Fotoğraftakiler: Aslı Odman, Alper Açık, Can Candan, Yonca Demir, Nazim Dikbaş ve İrem Afşin
Uzun yıllardır ders verdiğiniz akademinin kampüsünde olmak yerine, öğrencilerinize ders anlatacağınız saatlerde, haftanın her günü adliyede hapis cezası almanız muhtemel bir mahkeme salonunda “ülkenizde neden barış istediğinizi” savunmanız olarak anlattığınızı düşünün. Absürtlük sınırlarında gezen bir film senaryosuna benzeyen bu sahneler, 11 Ocak 2016'da "Bu Suça Ortak Olmayacağız" barış bildirisine imza atan yüzlerce akademisyen için artık bir hayat gerçeği…
Barış bildirgesine imza attıkları günden bu yana neredeyse üç yıl geçti. İlk Barış Akademisyeni duruşması 5 Aralık 2017 günü görüldü.
TIKLAYIN - Akademisyen Yargılamalarının Sayılarla Bir Yılı
“Barış İçin Akademisyenler” son bir yılda bazı haftaların her gününü Barış Bildirisi'yle ilgili açılan davalar nedeniyle adliyede geçiriyor. Davaların birinci yıldönümünde ülkenin önemli akademisyenleri için ardı ardına ceza kararları çıkmaya devam ederken, uzun bir “Çağlayan Akademisi” gününün ardından yaşadıkları süreci, hislerini, düşüncelerini ve yarattıkları dayanışmayı Barış İçin Akademisyenler grubundan Aslı Odman, Alper Açık, Can Candan, Yonca Demir ve Nazım Dikbaş ile konuştuk.
Video: Fatih Pınar
Barış talep etmek için imza attığınız bildirisinden beri neredeyse üç yıl, bildirgeye attığınız imza nedeniyle davalar açılmasının üzerinden ise bir yıl geçti. Bu süreç, gözaltılar, KHK ile ihraçlar, iktidar ağzıyla karalama kampanyaları ve uzayıp giden davalar dönemi ile devam ediyor. Bazı haftalarda neredeyse her günü Çağlayan Adliyesi'nde duruşma takibi ile geçirdiğiniz bugünlerde, gelinen nokta size ne hissettiriyor?
Alper Açık: Öncelikle yorgun olduğumuzu söyleyerek başlayabiliriz. Neredeyse üç yıldır devam eden bu süreçte bazı arkadaşlarımız haftalarca tutuklu kaldı, birçok arkadaşımız gözaltı yaşadı, KHK’ler döneminde yüzlerce kişi kamu görevinden ihraç edildi, artık akademiyle ilişkileri kesilmiş durumda. Akademiyi Dayanışma Akademileri ile dışarıya taşımak suretiyle verilmiş bir cevap da var, ancak tabii ki çok ciddi hak kayıplarından bahsediyoruz. Bir yıl önce davalar açılmaya başladığından beri yüzlerce kez bu yere geldik, yüzlerce duruşma takip ettik, arkadaşlarımız yargılandı, önemli sayıda ceza çıktı.
Ama biz "barış" talebinden hiç vazgeçmediğimizi her fırsatta dile getirdik, dile getirmeye de devam ediyoruz.
Hepiniz barış bildirgesine imza atmış akademisyenlersiniz. Bu süreçte yaşadıklarınızı da göz önünde bulundurarak, barış bildirisine neden imza attınız, bugün aynı durum ve şartlar söz konusu olsa yine imza atar mısınız?
