Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Yıldırım Şentürk'ün Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Ocak 2016 tarihinde barış çağrısı yapan, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye dayandırılarak benim ve diğer imzacılar hakkında “terör örgütü propagandası yapma” iddiasıyla açılan dava vesilesiyle karşınızdayım.
Uzun süredir farklı mahkemelerde devam eden bu davalarda, imzacılar iddianameyi farklı açılardan eleştirdiler ve suçlamaları reddettiler. En sonda söyleyeceğimi, en başta söyleyeyim: Bu bildiriye ifade özgürlüğü kapsamında imza attım. Suçlamaları reddediyor ve derhal beraatımı talep ediyorum.
Avukatım hukuki anlamda daha detaylı bir savunma yapacaktır. Ben sadece bir iki konunun altını çizmekle yetineceğim:
İddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı, “Bese Hozat” isimli olduğunu belirttiği kişiden “talimat alındığı” ve bildirinin o kişinin görüşlerine “paralel” bir içeriğe sahip olduğunu gerekçe göstererek, örgüt bağlantısı kuruyor ve bildirinin şiddet ve terör örgütü propagandası yaptığını “iddia” ediyor.
Farklı il, üniversite, kampüs ve bölümlerde bulunan, farklı ilgi alanlarına, farklı yaklaşımlara, hatta yer yer farklı dünya görüşlerine sahip 1128 öğretim üyesinin, kimsenin haberdar bile olmadığı bir medya ortamında yayınlanan bir haberdeki bir cümleden hareketle; güya “talimat alarak” aynı bildiriye imza atabileceğinin, hiçbir somut kanıt gösterilmeden iddia edilmesi hayret verici.
Üstelik bu iddia, imzadan hemen dört gün sonra, yani 15 Ocak 2016 tarihinde sosyal medyadaki bazı gazetelerde gündeme getirilmeye başlanmış ve o tarihten sonra hiçbir ek somut bilgi edinmeye bile gerek duyulmadan defaten kullanıma girmiş.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki aynı kapsamdaki farklı duruşmalarda da vurgulandığı gibi, iddianame dolayısıyla varlığını öğrendiğimiz Bese Hozat’ın metninde, şiddet ve çatışmaların yaygınlaştırılması çağrısı var.
Oysa, altına imza attığım bildiri tam tersine çatışma ve şiddetin sona ermesi, barış ve huzur ortamının tesis edilmesi için vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyet devletinden somut adımlar atmasını talep ediyor.
Peki, bu 1128 imzacı, nasıl oldu da aynı metne imza attılar?
Bir sosyal bilimci olarak, kendimin ve muhtemelen başka imzacıların nasıl ve neden bu metne imza attığını açıklamaya çalışacağım.
Ne yazık ki 1980’lerin ortasından beri ülkemizde kronikleşmiş, kısırdöngü haline gelmiş bir çatışma ortamı var. Birçok imzacı gibi benim gençlik yıllarım da o malum 1990’ların karanlık, baskıcı ve şiddetin olağanlaştığı bir ortamda geçti.
O dönemde devletin politikalarını ve uygulamalarını eleştirmek kolay değildi. İşin ilginç yanı, günümüzün siyasetçileri ve popüler “kanaat önderleri,” “1990’lara dönmek” tabirini rahatça kullandığında, aslında şuan bizim yargılanmamıza sebep olan benzer bir tespit ve eleştiriyi geriye dönük yapıyorlar.
Öte yandan, maalesef zaman içinde aslında her birimiz bu çatışma ortamını benimsemesek de bir miktar kanıksadık. Bu süre zarfında, siyasetçilerin isimleri, suretleri değişti, ama vaat ve söylemleri pek değişmedi.
Ancak 2013’lere doğru, bu çatışma ve şiddet sarmalını sonlandırmak için kamuoyunda yaygın bilinen adıyla “Çözüm Süreci” kapsamında hükümetin ve devletin diğer kurumlarının da iştirakiyle önemli bazı adımlar atılmaya başlandı.
O dönem, bu sürecin daha iyi işletilebilmesi adına çeşitli eleştiriler yükseltilmiş olsa da toplumun farklı kesimlerinin artık çatışma ortamının yaşanmaması, barış ve huzur ortamının tesis edilmesi için genel olarak bu girişimleri desteklemesi son derece önemliydi.
Yaşanan bunca acı, kayıp, şiddet ve ölümlerden sonra, barışı tesis etmek o kadar kolay değildi. Ama toplumun birçok kesiminde, barış isteğini ve arzusunu o zaman gördük ve umutlandık.
Ne yazık ki bu umutlar, 2015 yazı sonrasında birden kaybolmaya başladı. Çok daha sert bir çatışma ortamı ve söylemi, tekrar kullanıma girdi. Aralıksız ve uzun sokağa çıkma yasakları ve sivillere yönelik hak ihlallerinin olduğuna dair sosyal medyadaki paylaşımlar da kaygılarımızın yersiz olmadığını teyit eder nitelikteydi.
