Beyanın İngilizcesi için tıklayın
Kaliforniya Üniversitesi Davis Kampüsü Tarih Bölümü’nden öğretim üyesi Doç. Dr. Baki Tezcan'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Başkan, değerli heyet üyeleri,
Savunmamın hemen başında, iddianamede tarafıma atf edilen terörizm propagandası suçlamasını reddettiğimi ve beraatimi talep ettiğimi ifade edeyim. Şiddetin her türüne karşı bir insan olarak, terörizm propagandası türünden birşeyi, zor altında dahi yapmayacağımdan, kasıtlı olarak yapmış olmam imkansızdır.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne avukatım Sayın Süleyman Anıl tarafından Mayıs 2016’da bildirildiği üzere, 2.218 akademisyenin imzasını taşıyan metni, “T.C. Anayasası, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer uluslararası metinler tarafından güvence altına alınmış olan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında, ülkemizde barış içinde yaşama hakkının tesis edilebilmesi amacıyla hiç bir kişi ya da kurumun yönlendirme ve telkini olmaksızın” imzaladım.
Okuduğunuz bu yazılı savunmamda bu metnin suç oluşturmadığını göstereceğim. Ama önce, iddianamede yer alan üç maddi hatanın altını çizmek ve iddianamenin dayandığı temel savın ne kadar da zayıf olduğunu ve nasıl bir varsayıma dayandığını belirtmek isterim.
Birincisi, basın organlarında Mart ayında “önce kızağa sonra açığa” alındığı duyurulan bir savcı tarafından hazırlanan iddianame, tarafıma söylemediğim şeyleri atf etmektedir. İddianameye göre, 18 Mayıs 2016 tarihinde “Tüm suçlamaları kabul etmiyorum. Sorulara tek tek cevap vermeyeceğim.
Bütün sorulara bir kez cevap vereceğim” diye bir beyanda bulunmuşum. Böyle bir beyanım yoktur. Avukatım tarafından benim adıma emniyete verilen beyanda böyle bir ibare geçmemektedir. Sayın Savcı hazırladığı başka bir iddianameden bir bölümü kesip, benimkine yapıştırmış olsa gerek. İkincisi, iddianamede bahsi geçen menfur Ceylanpınar terör eylemi ne yazık ki faili meçhul bir vak'a olarak kalmıştır zira yargılanan bütün sanıklar beraat etmiş, dava savcısının karara itirazı da temyizde beraat kararlarının onaylanması ile sonuçlanmıştır.
Kısacası, barış sürecini sona erdiren vak'anın müsebbibi, maalesef, halen bilinmemektedir. Üçüncüsü, iddianamede yer alan Barış Bildirisi’nin İngilizce metninin Türkçe çevirisi yanlıştır. “Kurdish provinces” ibaresi “Kürt illeri” olarak çevrilebilir, ama iddianamede geçtiği üzere “Kürdistan illeri” olarak çevrilemez.
Bu üç maddi hatanın altını çizdikten sonra, hemen iddianamenin temel dayanağı olan sava gelmek istiyorum. Bese Hozat adını, hayatımda ilk defa bu iddianamede gördüm. Kendisinin 22 Aralık 2015 tarihinde “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın” şeklinde bir açıklama yaptığını da gene ilk kez bu iddianamede okudum.
İddianame, benim ve benim gibi bu Barış Bildirisi’ni imzalayan 2.200’den fazla akademisyenin bu açıklamanın yayınlandığı medya organlarını takip ettiğimiz, bu açıklamayı okuduğumuz, sonra da onu bir talimat addederek “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildiriyi hazırlayıp imzaladığımız savına dayanıyor.
Ancak baştan sona dikkatle iki kere okuduğum iddianamede, İddia Makamı bu savına dayanak teşkil edecek tek bir kanıt ya da tanık dahi göstermiyor. Hukuk tarihinde içinde tek bir kanıt ya da tanık olmayan bir ağır ceza davası iddianamesi daha var mıdır bilmiyorum. Ama Sayın Savcı’nın beyyine külfeti ya da ispat yükü denen şeyden kendisini nasıl mu'af tutmuş olabileceği hakkında bir dakika düşünmek istiyorum.
