Kocaeli Üniversitesi Mimarlık Bölümündeki görevinden ihraç edilen Doç. Dr. Gül Köksal'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz
Sayın Mahkeme Heyeti,
Bugün burada “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barış çağrısı metnine atmış olduğum imza nedeniyle suçlandığım için karşınızdayım. Diğer yandan bu salonda olan ve olamayan tüm meslektaşlarım, dostlarım ve barış savunucusu herkes adına konuşma onurunu taşıyorum.
İlk duruşmada tarafıma tebliğ edilen iddianameyi okudum. İddianame adıma hazırlanmış gibi gözükse de, tüm barış metni imzacılarına aynısının iletildiğini hepimiz biliyoruz.
Adımın geçtiği iddianamede ilki 15/01/2016’da Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı’nda, ikincisi 10/10/2016’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatı ile Kocaeli Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde verdiğim ifadelerin eksik ve hatalı olarak yer almasına bakarsak da ifadelerimin dikkate alınmadığını görüyorum. Avukatlarım ifadelerimin tam ve doğru halini dosyada iletecekler.
Kanımca burada işin özü bizlerin imzaladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı tek bir metnin, iddianame savcısı İsmet Bozkurt elinden çıkan tek bir iddianame ile yargılanıyor olmasıdır. Bu durumda aslen tek bir dosyaya bakılması gerekmektedir.
Avukatlarım da ilk duruşmada bu dosyanın 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ilk dosyayla, o mümkün değilse Mahkemeniz bünyesindeki diğer dosyalarla birleştirilmesini talep ettiler. Siz de reddettiniz. Gerekçe olarak da “birleştirmenin esasa etkili olmayacağını” ifade ettiniz. Oysa bana kalırsa işin esası bu. Bu metinde neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışacağım.
Öncelikle iddianamede geçen ithamlar ve olgular somut delillere dayanmadığı için bunlara yönelik bir savunma yapmayı gerekli görmüyorum. İddianamenin 4. ve 8. sayfalarında biz akademisyenlerin toplumsal alandaki etkisinden söz edilerek, doğruluğu olmayan bilgi yaydığımız ifade ediliyor. Oysa sizlere birazdan aktaracağım bilgiler, benim kendi gözlerimle gördüğüm, yaşadığım şeylere dayanıyor.
Gördüklerim iddianamenin bütününün biz barış imzacılarına yönelik bir suç icat etmek üzere düzenlendiğini, tek taraflı bir bakış açısı ile hazırlandığını ve tartışmaya kapalı bir yargılama tutumuyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Beyanımı da bu görüşlerimi açıklamak üzere kaleme aldım.
Bir bilim emekçisi olarak 1 Eylül 2016’da 672 sayılı KHK ile atılana kadar Kocaeli Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi’nde öğretim üyesiydim.
Mimar ve kültürel mirasın korunması üzerine çalışan bir araştırmacı olarak hem bu alanda dersler veriyor, atölyeler yürütüyor, projeler yapıyor, hem de akademi alanı dışında Türkiye’nin ve dünyanın ortak değerlerinin yaşatılması üzerine sahaya dayalı eleştirel, kamu ve halk yararına bilimsel çalışmalar yapıyordum.
Dünyadaki diğer emekçiler gibi, emeğimle, inandığım ve doğru bildiğim şeyleri üreterek hayatımı geçindirmeyi ilke edindim. Dolayısıyla üniversiteden atıldıktan sonra da bilimsel, akademik çalışmalarıma, saha araştırmalarıma, atölyeler düzenlemeye aynı inançla devam ettim, ediyorum.
Savcı İsmet Bozkurt tarafından hazırlanan bu iddianamenin, barış talep eden biz bilim emekçilerini doğruları aktarmaktan alıkoymak ve sözümüzü itibarsızlaştırmak amacıyla hazırlandığını düşünüyorum ve bu iddianameyi şu şekilde okuyorum;
Bu iddianame ile bizler tek tek suçlanırken aslında,
1. binlerce insanın ve insan türü dışındaki canlıların türlü hak ihlallerine uğradığı, yaşamlarını yitirdiği ve asırlara dayalı ortak değerlerimizin yok olduğu hakikatinin görünür kılınması engellenmek istenmektedir.
