Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Bölümünden Öğr. Gör. Nazım Hikmet Richard Dikbaş'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 29. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Barış talep ettiğim için yargılanıyorum, yargılanıyoruz ve bu beyanımı sizlere Türkiye’de toplumsal barışa yönelik o korkunç saldırının yıldönümünde sunacağım: 26 yıldır Hasret’iz. Sivas’ta Madımak Otelinde yakılan 35 canımızın anısı önünde eğiliyorum.
Biz, 2212 barış imzacısı, aynı eylemi gerçekleştirmemize rağmen ayrı ayrı yargılandık, yargılanıyoruz, öyle görünüyor ki yargılanmaya devam edeceğiz. Terör örgütü propagandasından cezalandırılmamızı isteyen iddianamede mantık ve imla hatası çok, herhangi bir delil yok.
Üstelik iddianameyi kaleme alan savcı, ‘“FETÖ” dosyalarında para karşılığı şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verdiği iddiasıyla’ açığa alındı. Skandal kelimesini utandıracak bu gelişme davalarımızın seyrini etkilemedi. Yeni bir savcı atandı, o da yeni davalar açıyor. Barış Bildirisi’nde herhangi bir örgütün adı geçmediğinden, hangi örgütün propagandasını nasıl yaptığımız sorusu akıl ve mantık dahilinde cevapsız.
Adı üstünde Barış Bildirisi, cebir, şiddet ve tehdide karşı. Yine de yargılanıyoruz, hüküm giyiyoruz. Oysa bir suç örgütü kurucusunun bize yönelik “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız, akan kanlarınızda duş alacağız” sözleri ifade özgürlüğü kapsamında görüldü, beraat etti.
Barış imzacısı hocalarımız bu süreçte gözaltına alındı, tutuklandı, tehdit edildi, saldırıya uğradı, işini kaybetti, tüm haklardan mahrum bırakılarak sivil ölüme mahkum edildi. Bir iş başvurusunda ‘...kişiliğimle bütünleşik insani değerlerden feragat etmediğim sürece olağan bir akademik gelecek öngöremiyorum” diye yazan barış imzacısı hocamız Mehmet Fatih Traş üzerindeki muazzam baskıya dayanamayarak 25 Şubat 2017’de kendi hayatına son verdi.
Cezası istinafta ilk onanan hocamız Prof. Dr. Füsun Üstel 54 gündür cezaevinde. Henüz bu davada yargılaması tamamlanmayan, Fransa’da katıldığı bir toplantı gerekçe gösterilerek tutuklanan sevgili hocam Doç. Dr. Tuna Altınel 51 gündür cezaevinde. 2017 Aralık’ından bu yana 234 iş günümüz adliyede geçti.
Neredeyse 2000 duruşmamız görüldü. Usule dair, esasa dair çok çeşitli tutarsızlıklara tanık olduk. Şaşırmak mı safça, şaşırmamaya alışmak mı fena, birbirimize sorar olduk.
Peki bütün bu ayrı ayrı davaların ortak iddianamesinde neler var? İddianamenin çözüm sürecinin bitip çatışma sürecinin başlamasına sebep olarak gösterdiği Ceylanpınar davasında tüm sanıklar beraat etti.
İddianamede bize talimat verdiği söylenen örgüt yöneticisinin talimat metni iddianamede yok, sadece bir cümle var, bu yönetici davada sanık değil, iddianamenin talimatmış gibi göstermeye çabaladığı metnin tamamına baktığımızda ise zaten bize hitaben yazılmadığını görüyoruz. Bir de çeviri faciası, veya numarası var: Türkçesi mevcut Barış Bildirisi metninin İngilizcesi tekrar Türkçeye çevrilmiş. ‘Kurdish Provinces’ ifadesinin karşılığına Kürdistan denivermiş.
Son günlerde takip ettiyseniz Kürdistan demek suç değil, ama Kurdish Provinces’in doğru karşılığı Kürt İlleri. Bu fazladan çeviriyi kimin yaptığı da belli değil iddianamede. İşte bu iddianame bizi ‘Türkiye Devleti %100 haklıyken haksız düşürmeye çalışmak’la, ayrıca ‘hakikatleri tersyüz etmekle, çarpıtmakla’ ve kulağa bir tür optik deney gibi de gelebilen ‘ters algı operasyonu’ yapmakla suçluyor. Ancak gözden kaçmasın, bizi ilgilendiren kelime tam burada: Hakikat.
Bildirinin açıklanmasından önceki dönemde hazırlanmaya başlananlar dahil, bildirinin konu ettiği ağır insan hakkı ihlallerini inceleyen çok sayıda ulusal ve uluslararası kurum raporu var. Bu raporlar benzer olgular içeriyor. Gerçek orada. Hakikat orada.
Yaşam hakkı başta olmak üzere ihlallerin listesini, boyutunu, kapsamını bu raporlarda buluyoruz. İddianamede bu raporlara atıf var mı? Hayır. Yani lehte deliller toplanmış mı? Hayır.
Bu noktada, Başbakanlığa bağlı Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun raporundan bahsetmek gerekiyor. Evet, Başbakanlığa bağlı bu devlet kurumu Aralık 2015’te Diyarbakır ziyaretinin ardından bir açıklama yaparak bölgede yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğine dair iddialardan bahsediyor.
Aynı açıklama artan mağduriyetlerin barış ortamının inşasını güçleştireceğini söylüyor. Sağlık ve eğitim faaliyetlerinin, sosyal hizmetlerin durduğunu ekliyor, Başbakanlığa Bağlı Türkiye İnsan Hakları Kurumu. Yine aynı açıklamada pek çok kişinin yaşanan çatışmalı süreci bir akıl tutulması olarak nitelendirdiği belirtiliyor.
