
Yalnızca birkaç örneğini verdiğim bu ifadeleri neden sunuyorum? Şunu demek istiyorum: mevcut iktidar partisinin ve devletin en üst düzey yetkilileri de dahil olmak üzere pek çok kişi ve kesimin dönem dönem, bugünkü ortamda son derece aykırı gelen sözler etmiş olduklarını, devlete yönelik suçlayıcı ifadeler kullanabildiklerini birkaç örnekle göstermek için.
Tam da bu noktada 2015 genel seçimleri sonrası aniden bitirilen Çözüm Sürecini anımsamamak elde mi. O dönemde, burada propagandasını yapmakla suçlandığımız, örgütün lideri Öcalan’a övgü dolu gazete yazılarını unutmak mümkün mü. Yine Öcalan’ın 2015 21 Mart’ında Diyarbakır’da yüzbinlerce insana okunan, milyonların izlediği konuşmasını anımsarken bizlerin örgüt propagandasıyla suçlanıyor olması ironik değil mi?
Burada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 14 Ağustos 2018’de Suriye’nin İdlip kentinde yoğunlaşan cihatçı gruplara karşı Rusya’nın bombardıman talebine verdiği yanıtı da anmak isterim. Şöyle diyor Bakan: “Terörist var diye tüm bölgeyi (İdlip’i) bombalamak, sivilleri öldürmek felaket olur ve ciddi bir kriz yaratır.” Ne kadar doğru, sağduyuya uygun bir tespit. Peki bu cümledeki İdlip yerine örneğin Nusaybin ya da Sur koyarsak ne olur? Görüldüğü gibi başka yerler için, başka zamanlarda yapılan bir saptamayı, uyarıyı burada ve bizim yapmamız ağır bir suça dönüşebilir.
Bu bağlamda yukarıda da değindiğim gibi bu dava konjektüreldir. Türkiye’de neyin ne zaman söylendiğine ve kimin söylediğine göre işleyen hukuksal mekanizmalar vardır. Mesela Çözüm Sürecinde akil insan olabilen, süreç bittiğinde terör destekçisi olabilir. Geçmiş yıllarda devletin işlediği suç için özür dileyebilirsiniz (bakınız Dersim için dilenen özür) ama siz iktidardayken politikanızı eleştiren hain olabilir.
Bizlerin şimdiye dek hep kanaatler temelinde yargılandığımızı, iddianamenin de aslında bir kanaatname olduğunu söyledim. Ortada hukuksal temelde bir iddianame olmadığına göre benim de ona karşı hukuksal bir savunma yapmam mümkün değil. O halde ben de mahkemeniz huzurunda “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnini imzalama nedenim olan kanaatlerimi, değerlerimi, duygularımı açıklamak isterim:
Ben o metni bir baba olarak imzaladım. O akşam metin bilgisayarımda açıkken çevremde neşeyle koşuşan 2.5 yaşındaki kızıma baktım. Cizre’deki çocukların da en az onun kadar değerli olduklarını düşündüm. O an, mesela Sur’daki yoksul bir evde olsaydı neler yaşayacağını düşündüm. Çocukların öldürülmesine karşı bir ses çıkarabilmeyi kızıma ve onun geleceğine dair bir sorumluluk olarak da hissettim.
Ben o metni vicdanlı bir insan olarak imzaladım. Bu granit duvarlar arasında, hukukun soğuk diliyle ifade edildiğinde belki normalleşen şeyleri kabul edemediğim için imzaladım. Şimdi ağır ağır söyleyeceğim:
10 yaşındaki Cemile Çağırga Cizre’de vuruldu ve annesi Emine Çağırga’nın kollarında can verdi. Annesi sıcaklar nedeniyle cansız bedenini derin dondurucuda üç gün sakladı.
Silopi’de evinin önünde vurulan Taybet İnan’ın cansız bedeni, çocuklarının gözleri önünde tam 7 gün sokakta bekledi.
Evet ben, bu ve benzeri onlarca trajik ölümü normalleştiremediğim için imzaladım o metni.
Ben o metni bir yurtsever olarak imzaladım. Bir parçası olduğum bu güzel halklar mozaiği topraklarda eşit ve kardeşçe yaşama arzumun bir ifadesi olarak attım imzamı. Memleketinin bağımsızlığını ve birliğini düşünen bir yurtsever olarak şiddet yöntemleriyle çözülmeye çalışılan bir sorunun, Kürt sorununun, bugün gelinen aşamada nasıl toplumsal bir bölünme ve düşmanlık ortamı yarattığını, nasıl kan davasına, nasıl karmaşık bir bölgesel soruna dönüştüğünü, nasıl emperyalist müdahalelere zemin hazırladığını gören bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, barışçı ve adil bir çözümünün bu yurda verilecek en büyük armağan olacağına olan inancımla imzaladım.
Bu topraklardaki 49 yıllık ömrünün çok büyük bölümü çatışma ortamı içinde geçmiş bir yurttaş olmanın yorgunluğuyla, artık bu zehirleyici iklimden kurtulmak için, barış içinde bir Anadolu’da hayatımı sürdürme isteğimle imzaladım.
