İstanbul Üniversitesi Çeviribilim Bölümünden emekli Öğr. Üyesi Turgay Kurultay'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın mahkeme heyeti,
Suçlamaya konu edilen bildiriyi imzalamam vicdanımın, vatandaşlığımın ve akademisyen olarak memleketin meselelerine karşı ilgimin sonucudur. Metinde bir suç unsuru yoktur. O dönemde yaşanan ağır insan hakları ihlalleri karşısında sessiz kalmayı vicdanıyla bağdaştıramayanların, sorumluluk alarak toplumla paylaştığı tepkilerini ve görüşlerini içeren bir metindir. Türlü suçlamalarla karşılaşma ihtimaline rağmen sorumluluğun gereğini yerine getiren, vatandaşın yaşam haklarına sahip çıkan ve barış özlemini dile getiren bir metindir. Yasalarımızdaki ve uluslararası sözleşme ve beyannamelerdeki ifade özgürlüğü hakkının kullanılmasıdır.
Ne yazık ki bu düşüncelerle imzalanmış bir metinden suç üretilmek isteniyor. Şiddete çağrı veya şiddete başvuran bir örgütün eylemlerini onaylamaya dönük herhangi bir ifade ve anlam içermeyen bir metin, büyük bir rahatlıkla terör propagandası safına sokulabiliyor. Aslında bu gibi tepki ve suçlamalara yabancı değiliz.
Devleti mutlaklaştıran siyasi çizgiler insan hakları ve barış taleplerinden hep rahatsızlık duymuş, karalama kampanyaları yürütmekten çekinmemiştir. Ülkemizde, dünyanın çeşitli yerlerinde ve insanlığın geçmişinde bunun sayısız örnekleri var.
Nitekim bu bildiri yayınlandığında hınç dolu tepkiler, aleni tehditler, fütursuz karalamalar ardı ardına gelmiş, bildiriye imza verenlere “terör sevici, hendekçi akademisyenler” gibi yaftalar yapıştırılmıştır.
Bu tablo ülkemizde barışın geleceği bakımından düşündürücüdür. Ama öte yandan, insan haklarını üstün tutan bir demokratik hukuk devletinden ve barıştan yana bir karşı sözün söylenmesinin ne kadar hayati bir yeri olduğunu da gösteriyor.
Bildirinin niçin tek taraflı olduğu soruluyor. Teröre karşı mücadelede insan haklarının vurgulanması ve barıştan yana çözümler talep edilmesi silahlı örgütün eylemlerini mazur göstermek gibi anlaşılıyor. Bu tür bir tepki geniş kitleler üzerinde de etkili olabiliyor.
Barışı savunmanın, yanlış anlaşılmadan sözünü söylemenin ne kadar zor olabileceğini yaşayarak öğreniyoruz.
Bunun açıklaması dilin gücünde yatıyor. Zira dil olgulara işaret etme, gerçeği dile getirme aracı değil sadece. Manipülasyıon ve demagoji aracı da.
Çoğu kez dilin harekete geçirdiği kalıp düşüncelerin farkına varılmıyor. Bu durumdan yararlanarak kitleleri etkilemek için de kolayca çarpıtmalar yapılabiliyor, söylenen söz başka yere çekilmeye çalışılıyor. Dilsel şartlanmışlığın olduğu yerde, farklı ve geniş ufuklu bakış açıları aykırı görünüyor.
Dilsel manipülasyonla zihinler bir ikileme zorlanıyor. Ya bizim politikalarımızı ve dilimizi benimsersin ya da seni karşı kampa sokarız deniyor. ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırı sonrasında ABD Başkanı George W. Bush’un tarihe kayıt düşülen bir beyanı bunun çarpıcı bir örneği.
Tüm dünya devletlerine ve bölgelerine seslenen bu siyasetçi şöyle diyordu: “Kararınızı verin. Ya bizimle birliktesiniz ya terörizmle birlikte.” Bu sözlerin tetiklediği savaş yüzbinlerin hayatına maloldu, terör sorunu çözülemediği gibi daha da katmerleşti ve karmaşıklaştı.
Şiddet ortamıyla gerilmiş toplumlarda sadece karşıtlıklar içinde düşünme tavrı yerleşiyor. Bunu değiştirmek de çok zor. Zor, çünkü sabah akşam propaganda marifetiyle kitlelere kalıp düşünceler zerk ediliyor, bunlar dilde kodlanıyor.
Hayatında silahlı hiçbir eyleme iyi bakmamış, yazıp çizdikleri ortada duran, toplumsal diyalog, empati ve barış isteğinin dışına çıkan tek satırı bulunmayan insanlar bile sanki terör örgütü propagandasını yapmış gibi algılanabiliyor, öyle gösterilebiliyor. Oysa gerçek bunun tam tersi. Devletin gücünün kullanılması sırasında hukuk sınırları içinde kalınmaması ve insan haklarının dikkate alınmaması siyasette şiddet sorununu aşmayı da engelliyor.
