Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Moda Tasarımı Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Lütfiye Bozdağ'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Akademide sanat-kuram-eleştiri dersleri verirken hayat ile sanat arasındaki geçişlilikleri, yer değiştirmeleri, çelişkileri, öğrencilerimle birlikte sanatın özgürlük alanından eleştirel düşünce zemininde, okuyup analiz etmeye çalışıyoruz.
Gerek akademik üretimlerin gerekse sanatsal üretimlerinin ancak özgür bir ortamda ve eleştirel düşünce zemininde var olabileceğini temel alarak derslerimi yürütmekteyim.
Sanat üretimi ve eleştirel düşünce toplum gerçeklerinden soyutlanarak yapılamaz.
Eleştirel düşüncenin gereği olarak her yurttaş gerekli durumlarda siyasal iktidarın uygulamalarını eleştirmeye, Türkiye Cumhuriyeti devleti yurttaşlarının barış içinde yaşamalarına yönelik düşünce ve taleplerini, kanaatlerini beyan etme hakkına sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, demokratik hukuk devleti olduğunu Anayasası ile belirlemiş bir devlet olarak; eleştirel düşünme fikrine dayanan ve bu hakkı koruyan bir yönetim biçimini de taahhüt etmiştir.
Hukuki ve toplumsal sorunlar üzerinde eleştirel ve yaratıcı düşünebilme yetisi olan her yurttaş, bu taahhütte dayanarak düşüncesini açıklama özgürlüğüne sahiptir.
Anayasanın 26. maddesinde ifade edilen; düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti güvencesine dayanarak, hiç kimsenin etkisi altında kalmaksızın, özgür irademle, 11 Ocak 2016 tarihinde yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladım.
Bugün 16 Ekim 2018, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan yüzlerce akademisyenden biri olarak "terör örgütü propagandası" yapmakla suçlanıyorum.
Bana ve diğer imzacılara açılan davalar gösteriyor ki; Türkiye'de ifade özgürlüğü, anayasa tarafından güvence altına alınmış bir yurttaşlık hakkı olarak uygulanmıyor.
Aksine, bu ve benzeri yargılamalar, (bırakalım yargılama sonunda ceza verilmesini sadece bu içerikte dava açılmış olmasıyla bile) ifade özgürlüğünü kullanma hakkımı/hakkımızı ihlal ediyor.
Anayasa ve diğer yasalar ile düzenlenen temel hakların kullanımına ilişkin ihlalleri tespit etmek, dolayısıyla ifade özgürlüğü başta tüm silsilesi göstermektedir ki Türkiye’de yargılama makamı yurttaşlarının ifade özgürlüğünü güvence altına almadığı gibi bu görevini yerine getirmediği gibi, anayasal bu hakkını kullananları da “terör” suçuyla itham etmektedir.
Kişisel ve politik kanaatlere dayanan mesnetsiz bir iddianame ile yargılama yapmaktadır. İddia makamı, kanıtlara göre değil kanaatlere göre hareket etmiştir. Çünkü iddianamede barış bildirisine imza atan akademisyenlere isnat edilen suçlamaya temel oluşturacak hiçbir somut ve hukuki delil yoktur.
Buna rağmen akademisyenlerin yargılanması, yargının “bağımsız ve tarafsız olmadığına” ilişkin eleştirileri haklı çıkarmaktadır.
Siyasi iktidar "aydın müsveddesi" olarak nitelendirdiği akademisyenleri hedef göstermiş, “Bu devletin ekmeğini yiyip bu devlete ihanet edenlerin cezalandırılması gerekir" açıklamasını yaptıktan sonra çete lideri Sedat Peker de bu açıklamalardan güç alarak barış için imza atan akademisyenleri ölümle tehdit etmiş ve bu beyanını açıkladığı mektubu basında yayınlamış, bu tehdit dolayısıyla yargılandığı mahkemede ise hiçbir ceza almadan beraat etmiştir.
Bu durum, Türkiye’de hukukun adalete göre değil, siyasi kararlara göre işlediğini gösteren bir diğer örnektir.