Aslı Odman: İtiraf etmem gerekirse ben çok “bilinçli” bir imzacı değilim, böyle bir toplumsal karşılığı olacağını düşünmedim, her zaman online imza metinleri konusunda çekinceleri olan biriydim, muhatabı ve öznesi olmadığım, somut olarak mücadelesini vermediğim bir konuda imza atmak hoşlandığım bir şey değil, benim için bir istisna oldu. Daha önce yargıya, basına gelen tasfiyenin akademiye de geleceğine inanıyordum, faşizme varacak kadar otoriter bir döneminden geçip de söz üreten organların tasfiye edilmediği hiçbir yer ve zaman olmamış. Bu tasfiyeye tekil cadı avları üzerinden değil de benim için bugün bir örgütlenme listesi teşkil eden, dostlarımı ve yoldaşlarımı bulduğum bir listeyle girmiş olduğum için mutluyum. Bu zaten gelecekti, sadece bir imza yüzünden akademiye gelmedi, ancak daha önce örneğini görmediğimiz kadar bir arada olmayı, akademinin, bilginin, birikimin ne işe yaradığını beraberce ilişkilsel düşünmeye bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
Sanırım bu sadece bir düşünce değil, rutin baskının karşısındaki birliktelik, birlikte iş yapma tarzı oluşturmak, ihlallerin, savunmaların kaydını tutmak, kısaca bu dayanışma hali beni mutlu ediyor. Aslında dayanışma çok akademiye dair bir şey değildir. Gittikçe daha da kopuyor zaten, teker teker herkesin kendi ofisinde bir diğeriyle rekabet halinde olması öngörülüyor.
Kendi adıma konuşayım, bu akademiden epey sıtkım sıyrılmıştı. Bu süreç bir işe yarayan akademik entelektüel süreçlere dair inancımı artırdı. O yüzden Çağlayan mesaisini, "Çağlayan Akademisi"ni çok ciddiye alıyorum. Burada yapıp yapamadıklarımızın ötesinde de bir deneyim biriktirip aktarabildiğimize inanıyorum.
Alper Açık: "Şimdi olsa yine imzalardım"
Alper Açık: Şimdi olsa yine imzalarım, bu konuda hiçbir şüphem yok. ‘Neden imzaladım’ sorusuna gelince, akademisyenliği pek kimlik olarak taşımayı seven biri olmadım, ancak tarihsel olarak baktığımızda herhalde sorgulama, eleştirel düşünce geleneğinden dolayı üniversitelerden çeşitli hak ihlallerine ya da toplumsal olaylara dair bazı tepkilerin daha sık verildiğini görebiliyoruz. Amerikalı akademisyenler neden Irak sürecine karşı çıkmıyorlar dediysek veya İsrailli akademisyenler Filistinlilere karşı işlenen suçlara neden ses çıkarmıyorlar gibi sorular soruyorsak, biz de burada kendi coğrafyamızdaki hak ihlallerine ses çıkarmak, karşı olmak zorundayız diye düşünüyorum. Elimizdeki sosyal ve kültürel kapitali toplum yararına kullanmak zorundayız. Bu imzanın temel işlevinin de bu olduğunu düşünüyorum, bu coğrafyada yaşanan hak ihlallerine karşı bir çığlığa dönüşmesi olarak görebiliriz. Çok abartılacak bir durum değil belki, düşünebilen insanların sorumluluğu olarak görülebilir.
Can Candan: Arkadaşlarımın söylediklerine katılıyorum. Çok temel olarak böyle bir sorumluluğum olduğunu düşündüğüm için imzaladım. Tekrar böyle bir durum olsa - ki oluyor zaten çünkü çeşitli hak ihlalleri hala devam ediyor- bunlara karşı tepkimi ortaya koymaktan geri durmam, o zaman da geri durmadım, şimdi de durmam. Düşünen bir insan, akademisyen kimliği de olan bir insan olarak, yıllar içinde çeşitli hak mücadelelerinde yer alan insanlar olarak, doğal olarak hak ihlali ile karşılaştığımız zaman sesimizi çıkarmamız gerekiyor. Dolayısıyla tabii ki yine olsa yine imzalarım.
İmzayı atalı neredeyse üç yıl olacak, bu süreç tabii bize bir sürü şey öğretti. Benim hiç aşina olmadığım Türkiye'de hukukun nasıl işlediği ve işlemediğini öğrenmek için ilginç bir fırsat oldu. Aynı zamanda burada akademinin duvarları dışında da birlikte olmanın bir pratiğini yaşamaktayız, bu da benim için çok kıymetli. Kendi akademimin duvarları arasında karşılaşamayacağım, temas edemeyeceğim bir sürü insanla burada temas etme şansım oldu. Sadece akademisyenler de değil, ilginç bir şekilde hakimleri, savcıları, mübaşirleri, sivil ve üniformalı polisleri yakından tanımak, işleri başında görmek için de bir fırsat oldu, bunu da her şeye rağmen bir fırsat olarak görüyorum.
