Türk-Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. Berke Özenç’in Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Savunmama başlarken öncelikle iddianamede yer alan, birbiriyle ve benimle ilgili olmayan bazı varsayımlara ve hatalara değinmek istiyorum. Örneğin iddianamede; bildiriyi talimatla imzaladığım gibi varsayımsal ya da yargılanmış olduğu davada beraat etmiş bir öğretim üyesinin terör örgütü propagandası yaptığının ileri sürülmesinde olduğu gibi yanlış iddialar yer almaktadır.
Maddi gerçeklerle hiçbir bağlantısı olmayan bu tür iddiaların yargılama sürecinde heyetiniz tarafından dikkate alınmayacağına inanıyorum. Dolayısıyla bugün, iddianamenin bütününü etkilediğini düşündüğüm bazı temel iddialara yanıt vermeye çalışacağım.
İlk olarak, bildiride yer alan devlete yönelik eleştirilere dair iddianame savcısının bir saptamasına değinmek istiyorum. İddianamede, “devleti gayri meşru yıkıcı bir güç olarak tasvir etmekle” suçlanmaktayım.
Benim, modern devletin ortaya çıkışını ve hukuk devleti olarak örgütlenme sürecini incelediğim doktora tezimde, tam da bu konuyla bağlantılı olarak şöyle bir başlık yer alır: modern devletin ayırt edici özelliği olarak meşru şiddet tekeli.[1]
Max Weber tarafından ortaya konan, iddianame savcısı gibi benim de katıldığım bu tanımda, modern devletin, modern öncesi siyasi iktidar tiplerinden, fiziki şiddeti özgün bir tarzda kullanabilme kapasitesiyle farklılaştığı ileri sürülür. Gerçekten de modern devletin temel iddialarından biri, fiziki şiddetin yalnızca devletin izin ve yetki verdiği ölçüde kullanılabileceği bir düzen yaratmaktır.[2]
Fakat Weber’in bu tanımında yer alan bir kelime özel bir dikkati hak eder. Weber, şiddet tekelinden değil, meşru şiddet tekelinden söz eder. İddianame savcısının göz ardı ettiği husus tam da bu önemli ayrıntıdır. Devletin sahip olduğu şiddet tekelinin meşruiyeti açısından belirli koşulların varlığı gerekir. Yine Weber’in vurguladığı üzere, modern siyasi iktidar, otoritesini yasal-rasyonel bir meşruiyet zeminine dayandırır.[3]
Yasal-rasyonel meşruiyet de devletin bir hukuk devleti olarak örgütlenmesinde somutlaşır. Hukuk devleti, devletin gerçekleştirdiği tüm eylem ve işlemlerin hukuka uygun olacağına ve özellikle devlet personelinin bu hukuk kurallarına uyacağına dair vaattir özünde.
Hukuk devleti olarak yönetme vaadi, 1982 Anayasası’nın cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen 2. maddesinde açıkça yer alır.[4]
Dolayısıyla, bu bildiride olduğu gibi, devleti, hukuka uygun davranmaya davet eden eleştiriler, devletin gayri meşru olduğunu ileri sürmek anlamına gelmez. Bu tür eleştiriler, hukuk devleti olarak yönetme vaadinin yerine getirilmesine yönelik bir çağrıdır. Bu noktada bir hususun daha altı çizilmelidir.
Hukuk devleti olarak yönetme vaadi, bu iddianamenin bütününde gözlemlendiği gibi, devlet kurumları ve personelinin hukuka uygun davrandıklarına ya da davranacaklarına dair bir ön kabul üzerine kurulu değildir.
Aksine devlet kurumları ya da personelinin keyfi veya hukuka aykırı davranabileceği, hukuk düzenlerinin en temel ön kabullerinden birini oluşturur ve hukuk devleti ilkesi, bu tehlikeyi engellemek ya da sonuçlarını ortadan kaldırmak için yasama, yürütme ve yargı düzeyinde çeşitli güvencelerin kurumsallaştırılmasını gerektirir.