Dolayısıyla tam bir kısır döngüyle karşı karşıyayız. Aykırı görünen farklı bakış açılarının dile gelmesi, sözün serbestliği bunun için hayati önemde.
Ne var ki farklı düşünenleri hemen bir kampa ait ilan ettiğinizde elbette sesler de giderek kısılır. Barış bildirisi yayınlayan akademisyenlerin kültürel ve siyasal ortamlarda etkisizleştirilmesi kalıp düşüncelerde ve kısır döngüde ısrardır. Barış ve huzura arayan bu ülkeye yapılan bir kötülüktür.
Bu bildiriyle terör propagandası yaptığımızı ileri süren iddianame ne yazık ki bu kısır döngünün devamı niteliğinde.
Toplumda yerleşmiş kalıp düşünceler iddianameyi de yönlendiriyor. Hukukun diline değil, belli siyasi mecraların propagandasıyla kalıplaşmış dile uygun yazılmış bir metinle karşı karşıyayız. Yasaların getirdiği sınırlara ve metnin somut içeriğine göre bir düşünmenin ürünü değil.
Nitekim iddianame bildiri metninin kendisinde somut bir suç unsuru saptayamıyor, dayanaksız veya yanlış dayanaklarla gerekçelendirilmiş suçlamalar getiriyor. Yargılanan akademisyenlerin daha önce yaptıkları savunmalarda buna geniş ölçüde çeşitli cevaplar verildi. Şimdiye kadar okuduğum 5-6 savunma benim bakışımı da yansıtıyor.
Dilenirse savunma eki olarak dosyaya koyulabilir. İddianame hakkında kendi söyleyeceklerimi olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım. Özellikle de dil ve metin konusundaki yaklaşımıyla değerlendirmek istiyorum.
İddianame, bildiri metnini değerlendirirken; yakın geçmişi, konjonktürü, zamanlamayı göstererek ve bildirinin tek taraflı olmasını ileri sürerek metindeki sözlerin ardında bir niyet okuması yapıyor.
Esas olarak söylenen sözü değil, metinde söylenmeyen sözü suçlamasına dayanak gösteriyor. Bunu yaparken de bir metin çözümlemesi ve dil değerlendirmesi yürütüyor.
Bir metnin anlamı gerçekten de sadece sözün içeriğinde aranmaz. Bağlama, başka metinlerle ilişkisine, sözlerin anlamsal kapsamına ve çağrışımlarına bakılarak yorumlanması doğrudur.
Lafzın ve doğrudan metinden çıkan anlamın dışına uzanan bir metin yorumunun pozitif hukukta bir karşılığı var mıdır, onu hukukçulara bırakmak durumundayım. Ama bir dilbilimci gözüyle iddianamenin metin yorumunda nasıl bir yol izlediğine baktığımda gerçek bir değerlendirme değil savrukluk ve keyfilik görüyorum.
Metnin anlaşılması bakımından olayların geçmişinden, konjonktürden, zamanlamadan hareket edilmesinde bir sakınca yok, tersine kendimizi topluma anlatabilmek için de gerekli bunlar. Ne var ki iddianame tüm bu unsurları dar ve peşin bir algıyla değerlendirerek metnin anlamını tersine çeviriyor.
Bu durumda öncelikle bakılması gereken yer neresidir? Aylarca süren çatışmalarda, o kent ve kasabalarda yaşayan, iki ateş arasında kalan insanların uğradığı hak kayıpları ve yaşam hakkı ihlalleri ortadayken, bunlar metnin anlaşılmasında nasıl göz ardı edilebilir?
Hiçbir somut bağlantı bulunmayan bazı olaylar ve açıklamalar metnin bağlamı gibi nasıl sunulabilir?
İddianamede “Terör örgütü yöneticisinin talimatıyla uyumlu hareket edilmesi” iddiası özellikle iç acıtıcıdır. 40 yıldır kanayan bir yarayla ilgili akademisyenlerin söz almasını kriminalleştirmenin vahim bir örneğidir. Türkiye akademi dünyasında sözün hakkına sahip çıkan, alternatif düşünen, dolayısıyla akademinin en dinamik üyelerinin ifade özgürlükleri üzerinde açık bir baskı kurmadır.
İddianame bildiride imzası bulunan akademisyenlerin sesini kısma niyetini çok yalın biçimde ortaya koyuyor:
Bildiriyi imzaladığı için engellenen, işsiz kalan akademisyenlerin “dayanışma akademileri” başlığı altında yaptıkları faaliyetleri bile “kışkırtma” olarak niteliyor. ‘Sen damgalısın, artık öğrencilerle, toplumla şurada burada buluşup bilgi ve düşünce paylaşamazsın’ demiş oluyor. Toptan ve önyargılı suçlamayı bu derslerin içeriklerinden bağımsız olarak büyük bir rahatlıkla ortaya atıyor.
Hukuk devleti normları gelişmiş ülkelerde de bu tür açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği, yaptırıma tabi olduğu iddiasını da çok kez vurguluyor.
