Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sosyoloji Bölümünden doktora öğrencisi B.M'nin Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 30. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Devam eden doktora tezim şiddet üzerine. Barış bildirisini de Türkiye’deki şiddetin son bulması için imzaladım. Tüm hayatım, Türkiye’deki politik şiddete tanık olarak geçti.
Akademik tefekkürümün önemli bir kısmı da bu politik şiddetin nedenini anlamaya, bunu analiz etmeye çalışarak geçiyor. Bugün, imzaladığım için yargılandığım bildiriyi de şiddetin son bulması ve barış için imzaladım.
İddianamede gerçeküstü akıl yürütmelerle oluşturulmuş suçlamalar bulunuyor. İddianame boyunca, birbiriyle hiçbir bağı olmayan bir sürü olay sıralanıp, fantastik bir kurgu oluşturulmuş durumda.
Bu sıralanan olayların ve kurgunun bildiriyle ve imzamla arasında hiçbir bağ kurulma ihtiyacı dahi hissedilmemiş ve “anlaşıldı” gibi çıkarımlarla “hukuki” bir yargıya varılmış. Herhangi bir kanıta dayanmayan ve dayanaktan yoksun suçlamalar karşısında, benden de suçlu olmadığımı kanıtlamam dahi beklenmiyor. Bu kurguya bakıldığında, ceza alacağım kuvvetle muhtemel görünüyor.
İddianamenin hazırlanışındaki özensizlik, “Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde görevli” olduğum bilgi hatasıyla da anlaşılıyor.
Ben, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde, sadece bir doktora öğrencisi olmam dolayısıyla, bu iddianamenin de kopyala-yapıştır bir yolla hiçbir özen gösterilmeden hazırlandığı açıktır.
Bunu bir maddi hata, dikkatten kaçmış bir unsur olarak görebiliriz. Ama imzaladığım Türkçe metnin İngilizcesi'nin iddianameye konulup, bir de bunun tekrar Türkçeye çevrildiğini, bazı ifadelerin bilinçli ve art niyetli bir şekilde çarpıtıldığını gördüğümüzde, bu hatalar ve çarpıtmalar silsilesinin bilinçli olarak yapıldığı anlaşılabilir.
Örneğin, İddianamede İngilizce metin konulmuş ve “the Kurdish provinces”, yani Kürt illeri/bölgeleri, ifadesi yanlış bir şekilde Türkçe’ye “Kürdistan İlleri” olarak çevrilmiş ve bu tahrif edilmiş çeviriden bir suç yaratılmış.
Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Chris Stephenson’ın bu iddianamenin hazırlanmasından çok önce beraat ettiği bir olayın, neden iddianamemde olduğunu mantıkla açıklamak bir hayli zor.
Ya da imzaladığım bildirinin yayınlanmasından sonra, “bazı yabancı kuruluşlar(ın), daha önceden Türkiye’de yapmayı planladıkları etkinlik ya da organizasyonları” iptal etmesinin benimle ve imzaladığım bildiriyle nasıl bir neden-sonuç ilişkisinin bulunduğu, hukuki ve mantıki bir bakışla kavranamaz.
Ama iddianameyi bir bütün olarak, hukuka dayanmayan, bir kanaat oluşturup buradan cezalandırılmamızı arzuladığı düşünülünce bunların bilinçli olarak oluşturulduğu anlaşılmaktadır.
Bu ve bunun gibi vahim hatalar, benden önceki ifadelerde açık bir şekilde ifade edilmişti. Avukatım da hukuki itirazları yapacaktır. Ben, kısaca neden barış bildirisini imzaladığımı açıklamaya çalışacağım.
Çocukluğum, çözüm süreci ve öncesinde de bizzat Adalet ve Kalkınma Partisi yöneticilerinin de “1990’lar” diye kodladığı dönemde, Diyarbakır ve çevresinde geçti.
Gündelik hayatta şiddet, biz sivillerin hayatını doğrudan etkileyen şekilde görülüyordu. Devlet, elbette hukuk çerçevesinde, suç ve suçlu saydığı insanlarla mücadele edebilir. “90”larda olan, sivillere de taşan ve onları büyük oranda mağdur eden uygulamaların tanığıyım.