Ben o metni bir sosyal bilimci olarak imzaladım. Ben bir sosyoloğum. Lisans eğitimimden bu yana toplumsal sorunların kökenlerini, onları yaratan eşitsizlik, tahakküm, sömürü gibi mekanizmaları hem kuramsal olarak hem de sahada araştırdım. Sosyoloji okuyan ve okutan biri olarak tarihsel derinliği olan kimlik sorunlarının şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceğine dair bilgimle imzaladım metni.
Sosyal bilimci olarak, 1920’li yıllardan beri benzer baskıcı yöntemlerle ele alınmış bir sorunun çözümünde bilimin, aynı yöntemlerle farklı sonuçlar alınamayacağı temel önermesine dayanarak imzaladım. Dünyanın çok farklı coğrafyalarında, yakın zamanda Kolombiya’da, İrlanda’da ve daha birçok yerde uzun süreli çatışmaların sabırlı barış süreçleriyle bitirilebildiği bilgisiyle imzaladım.
Bu metni yaşadığı topraklarda olup bitene duyarsız kalamayan bir akademisyen olarak imzaladım. İhraç edilmeden önce anlattığım derslerde sosyal haklar, toplumsal adalet, eşitlik, toplumsal barış gibi konuları ele alan; uluslararası insan hakları metinlerine, kanunlara, etik ve insani değerlere referans veren bir akademisyen olarak tüm bunların ihlal edildiği bir sürece kayıtsız kalamayacağım için, talebelerim nezdinde tutarlılığımı koruyabilmek için, akademinin temel değeri olan özgür ve eleştirel ifadeye verdiğim değerden dolayı imzaladım bu metni.
Tıpkı daha önce Soma madenlerindeki iş cinayetinde yaşamını yitiren işçiler için hazırlanan metinlere verdiğim imza gibi yaşam hakkını savunduğumu ortaya koymak için verdim imzamı.
Bu metni imzalayanlara “Barış İmzacıları” dedi kamuoyu. Doğru bir tanımlama... Evet biz ve ben barış istiyoruz/istiyorum. Kriminalize edilmeye çalışılsak da, marjinal kılınmaya çalışılsak da öyle değiliz. Biz bu toplumda gizil kalan, kalmak durumunda bırakılan bir büyük özlemin taşıyıcılarıyız kendimizce.
Bakın yakın zamanda çatışmalarda yaşamını yitiren askerlerin ve örgüt üyelerinin anne-babalarının barışla ilgili neler düşündüğünü öğrenmek için çok sayıda aileyle biraraya gelip görüşmeler gerçekleştiren bir araştırmacının yayınladığı kitaptan satırlar bize neler söylüyor:
Asker oğullarını kaybeden bir aile şöyle diyor kendileriyle görüşme yapmak isteyen araştırmacıya: “Eğer seninle konuşursak, barışı istediğimiz duyulursa etraf ne der! Bu konuya bizi karıştırma çocuğum, bırak bizim düşüncelerimiz bizde kalsın...” (Kamran Erkaçmaz, Acının İki Yüzü, İletişim Yayınları, 2018)
Ve bir başka örneği şöyle anlatıyor araştırmacı: “Tarsus’ta subay çocuğunu yitirmiş Toros yörüğü bir ailenin evine konuk oldum. Hacıhamzalı Köyü’ndeki bu görüşmemizde, “Barış istiyor musunuz?” dediğimde annenin verdiği cevap kayda değerdi: “Kara kuzum, tabii barış isteriz, neden istemeyelim ki? Bak, bizim şehirlerde artık Kürtler de Türkler kadar olduk. Bizim köyümüzde bile Kürt gelinlerimiz var.” (Kamran Erkaçmaz, Acının İki Yüzü, İletişim Yayınları, 2018)
Çözüm sürecinde yapılan anketlerde bu sürece destek olan toplum kesimlerinin ne kadar geniş olduğu görülmedi mi? Daha bundan dört-beş yıl önce “analar ağlamasın” sözü gökyüzünde hepimize iyi gelen bir slogan olarak asılı değil miydi? Verilecek örnekler çok ama sözü uzatmayayım…
Sayın hakim, sayın heyet
Sözün özü; evet ben barış istiyorum. Bunun için de Kürt sorununun müzakereye dayalı yöntemlerle çözülmesini, Kürtler, Türkler ve diğer tüm kimliklerin bu kadim topraklarda kendilerine yakışan biçimde kardeşçe yaşamasını istiyorum. Şair Ritsos’un dizelerindeki gibi anlıyorum ben barışı. Şöyle diyor şair:
Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin “kardeşim” demesidir birbirine,
“yarın yeni bir dünya kuracağız” demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.
Günlük çıkarlara, politik konjektürlere, kitlelerin kışkırtılan duygularına ya da silahlı güçlerin taraf olma dayatmalarına bağlı olarak değil; bir erdem, yüksek bir insani değer olduğu için barışı talep ediyorum ben.
Tüm bu değerlendirmelerin sonunda mahkemenizden beraatimi talep ediyorum. Kendim için değil yalnızca, barışın bu topraklarda kök salması, genç insanların barışa inancını yitirip yönünü dağa çevirmemesi, gencecik Mehmetlerin ölmemesi, kızımın barış dolu bir memlekette büyüyebilmesi için beraat talep ediyorum. Beraatimizin barışa hizmet edeceğine inandığım için talep ediyorum… (HK/TP)