Bu doğrultuda, siyasi iktidarın keyfi kullanımını önlemeyi amaçlayan anayasalar ve devlet personelinin sahip olduğu yetkileri kötüye kullanmasını engellemek amacıyla pek çok suçu düzenleyen ceza kanunları, toplumsal mücadeleler sonucunda şekillenen ama bizatihi devlet tarafından yürütülen hukuk düzenlerinin, Türkiye’de olduğu gibi, asli birer unsurunu oluşturur.
Hukuk devleti ilkesinin, bu iddianame açısından önem taşıyan temel bir öğesi de hukuk güvenliğidir. Bir düzenlemenin açık, anlaşılabilir ve belirli olması sayesinde, bireylerin davranışlarının sonuçlarını öngörebilmelerine imkân veren hukuk güvenliği ilkesi, ceza hukuku açısından, 1982 Anayasası’nda ve Türk Ceza Kanunu’nda güvence altına alınan suçta ve cezada kanunilik ilkesinde somutlaşır.[5]
Bu bağlamda şahsıma isnat edilen terör örgütü propagandası suçu uyarınca cezalandırılmamın, suçta ve cezada kanunilik ilkesine aykırı olacağını belirtmek istiyorum.
Her ne kadar hâlihazırda tarafıma bir suç olarak isnat edilmiş olmasa da kovuşturma kapsamında adalet bakanlığından soruşturma izni talep edilen, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinde düzenlenen devlet kurumlarını aşağılama suçu açısından da aynı durumun geçerli olduğunu düşünüyorum.
Bilindiği gibi devletin kurum ve organlarını aşağılama suçu ile terör örgütü propagandası suçu; eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamalarının cezalandırılmasına olanak tanımayacak şekilde 2008 ve 2013 yıllarında değişikliğe uğramıştır. Kanun koyucu, değişiklik gerekçelerinde ifade özgürlüğünün korunmasını ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi içtihadına uyumu iki esas amaç olarak ortaya koymuştur.[6]
İnsan Hakları Mahkemesinin ve Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre ifade özgürlüğü öncelikle devleti veya nüfusun herhangi bir kesimini inciten, şok eden ya da rahatsız eden görüşleri korur[7] ve özellikle devlet organları ve hükümetler, sahip oldukları kamu gücünden dolayı kendilerine yönelik en ağır eleştirileri bile hoşgörü ile karşılamak zorundadır.[8]
Terör örgütü propagandası suçu, sözünü ettiğim değişiklikler sonucunda görece net bir içeriğe kavuşturulmuş, suç tipinin somut öğeleri madde metnine eklenmiş ve bir eylemin suç olarak nitelendirilmesi için bu öğelerin varlığının tespit edilmesi zorunluluğu, Yargıtay içtihatları ile yerleşik hale gelmiştir.[9]
Bu kapsamda, bir terör örgütünün cebir ya da tehdit içeren eylemlerinin övülmesi, meşru gösterilmesi ya da bu tür yöntemlere başvurmanın teşvik edilmesi, suçun maddi unsurları olarak kabul edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi de geçtiğimiz hafta verdiği Ayşe Çelik kararında, bir televizyon programındaki açıklamaları nedeniyle terör örgütü propagandası suçundan ceza alan başvurucunun ifade özgürlüğünün ihlal edildiğini tespit ederken, bu hususun altını özellikle çizmiştir.[10]
İmzalamış olduğum bildiri metninin içeriği incelendiğinde herhangi bir terör örgütünün eylemlerinin övülmesinin ya da meşru gösterilmesinin söz konusu olmadığı, zaten herhangi bir terör örgütünün adının dahi metinde yer almadığı ilk göze çarpan husustur.