2. bilimin; itaatsiz, ezilen ve sömürülenin yararına olacak biçimde ve her koşulda hakikatin peşinde üretilme çabaları bastırılmak niyetindedir.
3. barış talebi susturulmak istenmektedir.
4. bireylerin adil yargılanma hakkına zarar verilmektedir.
5. düşünce ve ifade özgürlüğü ile bu özgürlüğü savunmaktan vazgeçmeyen binlerce insan suçlanmakta, insanlığın bu kıymetli kazanımı değersizleştirilmektedir.
Bu nedenle de iddianamenin kanımca kabul edilir bir tarafı yoktur.
Bu maddelerin son üçünü avukatlarım ilgili yasalar çerçevesinde ayrıntılı olarak ele alacakları için ben bunlara girmeyeceğim, ancak ilk iki maddeyi açacağım;
1. Bu iddianame ile bizler tek tek suçlanırken aslında binlerce insanın ve insan türü dışındaki canlıların türlü hak ihlallerine uğradığı, yaşamlarını yitirdiği ve asırlara dayalı ortak değerlerimizin yok olduğu hakikatinin görünür kılınması engellenmek istenmektedir.
Kültürel birikimler insanlığın ortak mirası olarak eşsiz bir değer, anlam ve öneme sahiptir. Bunları korumak, medeni birikimimize sahip çıkmaktır. İddianameye giren söz konusu süreçte evrensel önemdeki kültürel birikimlerimiz geri dönüşü olmayacak şekilde zarar görmüş ve halen görmeye devam etmektedir.
Rakamlar ve yüzdeler vererek bunlara ilişkin yaşadığımız kaybı sayısal bir veriye indirgemek istemiyorum. Ancak yaşananların içler acısı ve telafi edilemeyecek düzeyde bir karşılığı olduğu açıktır. Değer verdiğimiz istisnasız tüm canlılar ve nesnelerin kaybının yeri doldurulamaz.
İfade etmeye çalıştığım değerleri tarihsel bağlamı ile somutlayarak aktarmak istiyorum ki, neleri kaybettiğimizi ve halen kaybetmeye devam ettiğimizi net olarak görebilelim;
İddianamede geçen çatışmaların olduğu bölge, 1 numaralı görselde gördüğünüz üzere medeniyetlerin doğum yeri olan, verimli-bereketli hilal olarak tanımlanan, ilk tarımın yapıldığı, buğday, arpa, nohut, mercimek gibi ilk kurucu ürünlerin yetiştirildiği, koyun, keçi, inek gibi hayvanların ilk kez evcilleştirildiği, ilk köy gibi yerleşimlerin kurulduğu, ilk ticaret, ilk alet üretimi gibi sayısız ilkin yaşandığı bir coğrafyadır (Görsel 1).
Diğer bir deyişle medeniyetin kökleri burada yeşermiştir. Tarımdan alet üretimine dek tüm bu ilkler dünyanın her yerine buradan yayılmıştır (Görsel 2 ve 3). Bu nedenle Mezopotamya medeniyetlerin beşiği olarak tanımlanır.
Dicle ve Fırat Nehirleri, asırlardır olduğu gibi bugün de yaşamın bereketli kaynaklarıdır (Görsel 4). Bu kıymetli kaynaklar insanların yüzyıllardır kesintisiz olarak buraya yerleşmelerine gerekçe olmuştur (Görsel 5). Sadece Diyarbakır’da Roma Dönemi’nden bugüne 7bin yıldır, 30’un üzerinde medeniyetin izini okumak mümkündür (Görsel 5).
Bu izler öyle zengindir ki, somut fiziki mekânlar üzerinden somut olmayan yaşamın her alanına dek okunabilir. Roma, Osmanlı, Cumhuriyet dönemlerinden, Kürt, Türk, Arap, Roman, Ermeni, Süryani gibi anadillerini konuşan yurttaşlara, çok dilli, çok kültürlü, çok katmanlı bir yaşam süregider.