Adil yargılanma hakkı, tarafsız ve bağımsız bir mahkemeyi gerektirir. Mahkeme heyetlerinin sanığa karşı önyargılı olmaması gerekir. Ancak bugüne kadar kararını açıklayan ağır ceza mahkemelerinde akademisyenler aynı suçlama için tek tek yargılanmalarına rağmen, mahkeme savcıları aynı mütalaaları vermekte, mahkemeler de kelimesi kelimesine aynı olan kararlar ortaya koymaktadır.
Bir önceki davanın gerekçeli kararı bir sonraki davanın kararına kopyala yapıştır yöntemiyle yazılmaktadır.
Bu durum göstermektedir ki; içerikte nasıl bir savunma yaparsak yapalım sonucun daha ilk baştan belli olduğuna ilişkin kaygı duymamıza neden olmakta, adil yargılama yapılmadığı ve yapılmayacağı yönünde düşünmemize yol açmaktadır.
Hukuk devletinde yaşadığını varsayan bir yurttaş olarak yasal haklarımı kullanarak hükümet politikalarını, hükümetin icraatlarını, yönetme biçimini eleştirebilme hak ve özgürlüğünden yararlanarak, devletin güneydoğu bölgesinde halkına karşı tutumunu eleştirerek “çatışma yerine uzlaşmayı”, “ölüm yerine yaşamı” savunarak, “barışçıl bir yaşam” talebinde bulundum.
Bu talebimin, siyasi yönetim tarafından devlete karşı bir suç işlemişim gibi değerlendirilmesi ise bir kanaattir.
Ancak yargının kanaatlere göre değil kanıtlara göre işlemesi gerekir.
Bu suça ortak olmayacağız” metninin kamuoyunda paylaşılmasının ardından bu bildiriye imza atan akademisyenlerin “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanması, dört akademisyenin tutuklanması, 2212 akademisyenden yüzlercesi hakkında dava açılması, yüzlerce akademisyenin işten çıkartması ve KHK ile kamu görevinden ihraç edilerek akademiden uzaklaştırılması tüm akademiye yönelik baskıları gösteren dünya akademi tarihinde eşi görülmemiş bir tasfiye ve yıldırma politikasıdır.
Barış bildirisini imzalayan akademisyenlere ve onların taleplerine yönelik tahammülsüzlük, sadece akademik özgürlüklerin ihlalini değil aynı zamanda en temel demokratik hak olan ifade özgürlüğünü de tehdit etmekte ve baskı altına almaktadır.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından 1402 sayılı kanun maddesiyle akademiden uzaklaştırılan akademisyenleri unutmadık. Darülfünundan itibaren başlayan muhalif akademisyenlerin tasfiyelerini unutmadık.
Türkiye akademisi her dönem akademiye yönelik siyasi yaptırımlara fazlasıyla maruz kalan bir tarihe sahiptir.
Benim de üyesi olduğum Ünivder; Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği olarak düzenlediğimiz aynı zamanda küratörlüğünü üstlendiğim Türkiye Akademi tarihindeki hak ihlallerini gösteren “Akademik Kıyım” başlıklı bir sergi ile akademideki tasfiyeleri, kronolojik bir tarihsel süreç çerçevesinde belgeleriyle kamuoyuna sunduk.
Toplumsal hafızaya not düştük, unutmamak üzere bir hatırlatma yaptık. Bugün ise geçmişte olduğundan daha büyük bir tasfiye ile karşı karşıyayız. Dünya akademi tarihine geçecek politik bir tasfiye ile karşı karşıyayız.
Bugün demokratik iklimin tamamen ortadan kalktığı, hukukun adaletli işlemediği, antidemokratik zeminde; kamusal etik ve vicdanın gereği ile hareket etmenin cezalandırıldığını görüyoruz.
Barış talebinde bulunan akademisyenleri “terör örgütü” propagandası yapmakla suçlayan bu iddianame, sadece kamusal yararı ihlal etmek açısından değil aynı zamanda kurumsal özerklik ve akademik özgürlükten yoksun bir ortamın oluşmasına ve eleştirel düşüncenin üniversiteden dışlanmasına da yol açmıştır.
