Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisine imza atan Atatürk Üniversitesi (AÜ) Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Ramazan Kurt üniversitedeki görevinden uzaklaştırıldı.
14 Ocak'ta bir grup Kurt'un çalıştığı Edebiyat Fakültesi'ne girerek tehditkar ve ırkçı sloganlar atmış, telefonla ölüm tehditleri aldığını söyleyen Kurt, İHD Erzurum Şubesi'ne başvurmuştu.
15 Ocak’ta savcılıkça tutuklama istemiyle Erzurum 2. Sulh Ceza Mahkemesi’ne sevkedilen Atatürk Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ramazan Kurt yurt dışı yasağı şartıyla serbest bırakılmıştı.
Ramazan Kurt ile bildiriyi imzaladıktan sonra yaşadığı süreci konuştuk.
Can güvenliğinin bulunmaması nedeniyle Erzurum’da artık hayatını sürdürmesi mümkün olmadığı için İzmir’e ailesinin yanına gelen Kurt, “Emniyetten, Koruma Büro Amirliğine gönderdiler. Oraya benim geldiğimi bildiği hâlde bir polis amiri ben orada yokmuşum gibi ‘O imzayı atanı biliyorsan onun kafasına ben sıkarım’ diyerek tehdit etti” dedi.
“Bu kadarını tahmin etmiyordum”
“Barış İçin Akademisyenler” nasıl bir araya geldi ya da siz bundan nasıl haberdar oldunuz?
İki yıl önce böyle bir oluşum olduğundan haberdardım ama içeriğini pek bilmiyordum. Bildiri metnini ise Twitter üzerinden gördüm. İmzacı olmak isteyince bildirinin yayınladığı siteden üniversite ve unvan girilerek imza atılacağını öğrendim. Metnin oluşumunda bir dahlim olmadı tabi ama ülkede yaşananların barışçı yollarla çözülebilmesi için 9 Ocak’ta da imzamı attım.
Bildiri hakkında Cumhurbaşkanı “aydın müsveddeleri”, “kapkaranlık insanlar”, “çeyrek porsiyon”, “lümpen” dedi; Başbakan, Bakanlar ve diğerleri tarafından bildiriye imza atan akademisyenler hedef gösterildi… Sedat Peker “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” dedi. Bu kadarını tahmin ediyor muydunuz?
Bu kadarını tahmin etmiyordum. İmza atmadan önce çekincem şuydu: Bu şekilde imza atmanın, reformist bir eylem tarzı olduğunu, bütün yasaların meşru olduğu hukuk devletinde bunun sivil toplumun bir tutumu olabileceğini, böyle bir dile getirme tarzının ise çok da işlevi olmayacağını düşünüyordum. Çünkü daha önce de defalarca imzalar atılırdı ama gündeme pek gelmezdi. Bunu belli gazeteler haber yapardı, bazı insanlar paylaşırlardı ki, onlar da zaten ortak kaygıda olan insanlardı. Şimdi ise sivil ölümleri yaşanıyor. Orada olanlara dair sağlıklı bilgi alınamıyor ama bir yandan da devlet yetkilileri “Teröristler temizlenecek” türünden açıklamalar yapıyor. Ülkenin akademisyenlerinin böyle bir şeye tepki göstermek için zaten biraz fazla beklediklerini düşünüyordum.
Hatta sistemin bu şekilde ilerleyişini durdurmak ve kamuoyunun ilgisini oraya çekebilmek için daha farklı eylem tarzları geliştirilmesi gerekiyordu; bunun için, bir sivil itaatsizlik eylem türü olarak dersler bırakılabilir, boykotlar yapılabilirdi. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çıkışı ama bundan da önce kimi medya organlarının akademisyenleri hedef göstermesi, belki de Cumhurbaşkanı’nı harekete geçirdi. Hangisinin hangisini tetiklediğini bir kenara bırakacak olursak, ülkede yaşanan bütün felaketleri, bir anda akademisyenlerin attığı imzaya yükleyerek, bunun üzerinden hedef gösterilip düşmanlık yaratıldı. Buraya kadar geleceğini evet, tahmin etmedim. Olanlar iktidarın sınırlarının buraya kadar geçtiğini de gösterdi aslında.