Mimari mekânlar gündelik yaşamın zenginliği kadar, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin de birer tezahürüdür. Aynı görsele giren “manzarada”, fakiri, zengini, zayıfı, güçlüyü tüm detayları ile birlikte görebilirsiniz (Görsel 6). Bu ortamda insanlık adına güzel kazanımlar da gelişmiştir. Zira tüm bu medeni zenginliğe rağmen politik-ekonomik nedenlerle güçlükle idame ettirilen gündelik yaşamda yıllara dayalı ilişkilerin gücü vardır. İnsanlar burada yokluğu paylaşır.
Dayanışma kuvvetlidir. İklimin, coğrafyanın etkisi ile evler içiçe inşa edilirken yaşamlar da içiçe geçer (Görsel 7). Sokaklar, evler, hayatlar bir bütündür (Görsel 8). Hanelerin kapıları sakınmasızca birbirine açılır ve kilitlenmez. Yaşam tüm renkleri ile avlularda, eyvanlarda, damlarda sürer (Görsel 9-11). Yapılarda kullanılan yerel malzemeler birbirinden farklı detayları, motifleri ile insanı derinden etkiler (Görsel 12). Bereketli Dicle Nehri’nin sularından beslenen Hevsel Bahçeleri insanın doğa ile kurduğu ilişkinin çok özel ve güçlü bir örneğidir (Görsel 13).
Buraya kadar görselleri üzerinden söz ettiğim kültürel değerler sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte de değerli bulunmuş ve Dünya Miras Listesi’ne kabul edilmiştir. Ancak iddianamede de geçen çatışmalarda bu değerlerimiz geri dönüşü olmayacak şekilde zarar görmüşlerdir.
Bunlardan 1988 yılından bu yana ulusal ölçekte kentsel sit alanı ilan edilen ve 2015 yılında da Dünya Miras Listesi’ne kabul edilen Diyarbakır Suriçi ve Hevsel Bahçeleri’ne verilen zarara özellikle dikkat çekmek isterim (Görsel 14). Benim de sık sık gidip çalıştığım bu kentte 600’ün üzerinde koruma altındaki tescilli mirasın yandığı, yıkıldığı, ağır makineli silahlarla tahrip edildiği, kalan kısımlarının belgelenmeden iş makineleri ve dozerlerle kaldırıldığı, bunları tespit etmek isteyen meslek insanlarına/örgütlerine izin verilmediği, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve UNESCO* Türkiye temsilciliği gibi kurumlara yazılan yüzlerce dilekçenin, raporun dikkate alınmadığı bilinmektedir.
UNESCO Birleşmiş Milletler’in alt kuruluşudur. Birleşmiş Milletleri devletler oluşturur. Dolayısıyla UNESCO devletleri dikkate alır ve Türkiye imzaladığı sözleşmeler gereği kültürel mirastan sorumludur. Kültürel değerlerin devlet tarafından korunması hakkında Anayasamızda da bazı maddeler vardır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 63’e göre “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır” (1). 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası Madde 10’a göre de “Her kimin mülkiyetinde veya idaresinde olursa olsun, taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlamak için gerekli tedbirleri almak, aldırmak ve bunların her türlü denetimini yapmak veya kamu kurum ve kuruluşları ile belediyeler ve valiliklere yaptırmak, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na aittir” (2). Yani kültürel varlıklarımız devletin sorumluluğundadır.
Ayrıca Türkiye; “Silahlı Çatışma Durumunda Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi (La Haye, 1954)”, “Venedik Şartı (1964)”, “Amsterdam Bildirgesi (1975)”, “Dünya Doğası ve Kültürel Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme (Paris, 1972)”, “Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi (2001)”, “Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi (Paris, 2003)” gibi uluslararası sözleşmelerin de imzacısı olmuş ve bu imzaları atarak ortak değerlerimizin koruyucusu olmayı kabul etmiştir. Bunlar içinde barış metni ile yakın ilgisi olan 1954 tarihli “Silahlı Çatışma Durumunda Kültürel Mirasın Korunması La Haye Sözleşmesi’nin giriş kısmındaki “...Her millet dünya kültürüne kendinden bir şey katmış olduğu cihetle, hangi millete ait olursa olsun, kültür eserlerine karşı vakî olacak tecavüzlerin bütün insanlığın kültür mamelekine (malvarlığına) karşı işlenmiş tecavüzler sayılacağına inanmış,...” ifadesine dikkat çekmek isterim (3).
