Doç. Dr. Umut Azak'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Bugün burada, üç sene önce “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atmış olan 2212 akademisyenden biri olarak yargılanıyorum. Adıma düzenlenmiş iddianame, benimle aynı suçla, fakat her biri farklı mahkemelerde yargılanan 600’den fazla meslektaşımınkiyle birebir aynı.
İddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt’a göre suçum(uz), "silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak." Bu suçlamayı kesinlikle kabul etmiyor ve beraatimi talep ediyorum.
Söz konusu barış bildirisini, herhangi bir örgütün talimatıyla ya da propagandasını yapmak amacıyla DEĞİL, kendi kişisel iradem ve vicdani bir sorumluluk duygusu ile imzaladım.
Barış bildirisini, 2015 Sonbaharında, medya aracılığıyla tanık olduğum, daha sonra ulusal ve uluslararası insan hakları kuruluşlarınca da raporlanan, sivillere yönelik hak ihlalleri karşısında, sessiz kalmamak için imzaladım.
Amacım, hükümetten kendi başlattığı ve sona erdirdiği barış sürecine devam etmesini bir vatandaş olarak talep etmekti. Birçok arkadaş ve meslektaşımın benim gibi, benzer duygularla, bildiriye imza atmış olduğunu sonradan, sevinerek öğrendim.
Bu vicdani itirazın ağır bedellerinin olduğunu ise ne yazık ki üç yıldır üzülerek izliyoruz.
Türkiye siyasi tarihini ve Cumhuriyet dönemindeki laiklik tartışmalarının dönüşümünü araştırmış bir akademisyen olarak, tanık oldukları şiddet ve hak ihlallerine, vicdanlarının sesini dinleyerek, hayır diyebilen insanların, zamanın hükümetlerince “vatan hainliği”, “mürtecilik” veya “bölücülük” gibi sıfatlarla yaftalandıklarını biliyorum.
Geçmiş hükümetlerin mağdur ettiği, hatta bazıları bugünün muktedirleri olan, insanlarla aynı kaderi paylaşmaktan dolayı hem hüzün hem de onur duyuyorum. Bununla birlikte yine de, vatandaşı olduğum devletten barış talep etmenin nasıl kolayca “devlet düşmanlığı” ile eşitlenebildiğine hâlâ şaşırıyorum.
Bugün beni bu savunma için motive eden şey de, işte bu, içine düşürüldüğümüz “hukukî” süreç karşısındaki hayret ve alışama hissi.
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nce garanti altına alınmış olan ifade özgürlüğüm çerçevesinde, şiddet ve çatışma ortamına karşı dile getirdiğim itirazım ve barışçıl politikalara dönülmesi talebim; hiçbir ilgimin olmadığı bir örgütün propagandası ya da herhangi bir örgütü meşrulaştırma girişimi olarak yorumlanamaz.
Aynı şekilde, bildirinin, Savcı Bozkurt’un ifadesiyle “hükümeti yüzde yüz haklıyken haksızmış gibi göstermek" yoluyla terör örgütü propagandası yaptığı iddiasının da gerçeklikle bir ilgisi yoktur.
Hükümetin uygulamaları hakkında, savcının ve hükümetin "yanlış" bulduğu bir fikri dile getirmek suç değil, demokratik bir haktır.
Siyasi sorun ve çatışmaların şiddet değil, barışçıl yöntemlerle çözülebileceğine olan inancımla imzaladığım barış bildirisine ve şahsıma atfedilen suçların hiçbirini kabul etmiyor ve derhal beraatimi talep ediyorum. (UA/TP)