Beyanın İngilizcesi için tıklayın
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Matematik Bölümünden Prof. Dr. Sefa Feza Arslan'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Başkan, Sayın Heyet Üyeleri,
Bir barış savunucusu olarak, “barışı savunmak” suçlamasıyla yargılanmaya hazırım, ama “terör propagandası” yapmakla suçlanmayı zül saydığımı belirterek başlamak isterim. Çocuğuna oyuncak tabanca almayı bile reddeden bir pasifist olarak böyle bir suçlamayı kabul etmem asla mümkün değil. Bu mantık dışı iddiaların tamamını reddediyorum.
Pasifizm, şiddetin, silahın ve terörün her türlüsüne karşı olan, sorunların, çatışmaların savaşsız ve şiddetsiz çözümünü savunan, silahların, savaşların olmadığı bir dünya tasavvur eden bir düşünüş ve eylem biçimidir.
Benim için pasifizmin etik temelini Onat Kutlar’ın şu sözleri özetler: “Her öldürülenle bir evren yok edilir.
Hiçbir kutsal amaç, hiçbir ideoloji, hiçbir hak, hiçbir öfke, hiçbir yetki doğrulamaz öldürmeyi.” Pasifizmi güçlü kılan son derece makul ve yalın bir gerekçe vardır. Kendisi tam bir pasifist olmasa da, Romalı hukukçu ve düşünür Çiçero, bu güçlü gerekçeyi şöyle özetler: “Barış adil olmayan temellere oturabilir, ama bu haliyle bile en haklı savaştan daha iyidir.”
Çatışmaların, savaşların getirdiği yıkım, insan hakları ihlalleri ve acılar göz önüne alındığında, bu güçlü gerekçeye karşı çıkmak epey zordur. Ancak, çatışma veya savaş bir kez başlamaya görsün, hemen unutuluverir barışın erdemleri ve barış diyenlerin, şiddet karşıtlarının sesi silahların sesi ile boğulur.
İşte, hakiki barışseverliğin açığa çıktığı zamanlar, bu yüzden sulh zamanları değil, çatışma ve savaş zamanlarıdır.
Bu yargılamaya konu olan “Bu suça ortak olmayacağız” metni, tam da böyle bir çatışma ortamında bir barış çığlığı olarak ortaya çıkan, daha fazla acı yaşanmasın, sivil veya sivil olmayan, daha fazla insan ölmesin diye, “Kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını” talep eden, tamamen şiddet karşıtı bir bildiridir.
Sosyalistinden, sosyal demokratına, muhafazakarından Atatürkçüsüne, liberalinden komünistine, bu metni imzalayanların tek ortak noktası hakiki barışsever olmalarıdır.
Kimi "Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır" diyerek, kimi “Yurtta barış, dünyada barış” diyerek, kimi ise “Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmektir” diyerek bu metni imzalamıştır.
İmzacıların bu heterojen yapısı bile bu iddianameyi kadük hale getirmeye yeter. Bu kadar farklı kimliği hiçbir ideoloji, hiçbir örgüt, hiçbir merkezi güç bir araya getiremez. Bunca farklı dünya görüşünden akademisyeni bir araya getirebilecek tek güç vicdandır... Yoğun insan hakları ihlallerine yönelik vicdani bir tepki ve acil bir çözüm olarak barış talebi...
İddianame, yoğun insan hakları ihlallerini dile getirmeyi karalama saymakla kalmıyor, mantıksal olarak yanlış bir çıkarım ile yargılanmamıza neden olan şu suçlamayı da dile getiriyor:
“Türkiye Cumhuriyeti devleti, hükümeti, yargı, ordu ve emniyet güçleri hakkında karalama kampanyaları düzenleyerek PKK/KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmıştır.”
Bu önermeyi seçmemin nedeni, iddianamedeki şiddeti meşru gösterme ve teşvik etme iddiasının gerekçelendirilmeye çalışıldığı tek önerme olması. Hermann Weyl “Mantık, matematikçinin düşüncelerini sağlıklı ve güçlü tutmak için tatbik ettiği hijyendir” der.
Aslında, bu bir anlamda kardeş disiplin olan hukuk için de böyledir. Şimdi, yüzlerce akademisyeni şiddet propagandası ve şiddeti teşvik ile suçlayan önermede kullanılan mantıksal gerektirmeyi inceleyelim ve neden yanlış olduğunu görelim.
Basitleştirirsek, buradaki önerme “ordu ve emniyet güçlerini karalayanlar, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösterir ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eder” diyor. Oysa, bu önerme külliyen yanlıştır.
Kanımca, iddianame burada “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösteren ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edenler, ordu ve emniyet güçlerini karalar” önermesi ile “ordu ve emniyet güçlerini karalayanlar, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösterir ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eder” önermesini denk sayıyor ve birinci önermenin doğru olduğunu düşündüğü için, ikinci önermenin de doğru olduğunu iddia ediyor.
Oysa, siz de çok iyi bilirsiniz ki “p ise q” önermesi, “q ise p” önermesine denk değildir. Bu matematiğin de, hukukun da alametifarikası ve hijyeni olan sembolik mantığın en temel kurallarından biridir.
Sonuçta, metinde “karalama” yapıldığını iddia etseniz bile, bu herhangi bir örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerinin meşru gösterilmesini ya da bu yöntemlere başvurmanın teşvik edilmesini gerektirmez.