“YÖK’ün bu tutumu beni şaşırtmadı”
Erdoğan’ın açıklamasının ardından YÖK de “derhal gereğinin yapılacağını” söyledi. YÖK’ün tutumunu nasıl değerlendirirsiniz?
YÖK’ün bu tutumu beni şaşırtmadı. YÖK tamamen resmi ideolojinin üniversiteler üzerinde tahakküm uygulamak için olarak kurulmuş bir kurum. Fakat mevcut iktidarın, önceki dönemlerde YÖK’ün bir takım İslam karşıtlığı uygulamalarından mustarip olduğunu ve başa gelirlerse bu kurulun kaldırılacağını söylediklerini hepimizi biliyoruz.
Ancak bugünkü siyasi iktidar bunu yapmak yerine YÖK’ü bir güç olarak kullanmayı tercih etti. Bu anlayış silahlı kuvveler, emniyet, eğitim ve sağlık gibi pek çok alanda da hakim. İktidar daha önce bunlara karşıt iken onları olumlu yönde dönüştürmek yerine, bir güç olarak kullanmayı seçti. Dün YÖK, 1980 darbesi sonrasında jakoben Kemalizm’e dayanan bir iktidar tarzını topluma dayatmak için bir araçken, bugün de sağcı muhafazakar “tekçi” anlayışı dayatan bir kurum olarak işlev görüyor. YÖK’ün Başkanı Yekta Saraç’ın Cumhurbaşkanı’nın karşısında el pençe divan vaziyeti bu ilişkinin iyi bir özeti. Yalnız YÖK Başkanı’nın değil, üniversite rektörlerinin de, ki nasıl seçildiklerini biliyoruz, Cumhurbaşkanı’nın karşısında nasıl bir pozisyonda olduklarını çok iyi gösterdi bu olay.
“Hiç kimse giremez ama bir grup hariç”
Bildiriye imza attığınız için görevli olduğunuz üniversitede önce hakkınızda üniversite senatosu “kınama mesajı” yayınladı sonra ülkücü gruplar tarafından odanız basıldı; ölüm tehdidi aldığınız ve can güvenliğiniz tehlikede olduğu gerekçesiyle yaşadığınız il Erzurum’da İnsan Hakları Derneği’ne başvurdunuz. Bu süreç nasıl yaşandı?
13 Ocak çarşamba sabahı yine fakülteye gittiğimde ki, o gün sınav gözetmenliği görevim vardı, öğrencilerimden biri bir gazetede (Erk Haber) hakkımda yapılmış bir haberi bana gönderdi. O zaman işlerin ciddiye bindiğini fark ettim. Fakat görev başındaydım ama aynı zamanda uzaklaştırılmışım; haberim yok! Aynı gün, öğleden sonra gözetmen olan diğer arkadaş “Sabahki sınava siz girdiniz bu kez ben gireyim” dedi ve odama gittikten beş dakika sonra odam basıldı.
Peki, ben de o üniversitede öğrenim gördüğüm için biliyorum ki, yabancı insanların fakültelere girmesi yasak. Bu kişiler nasıl girebilmiş içeri?
Daha önce, sanıyorum 2014 Mayıs’ında bir grup ülkücü ellerinde sopalarla fakülteye girmişlerdi zaten; camı çerçeveyi indirerek… Şimdi de giriyorlar; güya terörist avına çıkmışlar. Resmen şiddet uyguluyorlar. Devletçi olduklarını söylüyorlar ama diğer yandan kamu malına zarar veriyorlar. Odaları basıyorlar, güvenlik görevlileri ve emniyet ise onları izliyor.