Belli ki İddia Makamı Türkiye’deki akademisyenlerin, nüfusunun çoğunluğu Kürtler’den oluşan illerdeki sıradan insanların ne şartlar altında yaşadığı ile ilgilenmeyeceğini, eğer ilgilenenler var ise, bu ilgilenenlerin muhakkak terör taktiklerinden medet uman illegal bir silahlı örgütün sempatizanı olması gerektiğini varsayıyor.
Daha da önemlisi, zannederim Sayın Savcı, imzacı akademisyenlerin, sadece terör gibi, akademisyenlerin asla yöresine dahi yaklaşmayacağı bir yöntemi kullanan illegal silahlı bir örgütün sempatizanı olduklarını değil, aynı zamanda bağımsız bir iradeden yoksun olduklarını da varsayıyor; zira Sayın Savcı, imzacı akademisyenlerin, kendisinin sempati duyduklarını farz ettiği kişilerden gene kendisinin dolaylı olarak aldıklarını farz ettiği talimatlara harfiyen uyacaklarını da varsayıyor. Ben, bağımsız araştırmaya dayalı akademisyenliği, kimseden talimat almadan çalışacağım bir meslek olduğu için seçtim.
Çalıştığım üniversitede yılda dört ders vermek ve bazı üniversite komitelerinde hizmet etmek dışında araştırmalarımı ne konuda yaptığım ve bu konularda ne yazdığıma dair kimseye hesap vermek durumunda olmadığım gibi, araştırma saham olan erken modern Osmanlı tarihini nasıl yorumlayacağım konusunda da benden tek beklenen, daha önce söylenmiş olanları bir eleştiri süzgecinden geçirerek araştırılmamış konulara el atmam, benden önce söylenmemiş şeyler söylememdir. Geçmişe yeniden bakıp orada daha önce görülmemiş birşeyi bulabilmek, düşünce özgürlüğü ve yaratıcılık gerektirir. Talimatla yaratıcı olunmaz.
Barış İçin Akademisyenler davalarında yargılananların Türkiye’nin en başarılı akademisyenleri arasında olmaları da işte tam bu yüzdendir. Biz özgürlüğümüze düşkün olup talimat almadığımız içindir ki, yazdıklarımız dünya çapında okunur ve tanınır.
Şimdi, elektronik ortamda karşılaştığım ve gene elektronik ortamda imzaladığım bu bildirinin gerçekten de bir suç unsuru içerip içermediği meselesine geçmek istiyorum. Öncelikle metnin terörden değil, barıştan söz ettiğini hatırlatayım. 12 Eylül döneminde Barış Davası’nda yargılanan Mustafa Gazalcı’nın savunmasından bir alıntı buraya çok uygun düşecek:
- ... İddia Makamı ortada unsurları oluşmuş bir suç var da ona uygun bir ceza maddesi istemiyor, eldeki hazır ceza maddesine BİZİ UYGUN HALE GETİRMEYE çalışıyor. Doğal olarak da bu uymuyor, havada kalıyor.
- İddia Makamı kimi zaman da sözleri gerçek anlamlarından ayrı yorumluyor. “Bakmayın siz bunların böyle dediğine, aslında bunlar şunu kastediyor” diyor...
- Abdülhamit döneminde kimi sözcükleri kullanmak yasakmış: “Yıldız”, “Burun”, “Hürriyet” gibi sözleri kullananlar başka bir anlamı kastettiler diye cezalandırılırlarmış. Ama Türkiye Cumhuriyeti yasalarında ‘barış’ ya da başka bir söz kullanılmayacak, ya da kullanıldığında başka bir anlama gelecek diye bir kayıt, bir yasak yoktur.
Evet, Sayın Başkan ve heyet üyeleri: bizim imzaladığımız metin de gayet açık: “... kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını... talep ediyoruz” diyor. Barış kelimesinin anlamını terör olarak açıklayan bir sözlüğe ben rastlamadım. Barış, savaşın da, terörün de zıddıdır.