Karalama iddiasına ilişkin ise bugüne kadar savunma yapan meslektaşlarımın o dönemdeki insan hakları ihlallerine yönelik birçok bağımsız, tarafsız insan hakları örgütünün hazırladığı raporları sunduğunu da bir kez daha belirtmek isterim.
Bu imza metninin, ifade hürriyeti kullanımının ders olarak anlatılabilecek bir örneği olduğunu düşünüyorum. Bir grup akademisyen, yoğun insan hakları ihlallerine karşı vicdani bir tepki vermiş ve acil bir çözüm olarak da barış taleplerini dile getirmiş, Kürt sorununun çözümünün şiddet ile değil müzakere ile mümkün olabileceğine ilişkin tamamen barışçıl ve şiddet karşıtı bir fikir beyan etmiştir.
Bu, Anayasa’daki “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” maddesi ile verilen ifade özgürlüğü hakkının kullanımıdır.
Aynı hak sadece Anayasa ile değil, Türkiye’nin 6 Nisan 1949’da imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir” ve 10 Mart 1954’de imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir.
Bu hak, kamu makamları tarafından müdahale olmaksızın ve ulusal sınırlar dikkate alınmaksızın, görüşlere sahip olma ve bilgi ve düşünceleri edinme ve bunları yayma özgürlüğünü içerecektir.” maddeleri ile de garanti altına alınmıştır.
Biz matematikçiler matematik yaparken, dayandığımız temel aksiyomlardır. Bunlar doğruluğu kabul edilen önermelerdir. Hukukçular için ise bu temel, Anayasa ve imzalanan uluslararası sözleşmelerdir. Nasıl ki bir matematik teoremi kullandığı aksiyomlar ile çelişemezse, hukuki kararlar da Anayasa ve diğer temel uluslararası sözleşmelerle çelişmemelidir. Bir ifade aracı olan bir metni imzalamanın cezalandırılması Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle açık bir biçimde çelişecektir.
İnsanlığın tarihsel birikimi düşünce ve ifade özgürlüğünün şu veya bu şeklide kısıtlandığı veya olmadığı toplumların daima geri kaldığını, buna karşılık düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip toplumların daima uygarlığa büyük katkılarının olduğunu gösteriyor.
Yine kendi alanımdan örnek verecek olursam, bugün bizim yaptığımız biçimiyle matematik ve ispat fikri niçin başka yerde değil değil de, M.Ö. 600-300 yılları arasında Ege kıyılarında ortaya çıktı? Felsefe de, ispat fikri de otoriter, teokratik veya monarşik bir rejimde ortaya çıkmadı, çıkamazdı.
Sınırsız sorgulamanın bir değer olduğu, farklı düşünce ekollerinin kamusal alanda özgürce tartışılabildiği Ege kıyılarında, İyonya’da ortaya çıktı. Dahası, İslam uygarlığının altın çağı denen dönem de, benzer biçimde farklı düşünce ekollerinin ortaya çıktığı, tartıştığı bir özgürlük ortamında yeşerdi.
Ne zaman ki “içtihat kapısı kapandı”, düşünce ve ifade özgürlüğü ortadan kaldırıldı, o zaman İslam dünyasının geri kalmasının yolu açıldı.
İşte akademiyi akademi yapan da felsefenin, matematiğin, ispat fikrinin doğduğu koşulları yaşatmasıdır. Akademi bu yüzden özerk olmalı ve bu yüzden akademinin tek kutsalı düşünce ve ifade özgürlüğü olmalıdır.
Üniversitede her şey tartışılır ve eleştirilir. Yargılamaya konu olan imza metninin de akademiden çıkmış olması bu yüzden rastlantı değildir. Dünyanın her yerinde akademisyenler hükümetlerin politikalarını çok sert biçimde eleştirebilir ve bu bir suçlamanın konusu olamaz.
Noam Chomsky, yazılarında ve söyleşilerinde, ülkesi ABD’nin dünyanın en büyük teröristi olduğunu söylemiş ve bu ne bir soruşturmanın, ne de davanın konusu olmuştur.
Edward Said’in 2000 yılında İsrail sınırında, İsrail’e doğru taş atarken ortaya çıkan bir fotoğrafı üzerine, Said’in üniversite tarafından cezalandırılmasını söyleyenlere Columbia Üniversitesi Akademik Başkanı Jonathan R. Cole şöyle cevap vermişti:
"Mesele eğer gerçekten de bir sınırdan öteye, açıkça kimseyi tehdit etmeyen bir taş fırlatmaksa, bunu iyisi mi bir kenara bırakalım. Ancak aslında tartışma, bir taş fırlatmaktan ziyade, üniversitenin yapısına-bünyesine ilişkin daha esaslı başka bir şeye işaret ediyor.
Çünkü bana öyle geliyor ki, Profesör Said'in gayet iyi bilinen siyasi görüşleriyle, bu tartışmanın bu kadar hararetli ve bitmek bilmez bir hal alması arasında bir bağ var.
İşte bu bağdır ki, büyük bir üniversitedeki temel değerlerin tam kalbine değiniyor. Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten - felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur.
John Stuart Mill, 'On Liberty' (Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar; ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir: ‘Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz.’...”. (SFA/TP)