İnsanların, canların öldüğü bir yerde kültürel mirastan söz etmek anlamlı gelmese de, bu insanlar bu mirasları üreten kuşaklardan gelmişlerdir. Somut ve somut olmayan bu mirasın taşıyıcıları ve gelecekte üretecek olanlar şimdiki kuşaklardır, yani bizleriz. Ancak burada insanların payına düşen bu mirası sürdürmek yerine terk etmek olmuştur. Sadece Diyarbakır’da 20.000’den fazla insan göç etmek zorunda kalmıştır (4).
Toplumsal belleğin canlı taşıyıcısı olan bu insanlar hatıralarını doğdukları yerde bırakmak zorunda kalmışlardır. 7bin yıllık kültürel süreklilik ağır bir darbe almıştır.
Yıkım ve sonrası hak kayıpları birçok yönden korkunç düzeydedir. Örneğin TMMOB* İnşaat Mühendisleri Odası Van Şubesi’nin tuttuğu sayısal verilere göre Yüksekova’daki çatışmalar sırasında zarar gören yapı sayısı, Van Depremi’nden daha fazladır (5). Diğer bir deyişle, insan eliyle gerçekleştirilen şiddet, doğal bir afet olan depremden çok daha fazla zarar vermiştir memleketimize.
Yıkımlar dışında acele kamulaştırmalar da başka bir sorundur. Örneğin Suriçi’nin neredeyse tamamı acele kamulaştırmaya tabi tutulmuştur (Görsel 15). Koruma altındaki mahalleler kentsel dönüşüme uğramıştır. Bu yolla mevcut doku bozulmuş, geniş caddeler açılarak özgün doku kontrolsüzce değiştirilmiştir (Görsel 16). Zorunlu olarak göç edenlerin bıraktıkları yerler iktidar ve sermaye tarafından “çitlenmiştir”.
Dar gelirliler için konut üretmek amacıyla kurulan TOKİ* aracılığıyla kamu mülkiyetindeki araziler özel mülkiyete devredilmiş, ihtiyaç olmayan büyük ölçekli projeler inşa edilmiştir. Bölgedeki çoğu arazi eski yerleşimlerden kat be kat büyüyecek biçimde imara açılmıştır. Özellikle tarım alanları yok edilmiştir.
Kentsel toplumsal muhalefetin zayıflamasına neden olan bu yıkım ve göçler sonrasında inşa edilen yeni yapılarla yıllara dayalı kültürel çeşitlilik yok sayılmıştır. Tarihi dokudaki yeni yapılaşmalar mevcut kültürün uydurma birer kopyasıdır (Görsel 17). Yeni imara açılan yerlerdeki TOKİ konutları da tek tip bir yaşamın dayatıldığı, bölgenin kültürünü de tek tipleştiren uygulamalardır (Görsel 18).
Kültürel tek tipleşmenin yanı sıra coğrafi ve toplumsal eşitsizlikler de yeniden üretilmeye devam edilmektedir. Suriçi’ndeki 7bin yıllık yerleşimin Hevsel Bahçeleri ile kurduğu ilişki, peyzaj düzenlemesi adı altında imara açılmıştır (Görsel 19).
“Özel proje alanı” olarak ilan edilen ve kamuya açıklanmadan gerçekleştirilen bu proje dava konusu olmuş ve proje iptal edilmiştir, ancak inşaat halen devam etmektedir (6) (Nisan 2019) (Görsel 19). Bölge ICOMOS’un* ifadesi ile “miras@risk” (risk altındaki miras) tanımını maalesef her yönüyle karşılamaktadır.
Tüm bunlar olurken ben ve benim gibi kültürel değerleri dert edinen araştırmacılar, olan bitene seyirci kalamazdık. Devletin ve UNESCO’nun uluslararası sözleşmelerden doğan sorumluluklarını yerine getirmediklerini görünce, barış ve yaşam savunucusu 68 adet kurum bir araya gelme kararı verdik.
Hep birlikte 19 Temmuz 2016’da UNESCO Karşı Forum’u düzenledik (7) (Görsel 20). Forumun sonunda doğal ve kültürel varlıklara yönelik bu yıkımın ancak ve sadece toplumsal dayanışmayla örgütlenen halk tarafından engellenebileceğini, yaşamın ve bizi bir arada geleceğe taşıyan değerlerin ancak bunları üreten halkların el ele verip koruma altına alması suretiyle yaşatabileceğini ifade ettik.