Askeri darbe dönemlerinde açılmış davalarla aynı taktikler kullanılarak hazırlanan iddianame, sadece bizlere niyetimizin tam tersini atf etmekle kalmıyor, uluslararası hukuğu da olduğunun tam tersi gibi gösteriyor.
Sayın Savcı, tek birine dahi bir referans sunma gereğini duymadığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarından söz ederek, AİHM’nin “din, dil, ırk ayrımcılığına dayanarak halkı kin ve düşmanlığa veya şiddete ve ayaklanmaya tahrik eden ifadelerin ulusal güvenlik, kamu düzeni ve toprak bütünlüğü gerekçeleri ile sınırlanabileceğini kabul” ettiğini söylüyor.
Her ne kadar Barış Bildirisi böyle ifadeler içermese de, savunmamı hazırlarken, acaba Sayın Savcı hangi AİHM kararından söz ediyor olabilir diye merak ettiğim için, bir internet arama motoru vasıtasıyla, iddianamedeki bu ibarenin kaynağını tesbit ettim. Sayın Savcı burada zannederim Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2006 yılında hazırlanmış bir yüksek lisans tezini kullanmış, zira Kutlay Telli’nin “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında İfade Özgürlüğü ve Türkiye” başlıklı tezinin 75. sayfasında bire bir şöyle diyor:
- Uluslararası Denetim Makamı, özellikle din, dil, ırk ayrımcılığına dayanarak halkı kin ve düşmanlığa veya şiddete ve ayaklanmaya tahrik eden ifadelerin ulusal güvenlik, kamu düzeni ve toprak bütünlüğü gerekçeleri ile sınırlanabileceğini kabul etmektedir.
Amenna; ama her nedense İddia Makamı, Kutlay Telli’nin bir sonraki cümlesini iddianameye almamış. Bakın Kutlay Telli nasıl devam ediyor:
- Sayılan unsurlara ilişkin gerçek bir tehdit olmamasına rağmen ifadenin sınırlandırılması ise ceza hukukunun halkın çeşitli görüşler hakkında bilgi sahibi olmasını engelleyecek bir baskı aracı olarak kullanılması sonucunu doğurur.
Sayın Savcı’nın nedense dikkate almadığı bu önemli uyarı cümlesinin sonunda bir de dipnot var. Bu dipnot bir AİHM kararına referans veriyor: 18 Temmuz 2000 tarihli Şener-Türkiye’ye Karşı davasında verilen karar. Kararın Dışişleri Bakanlığı’mızca yapılmış çevirisine internetten ulaşmak mümkün. Bu çeviriyi okuduğumuzda bakın ne öğreniyoruz.
Davaya ismini veren Pelin Şener, İstanbul’da haftalık olarak yayınlanan Haberde Yorumda Gerçek adlı bir derginin sahibi ve editörü imiş. Derginin 4 Eylül 1993 tarihli 23. sayısında “Aydın İtirafı” başlıklı bir makale yayınlanmış. Makalenin ilk cümlesi “Bir ulusun toptan yok edilmesini izliyoruz.
Bir soykırım izliyoruz ki bugüne kadar başka örneği görülmemiş desek yanlış olmaz.” Makalenin hepsini buraya kopyalayarak savunmamı daha fazla uzatmayayım. Pelin Şener bu makaleyi yayınladığı için Terörle Mücadele Kanunu’na dayanarak bölücü propaganda yapmakla suçlanmış. Şener’in Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yaptığı başvuru, mahkemenin önüne geldiğinde, hükümetimiz [aşağıdaki alıntılar Dışişleri Bakanlığı’mızın çevirisindendir],
- makaleden bazı bölümler almış ve “savaşa karşı çıkmanın tek ama tek yolunun haklı savaşın yürütülmesi gerektiği doğrusunu unutuyoruz” ifadesinin şiddetin teşvik edildiğinin açık bir delili olduğunu iddia etmiştir...