Çözüm sürecinin büyük bir umut ve memnuniyet yarattığı, sona erdirilmesinin hayal kırıklığı ve kaygıya yol açtığı ekleniyor. Bir devlet kurumu bu açıklamayı yapıyor. Ancak: Biz bütün bunları o günlerde bu açıklamayı haberleştiren bir gazete aracılığıyla öğreniyoruz. Açıklamadan daha geniş kapsamlı rapora ise ulaşamıyoruz. Çünkü kurumun sitesinden kaldırılmış. Diğer davalarımızda bu raporun defalarca dosyaya getirilmesi talep edildi, bu talepler reddedildi.
Görüşümce insan hakları kurumları tamamen bağımsız olmalıdır. Ancak çözüm sürecinde faaliyet yürüten bu devlet kurumu da bu raporla hakikate yaklaşmış, ancak sonra bir anda kaybolmuş. Peki o zaman hakikat, iddianamedeki “tarihi perspektif ve konjonktürel yaklaşım”ın alanına nasıl girecek? Giremeyecek.
Sur’u, Diyarbakır’ın Sur mahallesini, Surp Giragos Kilisesi’ni, ilk kez Mıgırdiç Margosyan’ın kitaplarında okuduğum, dinlediğim Gavur Mahallesi’ni, Hançepek’i bir Pazar sabahı gezmiştim ilk kez. Daha sonra, birçok yer yıkılmış, Lalebey ve Alipaşa mahalleleri kamulaştırma adı altında yıkılmak üzereyken tekrar gittim. Göremedim çünkü ya yasaktı ya da algılarımı altüst eden bir hisle fark ettim ki, yoktu. Bir bina belki yıkılır, ama bir mahalle tamamen dümdüz edilir mi? Edilirmiş. Şimdi kamulaştırmışlar. ‘Ama kalp kamulaştırılamaz’ şairin dediği gibi.
Diğer yandan, herhangi bir yere ‘bağlı’ olmayan hak savunucuları insan haklarını savunmaya devam ediyor. Çalışanı olmaktan onur duyduğum Türkiye İnsan Hakları Vakfı dün (1 Temmuz 2019) “16 Ağustos 2015-1 Temmuz 2019 Tarihleri Arasında İlan Edilen Sokağa Çıkma Yasakları” başlığı altında Dokümantasyon Merkezi’nin verilerini paylaştı. Bu verilere göre, belirtilen dönemde toplam 11 il ve en az 15 ilçede en az 369 resmi sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Yasakların ilan edildiği bölgede en az 1 milyon 809 bin kişinin özgürlük ve güvenlik hakkı; özel ve aile hayatına saygı hakkı; toplanma özgürlüğü; örgütlenme özgürlüğü; din özgürlüğü; bilgi alma ve verme özgürlüğü, mülkiyetin korunması hakkı, eğitim hakkı, işkence ve insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele yasağı, yaşam hakkı ve vücut bütünlüğü hakkı olmak üzere en temel hakları ihlal edildi. Toplumsal barış istiyorsak hakikatle yüzleşmeliyiz.
45 haftadır kayıplarıyla buluşma mekanları olan Galatasaray Meydanı’nda toplanmaları engellenen Cumartesi Anneleri’mizin bize hep hatırlattığı gibi: Hakikate gözlerini kapamış bir toplum adalete ve özgürlüklere ulaşamaz.
Barış Bildirisi iki şey yapıyor: Birincisi, dönemde bölgede yaşanan ağır insan hakkı ihlallerine dikkat çekiyor, ikincisi, bu ihlalleri engellemek ve toplumsal barış yoluna girmek için acil önerilerde bulunuyor. Bu suç olamaz. Bu önerilere katılmayabilirsiniz. Neden katılmadığınızı anlatır, başka öneriler sunarsınız. Kamuoyu dinler. Ancak örgüt propagandası suçlamasıyla 2212 akademisyeni belli bir şekilde düşünmeye zorlayamazsınız, zorlamamalısınız.
Benzer baskılarla gazeteciler, hak savunucuları, siyasetçiler ve görüşlerini ifade eden vatandaşlar da karşılaşıyor. Çağlayan’da izlediğimiz bir duruşmada sosyal medya paylaşımları yüzünden yargılanan bir vatandaş heyete şunları dedi: “Telefonu attım. Evin içinde bile fısıldaşarak konuşuyoruz.”
İnsanların korkudan evlerinin içinde bile fısıldaşarak konuştuğu bir Türkiye mi istiyoruz, yoksa toplumsal barışın, insan haklarının, ifade özgürlüğünün her şeyin üstünde tutulduğu ve korunduğu bir Türkiye mi?
Sadece siyaset değil, ekonomi, ekoloji, iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri... Her konuda sansür ve baskı mesleğini yapmak isteyen bağımsız gazetecilerin önüne engel çıkıyor. Gazetecilik suç değildir, ifade özgürlüğü de bu keyfi güç kullanımına karşı gereklidir.
Öyleyse bir kez daha hatırlayalım: Biz #BarışBildirisi’ni doktora öğrencisinden profesörüne 2212 akademisyen olarak toplumsal barış talebiyle imzaladık. Ağır baskılara rağmen her kesimden güçlü destek gördük, görmeye de devam ediyoruz.
İnsan haklarıyla insandır. Büyük toplumsal mücadelelerle kazanılmış, uluslararası sözleşmelerin güvencesindeki haklar her çiğnendiğinde “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” diyeceğim, diyeceğiz. Suçlamayı reddediyorum, beraatimi talep ediyorum. (ND/TP)