Şunu gördüm: Üniversite yönetimi, emniyet ve o ülkücü grup aslında aynı mekanizmanın farklı işlevlerini yerine getiren gücün yanında. Evet, fakültenin girişine turnikeler yapıldı, hiç kimse giremez ama ülkücüler hariç! Bu sefer de içeri girdiler, “Seninle hesaplaşacağız” diye tehdit ettiler. Durumun vahametini o zaman anladım. Hemen arkadaşlarımı arayıp İnsan Hakları Derneği’ne başvurdum. Ardından da Öğrenci Birliği Konseyi ve Ülkü Ocakları bir açıklama yaparak benim ismimi alenen ifşa etti. 14 Ocak’ta ise üniversitede aleyhime protesto gösterisi yaptılar.
“O imzayı atanın kafasına sıkarım” tehdidi
Bildiriye imza attığınız için tutuklama talebiyle çıkarıldığınız mahkemede “yurtdışına çıkma yasağı” konularak serbest bırakıldınız. Amaç bildiriye imza atan insanları korkutmak veya sindirmek mi?
Akademisyenlerin sadece naif bir tutumundan dolayı yargılanabilecekleri olgusu, toplumda bir otosansür oluşturulması için de bir araç. Eğer akademisyenlere bile böyle şeyler yapılabiliyorsa, ülkedeki muhalif güçlerin işlevini de ciddi biçimde daraltma söz konusudur. Akademisyenlere açılan soruşturmaların büyük bir kısmının Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla olduğunu biliyoruz. Bana ise Savcılık, medyaya düşen haberleri ihbar olarak alıp resmen kendisi soruşturma açtı. Terörle Mücadele Kanunu kapsamında Türk Ceza Kanunu (TCK) 312’den yargılıyorlar beni. Savcının sorduğu sorularla bu kadar üstüme gelmesinin nedeni, herhangi bir örgütün sempatizanı gibi bir ifadeyi kullanmamı sağlayıp bunun üzerinden yargılamaya devam etmekti.
Sorgulanmanız sırasında susma hakkınızı kullanmıştınız değil mi?
Emniyet sorgumda susma hakkımı kullandım. Savcılık sorgumda ise Savcı, devletin katliam yapıp yapmadığını soruldu; cevap vermedim. Ve o an evet, korktum başıma bir şey gelecek diye.
Emniyete koruma talebiyle gittiğimde, ki önce Savcılığa ardından Valiliğe, oradan da emniyete geçtik, oradan bizi Koruma Büro Amirliğine gönderdiler. Oraya gider gitmez, benim geldiğimi bildiği halde bir polis amiri ben orada yokmuşum gibi “O imzayı atanı biliyorsan onun kafasına ben sıkarım” diye tehdit etti. Ben de o kişinin ben olduğumu söyledim. Ve o an şöyle bir sorgulamanın içine girdim: “Beni kime karşı korumalarını bekliyorum?” Avukatım vasıtasıyla koruma istemeye gitmiştik ama en başından beri beni koruyacaklarına zaten inancım yoktu. Oysa beni evimden almaya geldiklerinde bir emniyet amiri korumam olduğunu da söylüyordu bir yandan. Onlara güvenememiş, avukatımla gitmiştim emniyete teslim olmaya! Böylece medyada evimden alındığım yönündeki haberleri de düzeltmiş olayım.
Sizin imza atmanıza yönelik “kafasına sıkarım” diyen emniyet amiri hakkında suç duyurusunda bulunmayı düşünüyor musunuz?
Devletin başındaki insan bizi hedef gösteriyor. Devletin kurumları güya görevlerini yerine getiriyorlar. Bunun karşısındaki mağduriyetimi giderecek merci neresi olabilir? Emniyetteki o insanla ilgili nereye suç duyurusunda bulanabilirim ki? George Orwell, “1984”te “Emniyet kurumları güvenliği sağlayan değil, emniyeti tehdit eden kurumlardır” demişti. Böyle bir durumla karşı karşıyayız.