Anayasa Mahkemesinin de yerleşik içtihadında vurguladığı üzere bir metnin, bazı bölümleri cımbızlanarak değil, bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekir ve bu bağlamda şiddeti övmeyen ya da kişileri şiddet kullanmaya, nefrete, intikam almaya veya silahlı direnişe tahrik ve teşvik etmeyen görüşler ifade özgürlüğünün koruması altında yer alır.[11]
Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin yine Ayşe Çelik kararında vurguladığı üzere, daha fazla özgürlük talebine ya da ülke yönetim biçiminin eleştirisine yönelik düşüncelerin açıklanması, şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler içermemesi ve terör suçlarının işlenmesi tehlikesine yol açmaması kaydıyla, ifade özgürlüğünün koruması altındadır.
Sarf edilen bazı görüş ve ifadeler kamu gücünü kullanan organlar nazarında incitici, yaralayıcı ve kabul edilemez görülse bile hukukun üstünlüğüne dayanılarak oluşturulan demokratik bir toplumda, kurulu düzene karşı çıkan veya başta kamu gücünü kullanan organların eylemlerini eleştiren fikirler serbestçe açıklanmalıdır.[12]
Bildiri bu perspektifle incelendiğinde, insan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılmasını ve soruşturulmasını talep etmekte, şiddet övgüsü içermemekte, aksine barış ve huzur ortamının tesisini hedeflemektedir. Kısacası Bildiri’nin konusu devlet kurumlarına yönelik eleştirilerdir.
Terör örgütü propagandası suçunun lafzı dikkate alındığında, suç tipi açısından sayılan öğeleri karşılamayan bir bildiri nedeniyle cezalandırılmam, suçta ve cezada kanunilik ilkesine, dolayısıyla Ceza Kanunu’nun temel mantığına aykırıdır. Bildiri nedeniyle cezalandırılmam, suç tipinde yer almayan unsurların kıyas yoluyla uygulanması ile mümkün olabilir ki böyle bir yaklaşım, yine Ceza Kanunu’nda yer alan kıyas yasağının da ihlalini oluşturur.[13]
Aynı şekilde, eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamalarının suç oluşturmayacağının açıkça öngörüldüğü TCK’nın 301. maddesinin hakkımda uygulanması da suçta ve cezada kanunilik ilkesini ihlal eder; çünkü Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadı uyarınca, bu madde hâlihazırda zımnen ilga olmuştur.
Anayasa Mahkemesinin içtihadının dayanağı Anayasa’nın 90. maddesinin 5. fıkrasıdır.[14] Bu düzenlemeye göre, uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile ulusal kanunların çatışması halinde, sözleşme hükümleri esas alınır. Bu hüküm, çatışma durumunda uygulanacak normu gösteren emredici bir kuraldır. Bu hükümden hareketle Anayasa Mahkemesi, böyle bir çatışmanın varlığı halinde ulusal kanunların uygulanma kabiliyetini yitireceğini ve ulusal mahkemelerin de böylelikle zımnen ilga olan kanunlar yerine insan hakları sözleşmelerini esas alması gerektiğini ifade etmiştir.
