İstanbul Üniversitesi'nden İktisat Fakültesi'nden Dr. Gizem Bilgin'in Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
2006-2015 tarihleri arasında İstanbul üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim dalında araştırma görevlisiydim; 2015 yılından beri aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Uzmanlık alanım uluslararası ilişkiler ve küresel güvenlik çalışmalarıdır.
Doktora tezimi insan güvenliği ve insani müdahale kavramları üzerine yazdım, yani devletlerin güvenlik ve savunma politikalarını uygularken topraklarında yaşayan insanların güvenliğini nasıl sağlayacaklarını, çatışmalar, iç savaşlar sırasında yaşanılan hak ihlallerini, hak ihlallerinin nasıl politikalarla yok edilebileceği üzerine çalıştım.
İnsanın güvenli yaşaması, onuruyla yaşayabilmesidir. Savaşsız bir ortamda şiddetten uzak olabilmesi, yaşam hakkı başta olmak üzere yoksulluk, ayrımcılık, sürgüne karşı eşitlikçi bir toplumda, inançları değerleriyle birlikte var olabilmesidir. 2012 yılında doktora tezi kapsamında, 2003’deki ABD askeri müdahalesi sonrası Irak’da bir alan araştırması gerçekleştirdim. Gördüm ki barış kırılgandır. Barışı güçlü kılmak için, güçlü bir şekilde talep etmek gerekir.
Örneğin Bağdat, kilometrekarelerce alanı güvenlik duvarlarıyla çevrili bir başkenttir. Duvarların, yıkıntıların, acıların içinde insanlar silahlı güvenlik güçlerinin kontrolünde yaşamlarını sürdürmektedir. Bu duvarların içinde hiçbir insan onuruyla yaşayamaz. İnsani müdahaleler, yani insan hakları krizleri sebebiyle devletlerin başka ülkelere askeri müdahalede bulunması üzerine bu neden le çokça okudum. Çatışma sonrası toplumların inşasını ve güvenlik açıklarını gördüğüm için, hocalarımın ve meslektaşlarımın da emeği ile bu alandaki akademik eserlerim ile öğretim üyesi oldum.
1980’lerin sonundan itibaren seyreden toplumsal çatışmanın kalıcı barış yoluyla çözülebileceğine inanıyorum. İnsancıl koşullarda yaşam hakkının tesis edilmesini talep etmem, metni imzalamamın nedenidir.
Her araştırmacı aklındaki sorularla yaşar. 2015 yazından itibaren, Suruç, 10 Ekim, Sultanahmet, Taksim, Vezneciler, Beşiktaş terör saldırıları alanda çalışan bir akademisyenin beyninde bazı sorular uyandırdı: “Toplumsal barışı tekrar nasıl sağlayabiliriz?”. “İnsan güvenliğini, insanların onuruyla yaşamasını nasıl sağlayabiliriz?”,“Bombaların bedenlerimizden çok daha fazlasıyla parçaladığı güven duygusunu bir araya nasıl getirebiliriz?” Bu soruları sordum.
Doktora tezinde askeri müdahaleler üzerine çalışan biri olarak, şiddetsiz çözümlerin barışın en büyük koşulu olduğunu, şiddetsizliğin Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası örgütlerde koruma sorumluluğu içerisinde savunduğu bir olgu olduğunu biliyorum. Yangın yerlerinden öncelikle devletin barış süreçlerini desteklemesiyle çıkılacağını düşünüyorum.
Bildiriyi imzalama amacım da şüphesiz şiddetsiz bir çözüm talebidir. Terörü, silahlı şiddeti öngören hiçbir hareketi bilmediğim gibi bir parçası olmadım, propagandasını yapmadım. Şiddeti durdurma çağrısına imza attım çünkü karşımda barışı talep edeceğim gücün, Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğuna inanıyorum.