“Akademisyenler toplumun at sineğidir”
Size ve hakkında soruşturma açılan, gözaltına alınan, uzaklaştırılan, hedef gösterilen diğer akademisyenlere yapılanları ifade özgürlüğü bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ülkede sağ muhafazakarlar solda bir dinamizm olmadığı sürece hiçbir şekilde devreye girmezler. Bundan dolayı bir ilerleme de kaydedilemiyor, karşıt görüşe saygı duyulmadığı veya demokrasiyi içselleştiremedikleri için. Daha demokratik bir ülke tasavvur eden insanların veya solcuların yaptıkları her eylem karşısında negatif bir şey yapıyorlar. Böyle bir karşıtlık üzerinden kendini inşa ediyor o çevre. Bu yüzden böyle bir bildiri beklemedik onlardan. Sağ muhafazakarlar görüşler egemen yapıyı yeniden üretmesiyle ve çıkış noktası nedeniyle tikeldir; çok küçük bir grubun çıkarını esas alır. Sol ise daha demokratik ve herkesi içine kapsayacak evrensel değerleri savunur; çoğulculuğu esas alır. Sağ muhafazakar yapının yansımalarını ise üniversitede farklı görüşte olanların sanki Türkiye karşıtıymış gibi gösterilmesi şeklinde görüyoruz. İfade özgürlüğüne gelecek olursak, sağ ideolojiler 90’larda başörtüsü üzerinden mağduriyetleri noktasında ifade özgürlüğünü çokça savundular. Hatırlayın, şu anki Cumhurbaşkanı bir şiirden dolayı yargılanmıştı. Kendisi de bundan mustaripti. Ancak kendisine zarar veren gücü ele geçirince toplum üzerinde baskı kurmaya başladı. Dolayısıyla bir yorum farkı olduğunu düşünüyorum. Bu ülkede yaşanan olayları siyasi iktidarın, Cumhurbaşkanı’nın, ana akım medyanın bize gösterdiği şekliyle yorumlamıyoruz. Farklı bir açıdan bakıyoruz meseleye. Bu ise bir akademisyenin mutlak görevidir.
“Akademisyenim emniyet mensubu değil”
Bir akademi ne zaman ki ortak fikirdedir, o akademi bitmiştir. Akademinin asıl işlevi, yeni fikirleri ortaya çıkarabilmek. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da ortaya çıktığı gibi insanlar toplumun bir kısmını şoke eden ifadeler kullanabilir. Bizim yayınladığımız bildiri de bu kapsamda değerlendirilebilir. Sokrates’in dediği gibi, ben toplumun başına musallat olmuş bir at sineğiyim. At sineğinin atı rahatsız etmesi gibi. Ama şu var ki, o iyi bir rahatsızlıktır, atın daha hızlı gitmesini sağlar. Toplumun aydınları ve akademisyenleri de toplumun at sineğidir. Bir toplumun, bir kurumun içinde farklı fikirler ne kadar fazlaysa, o kadar gelişmeye açıktır. Diyalektik işler çünkü bu süreç.
Kaldı ki bir akademisyen olarak benim görevim bu; yeri geldiğinde devleti eleştirebilmek, bu toplumu rahatsız edecekse de. Biz bu yüzden maaş alıyoruz. Ben bir emniyet mensubu gibi değilim. Benim bu ülke için yapacağım hizmet, eleştirel düşünmeyi savunmak, toplumsal sorunlarla ilgili insanların farklı bakış edinebilmelerini sağlamak. Benim görev tanımında bu yazıyor.
Bildiriyi imzaladıktan sonra kimi yerlerinin sorunlu ve bildirinin eksik olduğunu ifade ettiniz. Neydi bu eksik ve sorunlu yanları?
Akademisyen çevrenin böyle bir bildiri hazırlarken daha özenli bir dil kullanmasını isterdim fakat asıl problem bu değil. Benim bahsi geçen beyanım Savcı karşısında avukatımın yönlendirmesiyle söylemek zorunda kaldığım bir ifadeydi. Benim birebir görüşümü yansıtan bir tutum değildi.