Anayasa Mahkemesi bu kararlarında; ulusal mahkemelerin, bir çatışmanın varlığını incelerken İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi içtihadını dikkate almak zorunda olduğunu ve çatışma nedeniyle zımnen ilga olan kanunlara dayanarak hüküm kurulamayacağını; aksi yönde bir yargı kararının, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının temel koşulu olan “kanunilik” şartını karşılamayacağını ve Anayasa’yı ihlal edeceğini belirtmiştir.[15]
Bu çerçevede, 301. maddenin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile çatışma halinde olduğunun İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi tarafından 2011 yılında tespit edildiğini vurgulamak isterim. İnsan Hakları Mahkemesi, Taner Akçam v. Türkiye kararında, 301. maddenin, öngörülebilir bir kanun niteliği taşımadığını şu cümlelerle ortaya koymuştur:
“Ceza Kanunu’nun 301. maddesindeki kavramların kapsamı, yargı organlarının yorumladığı şekliyle, çok geniş ve muğlaktır ve bu nedenle madde, ifade özgürlüğü hakkının kullanımına yönelik süregiden bir tehdit oluşturmaktadır… Bu hüküm kapsamında açılan soruşturma ve kovuşturma sayısının da açıkça ortaya koyduğu üzere; incitici, şoke edici ya da rahatsız edici olarak değerlendirilen herhangi bir görüş veya düşünce, cumhuriyet savcılarınca kolaylıkla cezai soruşturmaya tabi tutulabilmektedir…
Ceza Kanunu’nun 301. maddesi, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarının gerektirdiği “kanun niteliği”ni karşılamamaktadır, çünkü maddenin kabul edilemez genişlikteki kavramları, bunların etkilerinin öngörülebilir olmaması sonucunu doğurmaktadır.”[16]
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin bu kararı göstermektedir ki 301. madde ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi arasında açık bir çatışma bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin biraz önce aktardığım yerleşik içtihadı uyarınca, bu çatışma nedeniyle zımnen ilga olan 301. maddenin yalnız şahsıma değil, hiç kimseye karşı uygulanma kabiliyeti bulunmamaktadır.
Buraya kadar hakkımdaki suç isnatlarının hukuki dayanaktan yoksun olduğunu açıklamaya çalıştım. İddianamede yer verilen bilgilerin pek çoğunun, savunmamın başında örnek verdiğim üzere varsayımsal ya da hatalı olması, iddianamenin hukuki gücünü daha da azaltmaktadır.
Aynı şekilde iddianamenin son bölümünde, hakkımdaki suçlamaların desteklenmesi amacıyla, dünyanın çeşitli ülkelerinden örnekler verilmesi de, ulusal hukuk açısından gösterilmeye çalışılan dayanakların yetersizliğinin hâlihazırda fark edilmiş olmasıyla açıklanabilir. İddianamenin son bölümünde “az gelişmiş ülkeler dâhil dünyanın neresinde olursa olsun”, bildiride yer alan görüşlerin, düşünce özgürlüğü ve eleştiri hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği ileri sürülmüştür. Fakat iddianamede örnek verilen ülkelerdeki yargısal içtihat incelendiğinde, tam aksi bir sonucun ortaya çıktığı görülür.
Nitekim iddianamede, örnek olarak aktarılan ülkelerde verilmiş hiçbir mahkeme kararına atıf yapılmamıştır. Savunmamın son bölümünde bildirinin, iddianame savcısının örnek verdiği ülkelerde ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirileceğini, mahkeme kararlarının ilgili paragraflarına doğrudan atıflarla açıklamaya çalışacağım.
Söz konusu ülkelerdeki mahkeme kararları incelendiğinde, ifade özgürlüğünün en az Türkiye’deki mahkemeler kadar özgürlükçü bir yaklaşımla yorumlandığının yanı sıra bu özgürlüğün, demokrasinin temel öğesi olan siyasi katılım ve çoğulculukla ilişkinin vurgulandığı görülür.
İlk olarak, IRA ile mücadele ettiği için örnek verilen Birleşik Krallık’ta, Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesinin yerleşik içtihadında ifade özgürlüğünün kapsamının nasıl ortaya konduğunu aktarmak istiyorum. Londra’daki Kraliyet Temyiz Mahkemesinin 2012 yılında verdiği bir kararda tekrarlanan bu temel içtihat şu şekildedir:
İfade özgürlüğü, kuşkusuz doğası itibariyle önemlidir: Bu özgürlük bizatihi sahip olduğu öz ve nitelik nedeniyle değerlidir. Fakat bu özgürlüğün, aynı zamanda araçsal olarak da önem taşıdığı iyi bilinen bir gerçektir. İfade özgürlüğü çok sayıda önemli amaca hizmet eder. İlk olarak, bireylerin toplum içinde kendi kapasitelerini gerçekleştirmelerini destekler.