- Hükümet’in görüşüne göre, makalenin mesajı Kürt meselesinin çözülmesi için tek yolun devlete karşı terörün desteklenmesi ve aydınların bu tür fiillere destek vermesi gerektiğidir. Hükümet, şiddetli bir terörizm kampanyası bağlamında başvuranın terörü destekleyen bölücü propaganda yapmaktan uzak durmuş olması gerektiğini belirtmiştir. Başvuranın Terörle Mücadele Kanununun 8. Maddesi gereğince, mahkum edilmesinin doğru bir karar olduğunu ve alınan tedbirlerin yetkililerin takdir marjı dahilinde olduğunu belirtmiştir.
Bakın mahkeme hükümetimize ne cevap vermiş:
- Hükümet’e yönelik olarak yapılmasına müsaade edilen eleştirinin sınırı, bir kimse veya bir politikacı hakkında yapılan eleştirinin sınırından daha geniştir. Demokratik bir sistemde Hükümet’in fiilleri veya ihmalleri sadece yasanın ve adli yetkililerin değil aynı zamanda kamuoyunun da incelemesine açık olmalıdır.
Mahkemeye göre, dava konusu olan makale
- Hükümet’in politikasını ve güvenlik güçlerinin menşei Kürt olan nüfusa yaklaşım tarzlarını sert bir dille eleştirmiştir. ... ve yetkililerin Kürt sorununa bakışını eleştirmiştir. Yazar, Kürt gerçeğinin tanınmasını ve askeri yönteme başvurmak yerine Kürt sorununun çözülmesi için barışçı yöntemlerin kullanılmasını istemiştir.
- Mahkeme, ek olarak Hükümet’in gösterdiği örnekte olduğu gibi bazı terimlerin agresif olmasına rağmen, makalenin bir bütün olarak incelendiğinde şiddeti övmediğini belirtmiştir. İnsanları şiddete, nefrete, intikam almaya veya silahlı bir direnişe tahrik ve teşvik etmemiştir. Aksine, makale silahlı mücadeleye son verilmesini istemiş ve Kürt meselesini entellektüel bir açıdan analiz etmiştir.
Sonuçta Mahkeme, Pelin Şener’in davasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Kısacası, Sayın Savcı’nın iddianameye aldığı bir cümleyi, o cümlenin yer aldığı kaynakta takip eden cümleye referans olan karar, bize, aslında Sayın Savcı’nın savının tam da aksini kanıtladı, hem de bizimkine benzer bir dava örneğinde.
Barış Bildirisi de, her ne kadar az önce sözünü ettiğim Şener Türkiye’ye Karşı davasına konu olan makale kadar olmasa da, gene de sert bir dille yazılmış cümleler içerse de, kimseyi “şiddete, nefrete, intikam almaya veya silahlı bir direnişe tahrik ve teşvik etmemiştir.” Aksine, Barış Bildirisi, “askeri yönteme başvurmak yerine Kürt sorununun çözülmesi için barışçı yöntemlerin kullanılmasını istemiştir.”
AİHM’nin Türkiye ile ilgili aldığı kararlara bakacak olursak, buna benzer birçok örnek daha bulabiliriz. Ama ben lüzumsuz tekrarlarla mahkeme heyetinin vaktini almak istemiyorum. Sadece, Sayın Savcı’nın iddiasının tam aksine, AİHM’nin, devletin “katliam” gerçekleştirdiğini söylemeyi, ya da çatışmayı “savaş” olarak tanımlamayı ifade özgürlüğü sınırları içinde değerlendirdiğini belirtmek isterim. İsterseniz, 43928/98 numaralı Karkın-Türkiye davasında AİHM’nin 23 Eylül 2003 tarihli kararına bakabilirsiniz.
Kaldı ki Türkiye’de devletin katliam yapabileceği, bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan tarafından Dersim hakkında 23 Kasım 2011’de yaptığı konuşmada ifade edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, ifade özgürlüğümüze getirilmeye çalışılan keyfi kısıtlamalardan kurtulmak için neyse ki her zaman AİHM’ye gitmek zorunda kalmıyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin kamuoyunda “Ayşe Öğretmen” olarak tanınan Ayşe Çelik’in başvurusuna verdiği gerekçeli karar da Sayın Savcı’nın iddialarını çürütüyor. İmzacısı olduğum Barış Bildirisi’nin kamuoyuna duyurulduğu 11 Ocak 2016 tarihinden üç gün önce, 8 Ocak 2016 akşamı, Ayşe Çelik, Beyaz Show’a telefonla bağlanarak şöyle demişti:
"Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Burada doğmamış çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak, insan olarak bir şekilde siz de yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz. Ayrıca bir şey daha söylemek istiyorum, ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben o insanlara daha doğrusu biz o insanlara hiç bir şey söyleyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka.
