Akademisyen Erdem Üngür'ün Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Söz konusu iddianameyi okudum. On dört sayfalık bu metinde gözüme çarpan temel hataları kısaca aktarmak istiyorum.
Öncelikle deliller kısmında yer alan Bese Hozat ismini hayatımda ilk defa ifadeye vermeye çağrıldığımda Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde görevli memurlardan duydum. Dolayısıyla söz konusu şahsın yönlendirmesiyle veya ondan emir alarak eylemde bulunmam söz konusu değildir.
Geriye kalan iddialar ise gerçeklerle örtüşmeyen ithamlardan ibarettir. Barış Bildirisi’nin içeriğinde ne bir terör örgütü adı geçmektedir, ne de şiddete ve kaosa yönelik bir çağrıda bulunulmaktadır.
Söz konusu metinde sivillerin maruz kaldığı yoğun hak ihlallerine dikkat çekilmekte, barış ve müzakere ortamının yeniden teşkil edilerek bu ihlallere son verilmesi, ihlalleri gerçekleştirenlerin soruşturulması ve sorumluların cezalandırılması talep edilmektedir.
Sokağa çıkma yasaklarının başlamasından yaklaşık bir ay sonra, bölgedeki sivillere yönelik hak ihlalleri konusunda medyada çok sayıda vahim haber dolaşıma girmiştir.
Cizre’de 10 yaşındaki Cemile Cizir Çagırga adlı çocuğun cesedinin buzdolabında bekletilmesi, Silopi’de öldürülen Taybet İnan’ın cenazesinin günlerce sokaktan alınamaması gibi çok sayıda haberi, ulusal ve uluslararası hak ihlali raporları izlemiştir.
Hak ihlallerine ilişkin ayrıntılı bilgi ve belgeler içeren bu raporlar, bölge halkının keskin nişancı ve tank saldırısı gibi sebeplerle yaralandığı ve öldürüldüğü; sokağa çıkma yasakları nedeniyle tedavi edilmediği, temel ihtiyaçlarının karşılanmadığı gibi ihlalleri içermektedir.
2017 ortasına kadar devam eden bu raporlar bildiğim kadarıyla, siyasal partiler, meslek odaları, sendikalar, dernekler ve insan hakları örgütleri tarafından oluşturulmuştur.
Açıklanan tespit ve gözlem raporları da bölgede hak ihlallerinin yaşandığı ve bunların soruşturulmadığı kanısını güçlendirmiştir.
2015 Aralık ayında Hümanist Büro tarafından hazırlanan Silahlı Çatışmanın Sürdüğü İllerde Çocukların Durumu başlıklı araştırma raporuna göre 26.07.2015–30.11.2015 tarihleri arasında, Diyarbakır, Şırnak, Ağrı, İstanbul, Mardin, Van, Ankara, Hakkari ve Adana illerinde en küçüğü 3,5 aylık bebek, en büyüğü 18 yaşında olan en az 44 çocuğun hayatını kaybettiği beyan edilmektedir.
Aralarından bazıları sokağa çıkma yasağı nedeniyle bir süre gömülememiş ve cenazesi evde bekletilmiştir.
Aynı tarihler arasında ve aynı illerde benzer şekilde en küçüğü birkaç aylık bebek, en büyüğü 18 yaşında olan en az 52 çocuğun yaralandığı ve bu çocuklardan bazılarının uzuvlarını kaybettiği beyan edilmektedir.
21 Ağustos 2016 tarihinde yayınlanan TİHV Dokümantasyon Merkezi Verilerine Göre 16 Ağustos 2015 – 16 Ağustos 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları Ve Yaşamını Yitiren Siviller başlıklı rapora göre 16.08.2015-16.08.2016 tarihleri arasında en az 321 sivilin sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde, bu kapsamdaki bölgelerde yaşamlarını yitirdikleri tespit edilebilmiştir.
Bu kişilerden; 79’u çocuk, 71’i kadın ve 30’u 60 yaşın üzerindedir. Yine bu kişilerden en az 73’ünün sağlığa erişim hakkından yoksun bırakılmaları sonucu yaşamlarını yitirdikleri iddia edilmektedir. En az 202 sivilin ise ev sınırları/kapalı alanlar içerisinde yaşamlarını yitirdikleri belirtilmektedir.
2016 Ocak ayında Batman Barosu, Diyarbakır Barosu, Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Şırnak Barosu tarafından yapılan çağrıda, ihlaller sonrasında derhal ve aleni şekilde etkili bir soruşturma yürütülmediği, hak ihlallerini gerçekleştiren güvenlik güçlerinin yargılanmasının ve cezalandırılmasının imkansız hale getirildiği, cezasızlık politikasının yaygınlaşarak ve şiddetlenerek varlığını sürdürdüğü belirtilmektedir.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) tarafından 2017 Şubat ayında yayınlanan Türkiye’nin Güneydoğusundaki İnsan Hakları Durumuna İlişkin Rapor’da, Temmuz 2015 ile Ağustos 2016 arasında, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yerel halktan kişiler ile yaklaşık 800 güvenlik mensubu olmak üzere yaklaşık 2000 kişinin öldürüldüğü belirtilmektedir.
Hukuk dışı ölümler ve aşırı güç kullanımı (örneğin nüfusun yoğun olduğu bölgelerin ağır toplar ve tanklarla bombalanması) dışında İnsan Hakları Yüksek Komiserliği ayrıca sayısız zorla kaybedilme, işkence, konut ve kültürel mirasın yok edilmesi, nefrete sevk, acil tıp hizmetlerine, gıdaya, suya ve geçim kaynaklarına erişimin engellenmesi, kadınlara karşı şiddet ile düşünce ve ifade özgürlüğünün ciddi biçimde kısıtlanması ve kamu hayatına katılma hakkına müdahale edilmesi vakası belgelendirdiğini belirtmektedir.
Böyle vahim bir tablo karşısında, getirdiği haklar ve sorumluluklarla birlikte vatandaşı olduğum devletin uygulamalarını sorgulamanın, eleştirmenin, eleştiriye açmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Söz konusu bildirinin şiddet ortamının sona erdirilmesi ve barışın yeniden tesis edilmesi amacını taşıyan, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında yapılmış vicdani bir girişim olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Suçlamaları kabul etmiyor ve derhal beraatimi talep ediyorum. (EÜ/TP)