Sivil kayıplar, Cizre’deki dede ile torunun ölmesi, babasının cenazesinde göz pınarında dona kalmış yaşıyla fotoğraf karesinde polis çocuk, hiçbirinin yası yadsınamaz. Bu acılar, biz akademisyenlerin kafamızı çevirip ve yüreğimizi karartıp, yok sayacağımız acılar değildir. Çatışmalar içinde büyüyen çocuklar yaşadığı her kayıp için aklında acı bir düşman yaratır. Bu düşmanlık yeni bir savaşı doğurur. Nitekim İran Irak savaşından çıkan bir ülkenin nerdeyse 40 yıl boyunca hala savaşın izlerini atamadığını barışı kuramadığını görüyoruz.
Sancılı bir Ortadoğu’nun etkisini Avrupa’ya da uzattığı bir coğrafyanın parçası olmak, onun siyasi koşullarının kontrolünü sağlamak konusu küresel politikanın bir parçasıdır. Bu konuda fikrilerimiz farklı farklıdır. Bu tartışmaları siz hukukçular, siyaset bilimcileri, psikologlar ve hekimler olarak mahkeme salonlarında değil, üniversite amfilerinde yapmalıyız. Ben o günlerin bir gün geleceğine inanan bir akademisyen olarak barış istemenin hepimizin, insan olan hepimizin en doğal hakkı olduğunu düşünüyorum. Bu hak da temel insan haklarının vazgeçilmezi olan ancak daha da önemlisi akademisyenlerin düşünsel varlığını gerçek kılan ifade özgürlüğü ile güvence altına alınır.
İfade özgürlüğü akademisyenlerin sınıflarından, odalarına üretme, aktarma, bilimsel tartışmaları paylaşmayı sağlayan akademik özgürlüğün ayrılmaz parçasıdır. Akademik özgürlük, üniversiteyle akademisyen arasında kurulan hak ve yükümlülük ilişkisini belirler. Üniversite yönetimleri bu sayede araştırmanın sınırlarına, düşünce seviyelerinin aktarımına müdahil olur ve akademisyene politika üretme imkânı tanırlar. Akademisyenlerin ve üniversitelerin akademik özgürlüğe, kişisel haklar kadar, bilimin yaşaması için de ihtiyacı vardır. Akademik özgürlük, akademisyenin yönetim sürecine katkı sunmasını sağlar. (Butler 2017)
2006 yılından beri akademisyen olarak üniversitedeyim. Üniversitede birçok haksızlığa şahit oldum. Akademik özgürlüğün en büyük güvencesi olan “iş güvencesini” savunan arkadaşlarımın mücadelesini gördüm onları alkışladım. Çoğu bugün bu mahkeme salonundan çıkmamı bekliyor. Yanyanayız.Üniversitede çalıştığım on bir sene boyunca sözlerimi özgürce dile getirdiysem, bazılarıyla beraber yargılandığım, çoğu işini kaybeden dostlarım sayesindedir.
Farklı sebeplerle imzaladığımız metin için idari soruşturmaların hedefi olduk, kanlarımızdan dem vuran savaş lordlarını okuduk, imzanı çek ya da biz gönderelim tehditlerini duyduk. Bugün kariyerimiz bıçak sırtındadır hayatlarımız korkulara gebe ama yaşıyoruz ve yaşatmak istiyoruz. İnsanın onuruyla yaşamasını istediğimiz için bunları yaşıyoruz. İmzacı tüm akademisyenler olarak tarihin en büyük adaletsizliklerinden birinin içindeyken üretmeye çoğalmaya devam ediyoruz. Sanırım en önemli sınavlarımızı, en güçlü derslerimizi de bu süreçlerde verdik. Bu adaletsizliğin yok edilmesi ancak bu davaların sonucunda mahkemelerimizin vereceği kararlarla mümkündür.
Bu soruşturmada, akademisyenlerin geçmişinde şiddeti savunan, savaşı savunan bir insan bulamazsınız çünkü bu bir vicdan meselesidir. Yıllarca kürsülerinde dirsek çürüten, makaleleri için sahada, laboratuvarda ya da masalarında zamanlarını üretmeye adayan bilim insanlarının, gençleri mesleklerine ve hayatlarına hazırlayan üniversite hocalarının, yani bizlerin ölümden, silahtan yana durması beklenemez.