Bir şey daha demek istiyorum, kusura bakmayın. Ben öğretmenim, öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler, o güzel, masum, tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar? Ben konuşamıyorum, gerçekten burada yaşananları ekranlarda, medyada... Her şey çok farklı aktarılıyor, yani gerçekten konuşamıyorum, sessiz kalmayın insan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın, görün, duyun artık bizi, el verin. Yazık insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın, söyleyeceklerim bu kadar. Çok teşekkür ediyorum.
Aslında çok şey söylemek istiyorum. Duygu yoğunluğundan dolayı hiçbir şey söyleyemiyorum.
Siz de fark ediyorsunuz, sesim titriyor.
Bomba seslerinden, kurşun seslerinden, insanlar susuzlukla açlıkla mücadele ediyor. Özellikle yani bebekler, çocuklar. Lütfen siz de duyarlı olun sessiz kalmayın rica ediyorum, lütfen."
Ayşe Çelik’in söyledikleri, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (Human Rights Watch) 22 Aralık 2015’te yayınladığı “Türkiye: Güvenlik Operasyonları ve Artan Ölümler” raporunu ne de güzel özetliyor, değil mi? Barış Bildirisi’ni neden imzaladığımı merak ediyorsanız, o rapora bir bakmanızı, Ayşe Çelik’in söylediklerini bir kere daha dinlemenizi tavsiye ederim.
Barış Bildirisi’nin neden ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini en iyi anlatan da Ayşe Çelik’in yaptığı başvuruya Anayasa Mahkemesi’nin verdiği cevaptır. Resmi Gazete’nin 10 Mayıs 2019 Cuma tarihli nüshasında yer alan gerekçeli kararında AYM şöyle demiştir:
- Başvuruya konu olaydakine benzer konuşmalarda dikkate alınacak esas unsur konuşmaların kin ve düşmanlık barındırıp barındırmadığıdır. Devletin terör örgütü ile giriştiği meşru mücadelede yaşanan sosyal veya bireysel sorunlara ilişkin açıklamalar -bunlar tamamen öznel değerlendirmeler olsa dahi- tek başına terör suçlarını işlemeye hazır bulunan insanları bilinçlendirmeye veya cesaretlendirmeye olanak sağlayan, bu suçların işlenme riskini artıran düşünce açıklamaları olarak kabul edilemez.
- Anayasa Mahkemesi başvurucunun sözlerinin PKK terörünün övülmesi, terörizme destek gösterisi, şiddet kullanımına veya silahlı direniş ya da başkaldırıya doğrudan veya dolaylı olarak teşvik olarak nitelendirilemeyeceği kanaatindedir. Somut olayın koşullarında başvurucunun sözleriyle hendek olaylarında güvenlik güçleri ile çatışmaya giren örgüt üyelerini övdüğü, terör örgütünü yücelttiği, çatışmalara doğrudan katılan güvenlik gücü mensuplarına karşı özellikle bir nefret aşıladığı veya şiddete başvurmayı cesaretlendirdiği değerlendirilmemiştir.
Kısacası AYM, çatışmaların şiddetinin yerel halk üzerinde yarattığı etkinin vahametinin altını çizen ve barış talebinde bulunan bir ifadenin çok izlenen bir televizyon programı çerçevesinde dillendirilmesini ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiştir.
Bilindiği üzere, AYM Genel Kurulu, Barış Bildirisi’ni de önümüzdeki aylarda ele alacaktır. AYM hiç kuşkusuz kendi verdiği Ayşe Öğretmen kararını ve AİHM’nin benzer durumlarda verdiği kararları dikkate alacak, mesela, AİHM’nin Dmitriyevskiy-Rusya’ya Karşı davasında çıkan kararı hatırlayacaktır.