İkinci olarak, gerçeğe ulaşmayı sağlayacak en sağlam yöntem, bir düşüncenin gücünün, ancak farklı düşünceler ile çatışma sonucunda kendini kabul ettirebilmesiyle ölçülmesidir. Üçüncü olarak ifade özgürlüğü, demokrasinin can suyudur.
Bilgi ve düşüncelerin serbestçe aktarımı, siyasi tartışmayı besler. Aynı zamanda ifade özgürlüğü bir güvenlik supabıdır: İnsanlar, kendi aleyhlerine olan kararları, eğer prensip olarak bu karara dair süreçleri etkileme olanağına sahipseler, çok daha kolay kabul edebilirler. Ayrıca bu özgürlük, iktidarın kamu otoriteleri tarafından kötüye kullanılmasına yönelik bir fren işlevi görür. Son olarak ifade özgürlüğü, ülke yönetimindeki ve adalet sistemindeki yanlışların açığa çıkarılmasını kolaylaştırır.[17]
ETA ile mücadele ettiği için örnek gösterilen İspanya’da Anayasa Mahkemesi, İspanya Anayasası’nın ifade, sanat ve bilim özgürlüğünün yanı sıra akademik özgürlüğü düzenleyen 20. maddesine dair 1990 yılında verdiği kararla, temel içtihadını oluşturmuştur.
Kararda vurgulandığı üzere bu dört özgürlük, yalnızca her bir yurttaşın temel haklarını oluşturmaz. Bu özgürlükler ayrıca temel bir politik kurum olan özgür kamuoyunun tanınması ve güvence altına alınmasını kapsar.
Özgür kamuoyu, demokratik bir devletin işleyebilmesi için zorunlu bir koşul ve temel bir değer olan siyasi çoğulculuk ile koparılmaz bir bağa sahiptir. İfade özgürlüğü, kamunun özgür iletişimini güvence altına alır ve bu güvence olmazsa, anayasada yer alan diğer haklar, hakiki bir içerikten yoksun kalır, halkın iradesini temsil eden kurumlar içi boş yapılara dönüşür ve hukuki-siyasi tüm düzenlemelerin temelini oluşturan ve anayasada da açıkça yer alan demokratik meşruiyet ilkesi tamamıyla zarar görür.[18]
İŞİD ile mücadele ettiği için örnek gösterilen Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Federal Yüksek Mahkeme’nin ifade özgürlüğüne dair içtihadı ise çok daha köklü ve kapsamlıdır.
Örneğin 1943 tarihli kararında Yüksek Mahkeme, farklı düşünme özgürlüğünün, büyük önem taşımayan konularla sınırlı olmadığını vurgulamıştır. Yüksek Mahkeme’ye göre böyle olsaydı, özgürlüğün ancak suretinden söz edilebilirdi.
Farklı düşünme hakkı ancak var olan düzenin kalbinde yer alan hususlarla ilgili olduğunda gerçek anlamını ortaya koyar. Yüksek Mahkeme’ye göre Birleşik Devletler’in anayasal düzeninin değişmez bir parçasından söz edilecekse, bu, üst ya da alt düzeydeki hiçbir kamu otoritesinin siyasete, milliyetçiliğe, dine ya da diğer görüşlere dair konularda, neyin doğru ve normal olduğunu belirleyemeyeceği veya yurttaşları, bu konulardaki inançlarını sözle ya da davranışla açığa vurmaya zorlayamayacağıdır.[19]
Yüksek Mahkeme, 1949 tarihli kararında ise ifade özgürlüğü ile ilgili olarak şu saptamaları yapar: Toplumumuzdaki sivil ve siyasî kurumların yaşaması, serbest tartışmaya bağlıdır. Hükümetin halk iradesine duyarlılığının devamı ve barışçı değişikliklerin gerçekleştirilmesi ancak, özgür müzâkere ve fikir alışverişi sayesinde mümkündür.