Bu ülkede yaşayan bir insan olarak, hep beraber tekrar çatışma ve şiddet sarmalına sürüklenirken, ülkenin en önemli sorununun bir türlü çözülememesine üzülüyordum. Üstelik medya üzerinde öyle bir baskı vardı ki benim gibi bu olumsuz süreçten rahatsız olan bireylerin, duygu ve düşüncelerine tercüme olacak kanal ve mecra neredeyse kalmamıştı.
Bu metin internette önüme geldiğinde de açıkçası, her şey o kadar anlamsız geliyordu ki olumlu etkisi olacağına, kaygı ve tepkimizi duyuracağına dair inancım pek yoktu. Ama en azından bunu yapmak lazım dedim.
Şimdi anlıyorum ki çeşitli konularda farklı görüşlere sahip olsak da o dönem benzer kaygılarla birçok akademisyen aynı metnin altında, kimseden talimat almadan bu sebeplerle buluşabildi.
Nitekim bildiriden sonra siyasetçilerin hakaret ve tehditlerine, hedef göstermelerine rağmen ilerleyen günlerde, daha fazla akademisyen ve sivil toplum kuruluşunun bildiriyi desteklemeleri, benzer kaygı ve düşüncenin daha geniş toplumsal kesimler tarafından da paylaşıldığını gösteriyor.
Tabii, son zamanlarda ülkemizde çeşitli kişi, örgüt ve cemaat yapılanmalarının talimatlarını hiç sorgulamadan emir telaki ederek yerine getiren kişilerin varlığı o kadar kanıksanmış ki, iddianame bireylerin bir konudaki rahatsızlıklarına tercüme olan bir metni, kendi özgür iradeleriyle imzalayabileceğini kabul etmek istemiyor. İnsanların bir araya gelmesinin arkasında, daha büyük bir “örgüt” ve “akıl” arama gereği duyuluyor.
Ayrıca, iddianamede, “uluslararası arenada devleti itibarsızlaştırmakla” itham ediliyoruz. Oysa bildiri sonrası açılan soruşturma, işten atma ve devam eden bu davaları, yurtdışından takip eden kişi ve kurumlar, “akademisyenlerin eleştirilerine bile tahammül edilmiyorsa, demek ki orada gerçekten bir şeyler yanlış gidiyor” diye düşünüyordur.
Yani, iddianame “kendi kendini doğrulayan bir önerme” adeta: Ülkenin itibarını korumayı hedefleyen bu iddianame, bizzat ülkenin itibarının zayıflatılmasına ve demokratik hukuk devleti unsurlarının ülkede tam manada işletilmediğine dair kanaatin güçlenmesine vesile oluyor.
1990’ların o kasvetli havasına geri dönerek savunmamı toparlamak istiyorum. O dönem ODTÜ’de mühendislikte lisans öğrencisiyken, yani maddi anlamda daha rahat bir gelecek beni beklerken; mezun olup bir şirket patronundan “talimat almak” yerine, belki de gençliğimin naifliğiyle yaşadığım toplumun sorunlarına daha fazla vakıf olabilmek adına sosyoloji bölümüne geçiş yapmıştım.
Zaman içinde ne yazık ki en basitinden en karmaşığına içinde bulunduğu çeşitli sorunları, zamanında doğru tanımlayıp doğru çözüm yolları üretme konusunda, Türkiye’deki birçok kurumun yeteri kabiliyete sahip olamadığına ve kronikleşmiş bu sorunlar yumağını yeniden ürettiğine çeşitli vesileler ile tanık oldum. Maalesef, kurumlar ve yöneticiler eleştirilmekten, alternatif görüşler işitmekten pek hoşlanmıyor.
Ben hümanist birisiyim. Ne gündelik hayatta, ne de siyaseten şiddetin hiçbir türünü desteklemem ve teşvik etmem mümkün değil.
Fani bir dünyada, o veya bu ülkede bir süreliğine ömrümüzü geçiren insanlar olarak, daha yaşanabilir bir dünyayı hem kendimiz hem de gelecek kuşaklar adına tesis edebilmek için daha anlamlı işlerle uğraşmamız gerektiğini düşünüyorum.
Ne yazık ki gündelik hayatta ve siyasi söylemlerde şiddet, ölüm ve savaş dilinin tekrar yoğun biçimde dolaşıma girdiği bu günlerde, şiddeti övmek ve terör propagandasıyla sanık kürsüsünde bulunmak ironik biçimde bize “nasip” oldu.
Anlıyorum ki huzur içinde yaşayan, kendisiyle ve başkalarıyla barışık bir toplum ve dünyayı tahayyül etmek ve istemek bir süre daha cesaret isteyecek.
Özgür iradem ile imzaladığım metin, tek bir suç unsuru bile barındırmamaktadır ve Anayasanın düşünce ve ifade özgürlüğünü koruyan maddesi kapsamındadır ve bu inançla imzalanmıştır. Bu nedenlerle suçlamayı kabul etmiyorum, beraatımı istiyorum. (YŞ/TP)