Dmitriyevskiy, Rusya’ya karşı savaşmış ve zafer kazanmış iki meşhur Çeçen liderin beyanlarını, 2004 yılında, kendi çıkardığı aylık bir derginin birbirini takip eden iki sayısında yayınlamıştı. Birinci makale, Putin hükümeti Kremlin’de kaldığı sürece, Rusya ve Çeçenistan’da kanın akmaya devam edeceğini belirtmiş, ikincisi ise Kremlin’in uluslararası terörizmin merkezi olduğunu iddia etmişti.
İkinci makale, Rusya’nın Çeçenistan’da bir soykırım yaptığını, Kremlin rejiminin canice bir delilik içinde olduğunu ve Rusya’nın Çeçenistan’da gerekçesiz katliamlara giriştiğini de iddia etmişti. Bu makaleleri yayınlayan Dmitriyevskiy, Rus mahkemelerince halkı kin ve düşmanlığa kışkırtmaktan suçlu bulunmuştu.
AİHM, makalelerin yayınlandığı esnada Çeçenistan’daki çatışma ortamının hassasiyetini koruduğunu göz önüne almış, Rusya’nın Çeçenistan’da ulusal güvenliği, toprak bütünlüğünü ve kamu emniyetini korumak adına önlemler almak zorunda olduğunu kabul etmiştir. Ancak gene de, Barış Bildirisi’nden çok daha ağır bir dille yazılmış bu makalelerin şiddeti teşvik ettiği iddiasını reddetmiş ve Rusya’yı Dmitriyevskiy’e 10.000 Euro ve mahkeme masraflarının karşılığını ödemeye mahkum etmiştir.
Velhasıl, yukarıda örnek olarak verdiğim kararlarda geçen ve AİHM tarafından ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen bazı metinlerle karşılaştırıldığında dili ve üslubu pek de sert sayılamayacak olan Barış Bildirisi’nde, gerek iç hukukumuz, gerekse uluslararası hukuk açısından suç unsuru yoktur.
Sözlerime son vermeden önce, bir noktanın daha altını çizmek isterim. İddianame, imzacıları, uluslararası kamuoyunu Türkiye aleyhine etkilemeye çalışmakla suçluyor. Eğer uluslararası basını dikkatlice tarayacak olursanız göreceksiniz ki Barış Bildirisi’ni uluslararası gündemde tutan şey, bildirinin kendisinden ziyade, Türkiye’de ona gösterilen tepkiler olmuştur. Bu bildiriyle ilgili yayınlanan haberlerin çoğu, imzacıların işten atılması ve davalara konu olmasıyla ilgilidir.
Mesela, Kaliforniya’da çalıştığım yerde yayınlanan yerel gazete, bu bildiriyi, ilk defa, yayınlanmasından üç buçuk yıl geçtikten sonra, benim uçaktan indiğimde çocuklarım ve eşimin önünde yakalanmam nedeniyle yaptıkları haber çerçevesinde duyurmuştur okurlarına.
Yani Barış Bildirisi’ni Kaliforniya’nın başkenti Sakramento’da duyuran, benim imzam değil, mahkemenizin hakkımda çıkardığı ve avukatım uçak biletimin bir nüshasını sunarak bugünkü duruşmada hazır olmak üzere buraya geldiğimi kanıtlamasına rağmen kaldırmadığı yakalama kararı olmuştur.
Sayın başkan ve heyet üyeleri, Sayın Bülent Ersoy, bir sanatçı yaratıcılığı ve mangal gibi bir yürekle, 2008 yılında daha ortada barış süreci yokken, hem de bir askeri harekat esnasında, ölüm yerine çözümden yana tavır almıştı. Ben de Barış Bildirisi’ne attığım imza ile “ölüm değil çözüm” istemekten başka bir şeye kast etmediğimi bir kez daha belirtiyor ve derhal beraatimi talep ediyorum.
Bu metni okuduğunuz için teşekkür eder, adli tatilinizin gönlünüzce geçmesini dilerim. (BT/TP)