Birçoğu alanlarında uluslararası üne sahip yabancı bilim insanlarının barış bildirisi imzacılarına verdikleri desteği Türkiye aleyhine bir kampanyanın parçası olarak niteliyor. Bu kişilerin kendi ülkelerinde böyle bir bildiriye imza atamayacağını, ama Türkiye aleyhtarlığıyla buna destek verdiklerini ileri sürüyor.
Ne kadar gerçeklerden uzak ve dayanaksız bir iddia. Sözgelimi suçladığı insanlardan biri olan ünlü dilbilimci Noam Chomsky’nin ABD’nin uluslararası alanda işlediği suçlarla ilgili defalarca yaptığı sert açıklamalara bakmak yeterli. Ya da tanınmış Alman gazeteci Jürgen Todenhöfer’in AB ülkelerini de dahil ederek Batı ülkelerinin Irak’taki politikalarını ve askeri operasyonlarını suçlayarak, terörü daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği yönündeki açıklamalarını anabiliriz.
Bağımsız gazetecilik yapan Todenhöfer, IŞİD’in yönetimi altında kalan Musul’u kurtarma operasyonu sırasında kentin bombardımanla yerle bir edilmesini ve sivil ölümleri Avrupa’nın gündemine ısrarla taşımıştır.
Evet, bu kişiler de kendi toplumlarında bazı siyasi çevrelerin tepkisiyle, terörü cesaretlendirme suçlamasıyla karşılaştılar. Ancak hukuk aygıtı, tribünlerin diline itibar etmediği için, değil bir kovuşturma, bir incelemeye bile tabi tutulmadılar.
O ülkelerde hiçbir hukuk ihlali olmadığını söylemekten uzağım. İnsan hakları organizasyonları, uluslararası kamuoyu tüm dünyadaki ihlallere tepkisi vermezse bu tür ihlaller her yerde artma eğilimi gösterir.
İddianamenin sadece bizleri değil uluslararası ortak aklı ve değerleri de suçladığına tanık oluyoruz. İnsan Hakları Beyannamesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde imzası bulunan ülkemizi küçük düşürecek bu anlayış karşısında Türkiye bu değil demek istiyorum.
Bütün bu tablodan çıkan sonuç gayet açık. Susmamız, gördüklerimizi ve düşündüklerimizi toplumsal ortamda dile getirmememiz isteniyor. Bizler susunca bu ülke daha mı huzurlu bir yer olacak? Oysa tam da vicdanın ve ferasetin izinden gittiğimizde, bu konuda neler yapılabileceğini düşünmeye başladığımızda terörün ve silahın devre dışı kaldığı bir ülkeye doğru adımlar atabileceğiz.
Dilsel şartlanmadan dolayı aykırı gelen sözü söyleyenlerin sesleri geniş yankı bulmasa bile bu sözün söylenmiş olması değerlidir. Ve sadece vicdani bir görev olarak değil, ülkemizde toplumsal birlik duygusunun yok olup gitmemesi için de bu aykırı seslere ihtiyaç var.
O sesler, olayların ortasında kalan, vatandaşlık ve insan hakları göz ardı edilen bölge insanına ulaşmıştır; yalnız değilsiniz, ülkenin başka yerlerinde sizi düşünenler, sizin acınızla acı çekenler var denilmiştir.
Toplumsal birlikteliğin ve barışçı çözümün öncelikli anahtarı da bu duygusal dayanışmadadır. Ülkemizde, yakın coğrafyamızda ve dünyada gerilimin, ayrışmanın, çatışma eğiliminin ağır bastığı, dil dediğimiz unsurun iletişim yerine bastırma aracı haline getirildiği günümüz koşullarında barış özleminin de bir o kadar güçlü olduğuna inanıyorum.
Bu davalardan adalet bekliyor muyuz? Herkesin gözü önündeki çeşitli örneklere bakınca adalet umudu gittikçe azalıyor. 40 yıl önce yurt dışında yüksek öğrenimimi yarıda keserek ülkeme döndüm ve hiçbir zaman da başka bir ülkede yaşamayı düşünmedim. Ve burada yaşamaya devam edeceğim.
Elbette siyasi iktidardan bağımsız bir hukukun işlediği adil bir ülke özlemiyle. Adalete sadece bizlerin değil, ülkenin genelinin de ihtiyacı var.
Özellikle de hukukçular için çok zor bir dönemden geçiliyor ve siyasetin baskısına, tribünlerin uğultusuna direnilmesinin ne kadar zor olduğunu da biliyoruz. Tam da bu nedenle davalarda adaletin, mevcut kanunların ve vicdanın gereğince verilen kararlar görmek istiyorum, umuyorum.
Sonuç olarak; bildiriyi imzalarken, herhangi bir terör örgütünün eylemini onaylamayı, övmeyi ve onun propagandası yapmayı hiç aklımdan geçirmedim, metinde herhangi bir suç unsuru görmedim. Bu yüzden beraat kararı verilmesini talep ediyorum. (TK/TP)