Dolayısıyla, özgürce konuşma hakkının varlığı ile düşüncelerin ve siyasi programların çeşitliliğini desteklemek, bizi totaliter rejimlerden ayıran temel farklardan biridir. Bu doğrultuda siyasi sistemimizde ifade özgürlüğünün bir işlevi de tartışmaya yol açmaktır. İfade özgürlüğü ancak bir huzursuzluk hâline sebep olduğunda, var olan şartlara karşı hoşnutsuzluk yarattığında ve hatta halkı öfkeye sevk ettiğinde nihai amacına en iyi şekilde hizmet etmiş olur.
İfade çok zaman tahrik edici ve meydan okuyucudur. Önyargılara ve yerleşik kabullere hücum edebilir ve bir fikrin kabulü yönünde propaganda yaptığında, muazzam denecek ölçüde sarsıcı ve tedirgin edici etkilere sahiptir. Tam da bu nedenle ifade özgürlüğü, toplumsal rahatsızlık, endişe veya huzursuzluğun çok ötesinde ciddi ve somut bir tehdide dair açık ve mevcut bir tehlike yaratma olasılığı ortaya konmadığı sürece, sansüre ve cezalandırmaya karşı, mutlak olmasa da koruma görür.[20]
Yüksek Mahkeme bu temel içtihadı doğrultusunda, bir mahkeme koridorunda “kahrolsun zorunlu askerlik” yazılı bir tişört giyilmesi[21] ve bir protesto eylemi sırasında Amerikan bayrağının yakılması[22] gibi provokatif eylemleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiştir.
Bayrak yakma eylemine dair 1989 tarihli kararında Yüksek Mahkeme’nin altını çizdiği husus şu olmuştur: “Eğer ifade özgürlüğünün dayandığı temel bir ilke varsa, bu, hükümetin bir düşüncenin ifade edilmesini sadece toplumun bu düşünceyi saldırgan ya da kabul edilemez bulması nedeniyle yasaklayamayacağıdır.”[23]
Savunmamı bitirirken, iddianamenin son bölümünde yer verilen ifade özgürlüğüne dair İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin içtihadına değinmek istiyorum.
Benim bildiğim kadarıyla, İnsan Hakları Mahkemesinin ifade özgürlüğüne dair içtihadı, iddianame savcısının ileri sürdüğünün aksine çoğulcu ve özgürlükçü bir içeriğe sahiptir.
İddianame savcısı, görüşünü oluştururken hiçbir karara atıf yapmadığı için saptamalarına tek tek yanıt vermem mümkün olmayacak, fakat tespit edebildiğim temel bir hataya değinmek istiyorum. İddianamede, İnsan Hakları Mahkemesi “dolaylı yoldan katliamı çağrıştıran Nazilik yönündeki ithamları dahi reddeder” şeklinde bir ifade yer almaktadır.
Oysa 31 Ocak 2006 yılında verilen Giniewski v. Fransa kararı, İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadının aksi yönde olduğunu ortaya koyar. Kararın konusu, bir Fransız gazetecinin, dönemin papası 2. John Paul tarafından yayınlanan bir genelgeye dair eleştirel makalesidir.
Gazeteci bu makalesinde, Katolik Kilisesi’ne ait bazı öğretileri eleştirmiş, bu öğretilerle Nazi Soykırımı arasında bir ilişki olduğunu, bu öğretilerin soykırıma giden yolun taşlarını döşediğini ileri sürmüş ve hakkında açılan dava sonucunda para cezasına çarptırılmıştır.
İnsan Hakları Mahkemesi ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumdaki önemini dikkate alarak bu para cezasının dahi ifade özgürlüğünü ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır.
