Sabancı Üniversitesi'nden Dr. Engin Kılıç'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
(Engin Kılıç beyanını 4 Temmuz'daki duruşmada avukatının mazeretli olması nedeniyle sunamamış, duruşma 12 Aralık'a ertelenmişti. Kılıç Anayasa Mahkemesi kararı doğrultusunda iki celse arasında beraat etti.)
İstanbul 26 Ağır Ceza Mahkemesi’ne,
11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan ve benim de imzaladığım “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri hakkındaki iddianame yayınlandığında, mahkemedeki beyanımda neler söyleyebilirim diye düşünmüştüm. Söylenebilecek çok şey vardı, çünkü bu iddianame argümantasyon açısından son derece sorunlu bir metindi.
Örneğin bildiri, o dönemde son raddesine varan şiddete son verilmesi çağrısını içerdiği halde, iddianame bildirinin şiddeti övdüğünü iddia ediyordu.
Bir başka örnekte, hiçbir mesnede dayanmaksızın, sırf daha önce yayınlandı diye hiç tanımadığımız birinin sözleri ile bu bildiri arasında nedensellik bağı ve o kişi ile yine çoğu birbirini tanımayan, iki bini aşkın insan arasında bir emir-komuta ilişkisi kuruyor ve bu anlamda hukuktan ziyade hayal gücünün ve kurgunun sınırlarını zorluyordu. Ya da örneğin, bildiride hiçbir örgüte atfen bir bahis ya da ima olmadığı halde, iddianamede bir örgütün propagandasının yapıldığı belirtiliyordu. Ayrıca İngilizce metinden bazı kavramları kasten yanlış çevirerek buradan bir suç üretmeye teşebbüs ettiğini görüyorduk.
Yine, barış talebi içeren bir metnin asla işlemeyeceği “halkı kine teşvik etmek” gibi suçlar isnat ediyordu. Bütün bunları yaparken de kişisel ve politik suçlamaların ötesine geçemiyor ve hiçbir somut kanıt ortaya koymuyordu.
Her şey bir yana, aslında bu sorunlar kadar vahim olan, yüzlerce akademisyenin hapis cezasıyla cezalandırılması talebini içeren bir metnin, çok sayıda yazım ve noktalama hatası ve ifade bozuklukları içeriyor olmasıydı. Sadece bu bile, iddianamenin gayriciddiliği konusunda bir fikir veriyordu.
Benim duruşmalarım bu davanın daha erken aşamalarında olsaydı, muhtemelen bu noktalardan ayrıntılarıyla bahsederek metni imzalama gerekçelerimi ortaya koyardım, ama bunu yapmayacağım, çünkü bu davadan yargılanan ve benden önce duruşmaları olan yüzlerce meslektaşım, beyanlarında tüm bu ve benzeri kusur ve eksiklikleri büyük bir vukuf, maharet ve açıklıkla ortaya koydular.
Dolayısıyla, hukuk literatüründe çok değerli bir referans haline geleceğinden emin olduğum bu külliyata büyük bir dipnot vermekle yetiniyorum.
Burada sadece bir noktanın üzerinde duracağım. Yaşanan olaylardan bazıları, özellikle çok uzun süren sokağa çıkma yasakları, kadınların, çocukların, yaşlı insanların öldürülmesi, temel insan haklarından sayılması gereken cenaze ve ambülans hizmetlerinden insanların mahrum bırakılması gibi olaylar vicdanımı derinden yaralamıştı.
Dediğim gibi, önceki beyanlarda metni imzalama gerekçeleri arasında haklı olarak birçok hak ihlalinden söz edildi. Benim için ise özellikle bir tanesini duymak yeterli olmuştu: 19 Aralık 2015’te evinin bahçesinde vurulan 57 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesinin altı gün sokakta kalması, cenazeyi almaya teşebbüs eden yakınlarının da vurulması, deyim yerindeyse, kalbimi kanattı.
Bunun yanı sıra, on yaşında öldürülen Cemile Çağırga’nın gömülmesine izin verilmemesi ve bedeninin ailesi tarafından günlerce evdeki dondurucuda bekletilmesi; bodrumlardan yanmış çocuk çene kemikleri bulunması gibi sayısız olaya da vicdanen kayıtsız kalmak mümkün değildi. (Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi bağımsız kuruluşların raporları da bu haberlerin doğruluğunu gösterdi ve bu raporlar hükümet tarafından bugüne dek yalanlanmadı.)
Doktora tezim başta olmak üzere, uzun yıllar savaş ve edebiyat ilişkisi, savaşın edebiyata yansıması üzerine çalıştım. Savaş ve benzeri koşullarda şiddete maruz kalan toplulukların yaşadıkları travmayı, edebi anlatılar ve tarihsel veriler üzerinden inceledim.
Bu travmanın nasıl sadece şiddet uygulanan toplulukları değil tüm toplumu etkilediğini, sadece o kuşağı değil gelecek kuşakları da yaraladığını ve devletlerin gelecekteki politikalarını sakatlayacak kadar ağır izler bırakabildiğini gördüm ve göstermeye çalıştım.
Bildiriyi imzalamamda bu mesleki geçmişin de rolü vardır, ama bu olaylara tepki göstermek için uzman olmaya hiç gerek yoktu. Ben de bir akademisyen olarak değil, insanlara, hayvanlara, tüm canlılara ve doğaya yönelik şiddete karşı olan bir birey olarak, o dönemde yayınlanan ve bu davaya konu olan bildiriyi, bu haberlerden duyduğum derin üzüntüyle ve barışın en temel ihtiyaçlarımızdan biri olduğuna yürekten inandığım için, hiç tereddütsüz imzaladım.
Bunu yaparken, adını ilk kez iddianamede duyduğum ve hâlen de kim olduğunu bilmediğim Bese Hozat da dâhil olmak üzere, hiç kimseden emir veya talimat almadım. Bildiriyi imzaladığım için pişman değilim. Aksine, keşke barış adına bundan daha fazlasını yapabilseydim.
Bitirirken şu noktanın altını çizmek isterim: İddianame defaatle bu bildirinin ve bildiriyi imzalamanın devleti küçük düşürdüğü suçlamasını yöneltiyor. Bence, vatandaşların anayasal haklarını kullanarak hükümetin faaliyetlerini özgürce eleştirebiliyor olmaları bir devleti küçük düşürmez, aksine yüceltir.
Devleti küçük düşürecek -ve düşürmekte- olan, tam da böyle mesnetsiz bir iddianame ile yüzlerce akademisyeni, sırf ifade özgürlüklerini kullandıkları için mahkemelere düşürmek, öğrencilerinden koparmak, işlerinden edilmelerine ve türlü eziyetler çekmelerine yol açmaktır.
“Ne de olsa kışın sonu bahardır” diyerek ve bu hukuk garabetinin son bulacağı umudumu canlı tutarak, hakkımdaki bütün suçlamaları reddediyor ve beraatimi talep ediyorum. (EK/TP)