Bu tanıklıktan sonra, bildiriye konu olan Cizre, Nusaybin ve Sur gibi yerlerde sivillerin maruz kaldığı şiddet ve mağduriyete ses çıkarmamak, tanıklığımın inkârı olacaktı. Bir hukuk devletinde, imzaladığım bildiride genel olarak değinilen iddiaların, ayrıntılı bir şekilde soruşturulması gerekiyordu.
“Sözkonusu bildiriye imza atan akademisyenler, (…) onur kırıcı ifadeler içeren, hakikatleri ters yüz ederek ve çarpıtarak sunan bir bildiri metni hazırlamak suretiyle terör örgütü propagandası yapmışlar, suç işlemişlerdir,” denilmiş. Ama geçen zaman, bizim iddialarımızın doğru olduğunu gösterdi.
İki hafta önce gittiğim Diyarbakır Sur ilçesi büyük oranda yıkılmış, orada yaşayanlar başka yerlere göç etmiş durumda. Bizim iddialarımız devlet kademelerindeki yöneticilerce de kabul edilen olgular.
27 Şubat 2016 tarihinde dönemin Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu yaptığı açıklamada Sur, Cizre, Silopi gibi yerlerde yapılan operasyonlarda Türkiye`nin değişik illerine “Şu ana kadar 355 bin vatandaşımız evlerinden farklı yerlere gitmiş” dedi.
“TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerine göre, ilk sokağa çıkma yasağı ilan edilen tarih olan 16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 tarihleri arasında en az 338 sivil sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde, ilgili çatışma ortamlarında yaşamlarını yitirmiştir. Bu kişilerden; 78’i çocuk, 69’u kadın ve 30’u 60 yaşın üzerindedir”.
Böyle bir tablo karşısında kime çağrıda bulunmam beklenmektedir?
Deprem gibi doğal bir afet olduğunda dahi muhatap devlettir. Devlet, depremin sebebi değildir. Fakat gerek deprem öncesinde, verilen imar izinleri, kontrolsüz inşaatlar vb.; deprem sonrasında, sivillerin sağlık ve barınma hakkının karşılanması, yapılaşma sırasında ihmali ve sorumluluğu olanların yargı süreçleri, devletin sorumluluğundadır.
Hendekler döneminde, devletin olaylara müdahalesinde de meydana gelen sivil can kayıpları, yerinden edilmeler gibi oluşan insan hakları ihlallerinde muhatap da başvurulacak mercii de devlettir.
İddianamenin temeli olan, isimlerinden, varlıklarından haberimin olmadığı kişilerden talimat aldığımıza yönelik tek söz, iddianamede geçtiği şekliyle, “22 Aralık 2015 tarihinde şüphelilere talimat mahiyetinde, “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın,” sözleri olduğunu öğrendim.
Burada insanın zekasıyla oynayan bu iddiaya temelde iki nokta üzerinden itirazım var. Evvela, savcının, arada nasıl bir neden-sonuç ilişkisi kurduğunu anlamak bir hayli güç.
Herhangi bir hukuki kanıta da dayanmıyor. Bildiri imzalanmadan önce bilmediğimiz, tanımadığımız aramızda herhangi bir organik ilişkinin olmadığı bir şahsın söyledikleriyle bizim imzamızın nasıl bir ilişkisi bulunmaktadır?
İddianamede buna dair kanıt teşkil edebilecek bir ifade yok. İkinci olarak, sözü geçen şahıs, akademisyenler devleti barış ve müzakereye çağıran bir bildiri yayınlasın dememektedir.
Yani, ismi geçen şahısın iddianamede aktarılan sözlerinde, imzaladığımız barış bildirisinin yayınlanmasına dair bir talimat barındırmamaktadır.
Son olarak, imzaladığım bildiri, bir barış bildirisidir ve bildirideki ifadeler anayasal ve uluslararası hukuk kapsamında hiçbir şekilde suç unsuru barındırmamaktadır.
Bundan dolayı beraatimı talep ettiğimi, iddianamedeki suçlamaların hiçbirisini kabul etmediğimi ifade etmek istiyorum. (BM / HA)