Mahkeme’ye göre dava konusu makalede ileri sürülen görüşler, soykırımın ardında yatan nedenleri tartışmaya açmakta ve bu tartışmalar, demokratik bir toplumda kamu yararını ilgilendirmektedir.[24] Görüldüğü üzere, kutsal nitelikteki dini öğretilerin ve dini bir kurumun dahi soykırımla bağlantılı olarak Nazilerle ilişkilendirilmesi, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi tarafından ifade özgürlüğü kapsamında görülebilmiştir.
Son söz olarak, Anayasa Mahkemesi’nin geçtiğimiz hafta verdiği Ayşe Çelik kararının yanı sıra, bildiriyi imzalarken terör örgütü propagandası yapmak veya devlet kurumlarını aşağılamak gibi bir kastımın olmadığının heyetinizin yapacağı değerlendirmede göz önünde bulundurulmasını ve beraatımı talep ediyorum. (BÖ/TP)
[1] Berke Özenç, Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi, İletişim, 2014, s. 123.
[2] Aynı Eser, s. 124.
[3] Aynı Eser, s. 204.
[4] 1982 Anayasası, Madde 2; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
[5] 1982 Anayasası, Madde 38; Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Türk Ceza Kanunu, Madde 2/1; Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz.
[6] Adalet Komisyonu, Esas Komisyon Raporu Sırasayısı: 215, 18.4.2008, s. 2-3; Adalet Komisyonu, Esas Komisyon Raporu Sırasayısı: 445, 29.3.2013, s. 7, https://www.tbmm.gov.tr.
[7] İHAM, Handyside v. Birleşik Krallık, 5493/72, 07.12.1976, § 49; AYM, Mehmet Ali Aydın Başvurusu, 2013/9343, 04.06.2015, § 69.
[8] İHAM, Castells v. İspanya, 11798/85, 23.04.1992, § 46; AYM, Bekir Coşkun Başvurusu, 2014/12151, 04.06.2015, § 66.
[9] Yargıtay 16. Ceza Dairesi, E. 2015/2134, K. 2015/2304, 11.06.2015; E. 2015/2742, K. 2015/2316, 17.07.2015.
[10] AYM, Ayşe Çelik Başvurusu, 2017/36722, 9.5.2019, § 43.
[11] Fatih Taş Başvurusu, 2013/1461, 12.11.2014, § 106; Mehmet Ali Aydın Başvurusu, 2013/9343, 04.06.2015, § 82.
[12] AYM, Ayşe Çelik Başvurusu, 2017/36722, 9.5.2019, § 44, 53.
[13] Türk Ceza Kanunu, Madde 2/3; Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.
[14] 1982 Anayasası, Madde 90/5; Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.
[15] AYM, Sevim Akat Ekşi Başvurusu, 2013/2187, 19.12.2013, § 44-47. Aynı yönde bkz. Gülsüm Genç Başvurusu, 2013/4439, 6.3.2014, § 39; Adalet Mehtap Buluryer Başvurusu, 2013/5447, 16.10.2014, § 47; Neşe Aslanbay Akbıyık Başvurusu, 2014/5836, 16.4.2015, § 44.
[16] İHAM, Taner Akçam v. Türkiye, 27520/07, 25.10.2011, § 93-95.
[17] High Court, Queen’s Bench Division, Case No: CO/9556/2011, 11.1.2012, § 39. https://www.judiciary.uk
[18] Kararın İngilizce çevirisi için bkz. Tribunal Constitucional de España, No. 20/1990, 15.2.1990, § 4/a. http://hj.tribunalconstitucional.es/en
[19] West Virginia State Board of Education v. Barnette, 319 U.S. 624 (1943), s. 642.
[20] Terminiello v. Chicago, 337 U.S. 1 (1949), s. 4.
[21] Cohen v. California, 403 U.S. 15 (1971).
[22] Texas v. Johnson, 491 U.S. 397 (1989).
[23] Aynı Karar, s. 414.
[24] İHAM, Giniewski v. France, 64016/00, 31.1.2006, § 43-56.