Biz akademisyenler, her koşulda mesleğimizi yapmaya devam ediyoruz. Kültürel/antropolojik bilgi biriktirmeye, Çağlayan koridoru ve etrafındaki insanlık hallerini gözlemlemeye, adliye koridorlarında, bahçede, mahallede sohbetler ve diyaloglar geliştirmeye, toplumsal sorunları eleştirmeye, sosyalleşmeye ve paylaşmaya devam ediyoruz.
Birbirimize destek olmaya, dayanışmaya, güç vermeye devam ediyoruz. Hafta içi her gün gelip Çağlayan adliyesi bahçesinde basın açıklamamızı okuyor, gülmeye devam ediyoruz.
Dava koordinasyon ekibimiz ve avukatımız Oya Meriç Eyüboğlu büyük bir özveri ile hem hukuki, hem psikolojik hem de lojistik iş bölümü yaparak işleri kolaylaştırmaya, veri toplama, analiz ve arşivlemeye sürecine katkı sunmaktadırlar.
Sokak Akademisi, Kampüssüzler, Kültürhane ve dayanışma akademileri, birçok kentte ders vermeye devam ediyorlar.
Burada yaptığımız savunmalarda savcıların, mahkeme heyetlerinin soruları, sözleri ve tavırları da not ediliyor ve toplumsal hafızaya bırakılıyor. Bu salonlarda yapılan savunmalar sadece mahkeme heyetlerine değil aynı zamanda Türkiye kamuoyuna, aynı zamanda dünya kamuoyuna yapılıyor.
Bu yargılamalarla savunmak zorunda kaldığımız barış talebi ve ona zemin oluşturan eleştirel düşünce zemini, ilke ve değerleri, bugün için değil asıl gelecek için önem arz etmekte ve daha yaşanabilir bir dünya umudumuzu diri tutmaktadır.
Devletin, toplumsal barışın koşullarını yaratması ve koruması gerekirken barış isteyen akademisyenleri yargılaması dünya hukuk tarihinde eşi görülmemiş prototip siyasi bir hukuk vakası olarak yerini alacaktır.
Akademisyenler olarak bizler, mahkemedeki yargılanmaların zabıtlarını tutuyor, arşivliyoruz. Geleceğe kalsın diye, bir daha yaşanmasın diye, bu ibretlik yargılamaları tarihe not düşüyor, belgeliyoruz. Kendi tarihimizi oluşturuyoruz.
İktisat, matematik ve fen alanından olan arkadaşlarımız veri toplayarak, istatistik tutarak yaşanan durumu niceliksel verilere dönüştürerek somutlaştırıyorlar. İçimizden sosyal bilimci olanlar bu yaşananları araştırmalarıyla, makale ve bildirileriyle, yazdıkları ve yazacakları kitaplarla toplumsal hafızaya not düşüyorlar.
Sinema ve iletişim alanından olan arkadaşlarımız belgeseller, kısa ve uzun metrajları filmlerle, animasyonlarla bu hukuk skandalını belgelemeye sanat dili üzerinden katkıda bulunuyorlar.
Sanat alanından olan arkadaşlarımız çizdikleri karikatür, resim ve her türlü sanat yapma biçimiyle yaşanan traji-komik durumu dışavururken sadece tarihe değil sanat tarihine geçecek çalışmalarıyla arşivde yer alıyorlar.
Etik ilkelere dayanan ve topluma karşı sorumlulukları olan bir mesleği icra eden bir akademisyen olarak tarafıma yöneltilen “terör örgütü propagandası yapma”, şiddeti meşru gösterme veya teşvik etme suçlamalarını kabul etmiyorum.
Barış bildirisi, adından anlaşıldığı gibi barış istemine ilişkin olup, şiddet çağrısı yapan bir düşünce, niyet ya da kasıt içermemektedir.
Bu bildiri anayasa çerçevesinde ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler korumasında, barış talebini dile getiren, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir bildiridir.
Bu gerekçelerle derhal beraatımı talep ediyorum. (LB/TP)