Bir yurttaş ve bu alanda çalışan, olanlara yerinde canlı tanıklık eden bir koruma uzmanı-mimar olarak, kendi sorumluluğumu yerine getirmek kadar, devletin bu konulardaki görevini yapmasını beklediğimi ifade etmem de asli sorumluluğumdur.
Bir araştırmacı olarak elbette sadece kısıtlı veya belirli bir bölgede çalışmıyorum. Kültürel değerleri üretenlerin dili, dini, milliyeti neresi olursa olsun; değerlerin konumlandığı coğrafi sınırlar devletler tarafından nasıl çizilirse çizilsin hepsini evrensel önemde, toplumsal bellek ve zenginliğimiz olarak görüyor, ayırt etmeksizin korunması için çaba sarf ediyorum.
Bu nedenle ister Diyarbakır’daki Suriçi, ister baraj altında kalacak olan Hasankeyf, isterse de İstanbul’daki Tarihi Yarımada veya dünyanın başka bir yeri, hiç fark etmeyecek şekilde benim mesleki sorumluluk alanıma girer (Görsel 21-23). Dolayısıyla tek yönlü ideolojik dayatmalara bağlı müdahaleler yoluyla kültürel değerlerin yok edilmeleri karşısında benzer bir şekilde konum alıyorum.
Duymuşsunuzdur, şu an biz akademisyenleri suçlayan bu iddianamenin savcısı İsmet Bozkurt 17 Mart 2019 tarihli Cumhuriyet Gazetesi haberine göre görevinden alındı (8). Haberde “...açığa alınan savcıların tahkikat aşamasını yürüttükleri FETÖ dosyalarında para karşılığında şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verdikleri...” iddia ediliyor.
Diğer yandan her ne hikmetse Savcı İsmet Bozkurt ile sadece bu iddianame nedeniyle değil, korunması için yıllardır emek verdiğim bir başka kültürel miras vesilesiyle de karşı karşıya geldim. Savcı İsmet Bozkurt, İstanbul’daki Haliç Tersaneleri’nin sermaye lehine dönüşümünün projesi olan Haliç Port’un (yeni adıyla Tersane İstanbul) yap-işlet-devret yoluyla yüklenicisi olan Fettah Tamince ile yakından ilişkiliymiş (9).
Şöyle ki, 17 Mart 2019 tarihli Evrensel Gazetesi’nin haberine göre, Savcı “...Rixos otellerinin sahibi olan ve bir dönem "Fethullahçılar" içerisinde yer aldığını itiraf eden Fettah Tamince hakkında da, “kovuşturmaya yer yoktur” kararı veren” kişiymiş (9). Bu da demek oluyor ki, Savcı İsmet Bozkurt kamu adına görevlendirilmiş olduğu halde, görevi başında, mali, siyasi, mesleki menfaatlerini kişisel çıkarları için kullandığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılan bir meslek insanıymış.
Savcı İsmet Bozkurt nasıl bir iddianame ile yargılanacak, hatta yargılanacak mı merakla takip ediyor olacağım.
2. Bu iddianame ile bizler tek tek suçlanırken aslında bilimin; itaatsiz, ezilen ve sömürülenin yararına olacak biçimde ve her koşulda hakikatin peşinde üretilme çabaları bastırılmak niyetindedir.
Ben bugün burada Gül Köksal olarak karşınızda duruyor olsam da, gerek bu salonda, gerekse de İstanbul ve ülkenin farklı ağır ceza mahkemelerinde yargılanan yüzlerce barış akademisyeni ve barış savunucusundan biri olarak buradayım.
Bilimsel üretim sadece Türkiye’de değil, dünyanın çoğu yerinde de mevcut kapitalist üretim ilişkileri içinde iktidar ve sermayenin emrinde veya bu güçlere karşı gel(e)meden yapılıyor. Ancak bilimsel üretim, bizim gibi bilimin itaatsiz olması gerektiğine inanan kişiler tarafından başka türlü de gerçekleştirilebiliyor.