Ülkedeki ve dünyadaki kimi akademisyenlerden, sinemacılardan, yazarlardan, iletişim öğrencilerinden “Barış İçin Akademisyenler”i destekleyenler oldu. Peki, görev yaptığınız üniversitedeki diğer öğretim elemanlarından ve öğrencilerinizden size destek geldi mi?
Öğrencilerim destek oldular. Mahkeme sürecinde de sağ olsunlar yalnız bırakmadılar. Erzurum’daki sivil toplum kuruluşları aynı şekilde destek oldu. Bunun dışında, üniversiteden bir arkadaşım hep yanımdaydı ve bir de bir hocamız telefonla arayarak geçmiş olsun dileklerini iletti. Ancak destek bir yana, kendi fakültemden arayıp geçmiş olsun diyenler bile olmadı.
“Başka yerde yaşam kurmaya çalışıyorum”
Star yazarı Cem Küçük “O aydınlar için medeni ölüm mekanizmaları kurulmalı” diye yazmıştı. Siz de hem üniversitede hakkınızda verilen karar ve tehditlerle karşılaştınız. Şimdiden sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Önce Cem Küçük ve çevresinin medeniyeti ölümün bir yöntemi olarak algılaması çok manidar. Öldürmenin medeni yollarını ararlar; yaşamanın, yaşatmanın değil! Çünkü yaşamanın medeni yolu onlar için bir hakaret. Hiçbir zaman akıllarını o yönde çalıştırmak gibi bir kaygıları olmamıştır. Medeniyeti bu şekilde bir bedenin varlığına son vermek olarak göreceksek, oradaki yaşam alanınızın elinizden alınarak, mesleğinizden işinizden gücünüzden edilerek zorla göç, öldürmekten hiç de farklı değil. Bu anlamda evet, bir ölüm gerçekleşti. Fakat onlar son darbeyi yapmıyorlar. Beni oradan uzaklaştırmak istiyorlar ki, ben şu an zaten oradan uzaklaşmış durumdayım; yaşam alanımdan, sosyal çevreden, üniversiteden…
Bir anlamda yaşadığınız ilden uzaklaştırıldınız?
Evet, yani kökümden koparılıp alınıyorum; başka yerde yaşam kurmaya çalışıyorum. Cem Küçük’ün içi rahat olsun. Bunu başardılar. Mutluluğunu sürsün bunun. Sadece benim için de değil, diğer hocalar için de benzer durumlar söz konusu çünkü. Akademi açısında düşünürsek de fikirsel yorum yapılmasına engel olacak düzeyde bir tahribat var ortada. Bildiri bu şekilde karşılanınca Güneydoğu’daki olaylardan daha çok konuşuldu. Oysa bizim amacımız orada olana dikkat çekmekti. Şimdi pek çok akademisyen kendi yaşamsal sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. Öte yandan benim Erzurum’da hayatımı sürdürmenin anlamının kalmadığını düşünüyorum.
Az önce akademisyenin görevi, “eleştirel düşünmeyi savunmak, toplumsal sorunlarla ilgili insanların farklı bakış edinebilmelerini sağlamak” demiştiniz. O halde bir incinme diyebilir miyiz?
Benim Erzurum’a gelme motivasyonum sıklıkla savunduğumuz insani değerlerin, evrensel ilkelerin yaşamsallaşabilmesi için akademik yapı içerisinde olacaksam eğer; İzmir, İstanbul, Ankara gibi görece temel çağdaş normlara ulaşmış yerlerde değil, bundan mahrum kalmış yerlerde bunu yapmamın anlamlı olacağını düşünmüştüm. Erzurum’da az da olsa bir sivil toplum var, mücadele eden insanlar, öğrenciler var; ama akademisyenler çevresinde böyle bir şey yok. Ben bu görevi yerine getiren biri olacaktım orada. Şu an bu motivasyondan yoksun kalma nedenim beni orada üniversitenin, yargının, emniyetin ve toplumun bir bölümünün istemediğini görmüş olmam. Benim orada yaşamamın bir anlamı kalmadı derken kastettiğim tam da bu. (SE/BK)