Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sosyoloji Bölümüden Yrd. Doç. Dr. Burak Onaran'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 30. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Bugün, TMK 7/2’ye dayanılarak tarafıma yöneltilmiş olan suçlamaya yanıt vermek üzere mahkeme huzurunda bulunuyorum. 2016 yılı Ocak ayında imzalamış olduğum bir bildiri nedeniyle savcılık makamı beni “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmakla” itham ediyor.
Mevzubahis metin, devlet adına yetki kullanan o dönemki hükümet ve kamu görevlilerinin en temel insan hak ve özgürlüklerini ihlal eden uygulamalarını eleştirmekte ve barış ikliminin egemen kılınması yolunda bir çağrıyı kamuoyuyla paylaşmaktadır.
Bir imza metninin yaşanan ihlalleri durdurmaya kadir olmadığı, barışı getirmeye kifayet etmeyeceği pek tabii malumumdu. Yine de bu sözleri dile getirmenin, mırıldanmadan söylemenin iki temel nedenle önemli olduğuna inanarak bildiriyi imzaladım.
Birincisi basın yoluyla tanık olduğum ağır ihlallerden ötürü bir vatandaş olarak vicdanen ve ahlaken sorumluluk hissediyor, en azından kamuoyunun dikkatinin bu ihlallere çekilmesi gerektiğini düşünüyordum. İkincisi, şiddetin en yüksek noktaya çıktığı, tek çözüm gibi dayatıldığı bir dönemde barışı hatırlamanın, hatırlatmanın, barışı ufkumuzda tutmak için gerekli olduğuna inanıyordum.
İddianameyi dikkatle okudum, ancak içinde herhangi bir örgüt ismi geçmeyen, herhangi bir örgütün herhangi bir eyleminden bahsetmeyen mevzubahis bildirinin nasıl olup da bir örgütün propagandası amacı güttüğüne kanaat getirildiğini kavramaya muvaffak olamadım.
Sırf hukuk mantığı çerçevesinde değerlendirildiğinde, imzalamış olduğum bildiriden bu sonucun çıkarılmasının mümkün olmadığını düşünüyorum.
Daha önce mahkemeye çıkmış pek çok meslektaşım, arkadaşım ve onların avukatları da savunmalarında iddianamenin çıkarımlarındaki hataları, mantıksal boşlukları, suçlamaların dayandırıldığı temellendirilmemiş ön kabulleri incelikli bir biçimde ortaya koydular.
İddianamenin hukuku ve mantığı alenen zorlamak suretiyle eleştiriyi terör propagandası olarak değerlendirdiğini izah ettiler. Kamu adına yetki kullanan siyasi hükümete ve kamu görevlilerine yönelik vatandaşların doğrudan ve sert eleştirilerde bulunma hakkının ulusal yasalarla, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerdeki maddelerle ve anayasa mahkemesi içtihadında mevcut kararlarla korunmakta olduğunu gösterdiler.
Bu açık hükümlere rağmen yargılanıyoruz; bunlar savunmalar sırasında tekrar ve tekrar ortaya konulmuş olmasına rağmen pek çok arkadaşımız ceza aldı, almaya devam ediyor. Hakkımızda düzenlenen iddianamenin hukuki niteliğini bir defa daha tartışmak değil amacım.
Kamu görevlileri ve hükümet politikalarının eleştirilemezliği anlayışına dayanan bir siyasi iklimin, kamuoyunu sessizleştirmeye, vatandaşlar arasındaki duygudaşlık bağını, dayanışmayı tahrip etmeye yönelik bir siyasi hedefin parçası olarak yargılandığımızı tespit etmek istiyorum sadece.
Aynı metne imza atmış ve tıpatıp aynı iddianame ile itham edilen akademisyenlere peyderpey dava açılması, davalarının ulusal ve uluslararası kamuoyunun dikkatinden kaçırılmak için ayrı ayrı mahkemelerde görülmesi de hukuki pratiğin siyasi hassasiyetleri önceleyerek biçimlendirildiğini ortaya koyan bir başka önemli işarettir.
2 bin 212 imzacıdan bugüne kadar 700’üne dava açıldı. Henüz mahkemeye çıkmamış meslektaşlarımız sıranın kendilerine gelmelerini beklerken 191 meslektaşımız hakkında hüküm verilmiş durumda. Prof. Dr. Füsun Üstel hocamız ise aynı davadan mahkûm edildiği cezası nedeniyle geçtiğimiz hafta hapse girdi.
İmzaladığımız metnin dava konusu olması ve bu davaların seyri bile tek başına adaletin koruması gereken temel insan haklarının ve temin etmesi gereken eşitlik ve öngörülebilirlik ilkelerinin, yani modern hukuk devletinin iki temel ilkesinin ağır biçimde zedelendiğini göstermektedir.
İnsan haklarına riayet, eşitlik ve öngörülebilirlik modern hukuk devletinin temelleridir. Ne yazık ki bu prensiplerin hemen hiçbir yerde kusursuz bir biçimde uygulandığı iddia edilemez. Dahası, etnik, dini ve politik görüş temelli pek çok ağır insan hakları ihlali ve ayrımcılık örneği modern devletlerin ve bu toprakların tarihinde mevcuttur.
Ne var ki tüm bu ayrımcılıkları, temel insan haklarını ihlal eden keyfi karar ve uygulamaları birer gelenek olarak görüp, olumlayarak kabul etmemiz veya alelade vakalar olarak sineye çekmemiz beklenemez. Buna itiraz etmekten vazgeçmek bir arada, barış içinde yaşama idealinden de vazgeçmek demektir.
Ne mutlu ki, her dönemde devlet adına işlenen “suçlara ortak olmayacaklarını” söz ve eylemleriyle gösterenler olmuştur.
1915’te “Ben valiyim eşkıya değil” sözlerini sarf ederek kendisine tebliğ edilen emirlere itaat etmeyen Ankara Valisi Mazhar Bey ya da 1942’de Varlık Vergisi gereği mükelleflerin çalışma kamplarına gönderilmesine itiraz eden Müfettiş Ekrem Türkay gibi devletin beka ve itibarının onun adına suç işleyerek korunmayacağını göstermiş olan saygın bürokratlar da vardır.
İmzaladığım metin vatandaşların yasalarla temin edilmiş olan özgürlük, yaşam ve güvenlik haklarına yönelik ihlalleri dile getirmekte ve bir arada, barış içinde, temel insan haklarına saygılı bir düzende yaşama talebini ifade etmektedir.
Sonuç olarak, herhangi bir örgüt propagandası unsuru ve hakaret ifadesi barındırmayan dava konusu metnin anayasayla korunan ifade özgürlüğü kapsamında görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çerçevede hakkımdaki tüm suçlamaları reddediyor ve beraatımı talep ediyorum. (BO / HA)