Ben de ölümlere dur demek istediğim için metindeki tek gerçeğe odaklandım. O da barış için gönüllüktür. Güvenlik Teorileri ve Uluslararası ilişkilere Giriş derslerimde defalarca anlattığım gibi Barış, iletişimin ve uzlaşma politikalarının yürüyebileceği tek haldir. Şiddetin kalıcı olarak durduğu, yapıcı politikaların üretildiği ortamdır ve yine öncesinde söylediğim gibi kırılgandır. Nitekim 2012’den 2015’e kadar, devletin inisiyatifiyle başlayan barış süreci şiddettin durduğu, hükümetin yapıcı çaba gösterdiği dönemi işaret eder. Tam da bu nedenle müzakere koşullarının hazırlanması ve kalıcı barışın sağlanması için çözüm kurulmasına dair talep beni etkilemiştir. Sosyal medyada metni gördüğümde bu talepleri destekledim. Bölgede yürüyen savaşa karşı içimde büyüyen mutsuzlukla metnin geri kalanında kullanılan sert sözleri de metnin odak noktası olarak görmedim. Sert sözler öfkeyle söylenir öfke şiddet üretmediği sürece yerini uzlaşmaya da bırakır, uluslararası ilişkiler bunun defalarca tecrübe edildiği bir disiplindir.
Doktora sonrası akademik çalışmalarını savaş ve kadın üzerine yönlendiren bir akademisyenim. Feminist uluslararası ilişkiler çalışıyorum yani dünyaya her şeyden önce kadınların gözünden bakıyorum. Hiçbir eylemim kadınların ve çocukların yaşamının ötesine geçmediğini silahların militarizmin önce kadınların ve çocukların yaşamlarını etkilediğini biliyorum. Feminist bir akademisyen olarak kadınların cesetlerinin günlerce yerde ateş altında kaldığı, bir kız çocuğunun cesedinin soğutucuda beklediği bir ortamda kimin şiddetin sorumlusu olduğunu düşünmeden şiddetin durdurulması çağrısı en önemlisi oldu benim için. Çocuklar sokakta top oynarken, bir kadın öğretmen okuluna giderken, yolda kör bir kurşunla vurulmamalıdır. Şiddet her koşulda durdurulmalıdır. Bu sınırlarda bölgede yaşayan Kürtleri etkileyen çatışma için devleti müzakereye çağırmak benim akademisyen olarak sorumluluk ve haklarım arasındadır.
İddianameye yönelik yapacağım tek savunma şudur: Ne iddianame de geçen çağrıyla ilgili bir bilgim vardı ne de çağrıyı yapan kişiyi biliyordum. Ben devletlerin temel aktör olarak kabul edildiği bir disiplinin öğretim üyesiyim çağrının devlete yapılmasını son derece normal karşıladım. Demokratik, parlamenter ve modern devletler şiddeti durdurabilecek güce ve inisiyatife sahiptir. Yaşam ve meslek etiğimi bir mahkeme savunmasında önünüze serdiğim şu koşullarda silahlı hiçbir örgütün propagandasını yapmam.
Hemen şiddetin durdurulmasını isteyen bir metnin altına imzamı attım. Bugün şiddet propagandası ile suçlanıyorum. Bu durumu çok tutarsız buluyorum. Sözcüklere ilişkin düşünceler her bir kişiye göre değişir. Metinde benim barışın sağlanması için çözüm olarak gördüğüm müzakerelerin başlaması, şiddetin durdurulması imzamı atmamın sebebidir. Devleti aşağılamadığım gibi hiçbir şiddeti örgütünü yüceltmem, propagandasını yapmam mümkün değildir. Kullanılan ifadelerin altına imza atmamın sayın mahkemeniz tarafından anayasaya uygun olarak ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu değerlendirmesini ve beraatımı talep ediyorum. (GB/BK)