Bu üretim, istisnasız tüm canlıların ve yaşamın lehine, siyasal iktidarların ve tek yönlü ideolojik yaklaşımlarının dışında durarak, her türlü fikri tartışmaya açık, gerçekleri araştırma, hakikatin bilgisini üretme, üretilen bilgiyi paylaşma ve toplumsallaştırma gayesini güdüyor. Dolayısı ile birer bilim emekçisi olarak varoluşsal anlamımızı ve üretim biçimimizi yargılamaya niyetlenen bu iddianameyi kabul etmemiz de mümkün olamaz.
Sonuç olarak bu iddianameyle, eleştirel bilim, barış, düşünce ve ifade özgürlüğü talepleri yargılanmaktadır. Oysa ki asırlara dayalı kadim değerlerimizi yaşatmak ve yenilerini üretebilmek için bunların tesisi bir zorunluluktur. Bunu ısrarla talep etmek hepimizin görevidir. Tek taraflı bir bakış açısı ile hazırlanan bu iddianamede yer alan suçlamaların kabul edilebilecek bir tarafı yoktur ve ivedilikle beraat kararı verilmelidir. Bu karar başka bir yaşamın inşası adına önemli bir adım olacaktır...
(GK/TP)
* Gül Köksal'ın savunmasında geçen görsellere ulaşmak için tıklayın.
Metindeki kısaltmalar (*):
ICOMOS: (International Council on Monuments and Sites) Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi.
TMMOB: Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği.
TOKİ: Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı, sosyal konut üretimi için kurulmuş olan bir kamu kuruluşudur. 1984 yılında Genel İdare dışında Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı kurulmuştur).
UNESCO: (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization) Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü.
Metin kaynakları:
(Tüm web kaynakları için izleme tarihi: 02 Haziran 2019)
- “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”, Kabul tarihi: 07 Kasım 1982. https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf
- “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu”, Resmi Gazete Tarihi: 23 Temmuz 1983. http://www.mevzuat.gov.tr/Metin1.Aspx?MevzuatKod=1.5.2863&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=&Tur=1&Tertip=5&No=2863
- Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, Teftiş Kurulu Başkanlığı, “Silahlı Bir Çatışma Halinde Kültür Mallarının Korunmasına Dair Sözleşme”, La Haye, 14 Mayıs 1954. http://teftis.kulturturizm.gov.tr/TR-14270/silahli-bir-catisma-halinde-kultur-mallarinin-korunmasi-.html
- “Diyarbakır Kadın ve Aile Sorunları ve Çözüm Önerileri Projesi”, Diyarbakır İş Kadınları Derneği, http://www.dikad.com.tr/2018/09/03/diyarbakir-kadin-ve-aile-sorunlari-ve-cozum-onerileri-projesi/
- Politeknik (2016) “İnşaat Mühendislerinden Yüksekova Raporu, Yıkım Van Depremi’nden Büyük”, http://politeknik.org.tr/insaat-muhendislerinden-yuksekova-raporu-yikim-van-depreminden-buyuk/
- Yeşil Gazete (2019), “Diyarbakır Kent Ormanı İmara Açıldı, Hevsel’e Millet Bahçesi”, 17 Mayıs 2019, https://yesilgazete.org/blog/2019/05/17/diyarbakir-kent-ormani-imara-acildi-hevsele-millet-bahcesi/
- Köksal, T. Gül (2016) “UNESCO Toplantısı ve UNESCO Karşı Forum’un Ardından”, Evrensel Gazetesi, 24 Temmuz 2016, https://kuzeyormanlari.org/2016/07/24/unesco-toplantisi-ve-unesco-karsi-forumun-ardindan/
- Cumhuriyet Gazetesi, 17 Mart 2019, “FETÖ Borsası Kurulduğu” İddiaları Üzerine İstanbul Adliyesi’nde İlginç Gelişmeler Yaşandı”, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1298472/_FETO_borsasi_kuruldugu__iddialari_uzerine_istanbul_adliyesinde_ilginc_gelismeler_yasandi.html
Evrensel Gazetesi, 17 Mart 2019, “İki Savcı “FETÖ” İle Para Pazarlığı Yaptığı İçin Açığa Alındı”, https://www.evrensel.net/haber/375774/iki-savci-feto-ile-para-pazarligi-yaptigi-icin-aciga-alindi.