Yonca Demir: Ben kendimden bahsetmeyeceğim, zaten arkadaşlarıma katılmamam mümkün değil. Ama "keşke imzalamasaydı" dediğim arkadaşlarım, tanıdıklarım oldu. İşinden atıldı, tek başına çocuk büyütüyor, yazdığı makaleden adı çıkarıldı, evde hasta yatıyor, bazıları keşke imzalamasaydı diyorum.
Nazım Dikbaş: "Barış zamanın ötesinde bir talep"
Nazım Dikbaş: Ben de biraz daha genel anlatmaya çalışayım. Barış zamanın ötesinde bir talep, çok yakın durduğu başka bir kelime var, yaşam. Biz barışı savunuyoruz, yaşamı savunuyoruz. Bu 2015'in 2018'in meselesi değil, dolayısıyla tek kişinin, hatta 1128 kişinin meselesi de değil. Biz her şart altında barışı savunmaya devam edeceğiz, biz olmazsak başkaları edecek. Buna karşı yıkımı, yok etmeyi, insanları birbirine düşman etmeyi, kutuplaştırmayı savunanlar olacaktır. Ama biz adil olacağız, kendi hayatımızda, ilişkilerimizde dayanışmadan yana olacağız. Akademide de basında da hukukta da sokakta da böyle olacağız, okullarımızda, sınıflarımızda, kendi evlerimizde de böyle olacağız. Bu zaten bir insanın bir gün yapıp bir gün yapmadığı bir şey değildir. Adı da barıştır, adı da yaşamdır.
İktidardan gelen karalamalar ve yoğun medya kampanyasının hemen arkasından gözaltılar başladı, dört akademisyenin tutuklu olarak geçirdiği süreçte bir basın açıklaması da sürece dahil edildi, sonra da KHK’ler ile barış akademisyenlerinin çoğu ihraç edildi. Biliyoruz ki, KHK ile ihraç edilmeyen, ancak üniversitesinde soruşturmaya uğrayan, ilişiği kesilen akademisyenler de var. Çok kıymetli ve etkileyici istatistik rakamlarınızla konuşursak, KHK’li kaç barış akademisyeni var, kaç akademisyenin ilişiği kesildi, kısaca o imzadan sonra akademisyenlerin hayatında neler oldu?
Can Candan: İmzadan sonra hayatı bir şekilde etkilenmemiş hiç kimse yok...
Can Candan: "İmza akademideki eşitsizliği görünür kıldı"
Aslı Odman: Bu imzanın bedeli akademi genelinde, imzacılar arasında çok adaletsiz dağıtıldı. İmza, akademideki eşitsizliği görünür kıldı. Özellikle gençler, en güvencesiz şekilde mesleğe adım atanlar çok daha ağır bir bedel ödediler. Genç akademisyenler demişken, kendi üniversitesinden dönem ortasında uzaklaştırılan, başvurduğu her üç üniversitede de kara listeye alındığını öğrenen, KHK’li olmayı bırakın, aynı üniversitede yıllarca akademik mesaiden sonra bir işi bile olmadığı için yaşananları kişiliği üzerine alarak intihar eden Mehmet Fatih Tıraş'ı analım. Malum nicelikler herkese farklı hissettirebiliyor.
Metropol ve taşra ayrımından bahsetmek de lazım; taşrada olanlar sadece işinden olmak değil, aynı zamanda kapısına polis gitmesi, kafasına silah dayanması, kentin tek ana caddesinde siyah cipler tarafından taciz edilmesi gibi kötülükler yaşadılar. Metropollerde ise, kültürel ve sosyal sermaye açısından kıdemli olan üniversiteler ile nispeten daha yeni 2000 sonrası AKP üniversiteleri arasında çok fark oldu, bunları çok açık bir şekilde görebildik. Süreç aslında ağırlıklı olarak vakıf üniversitelerinde işten çıkarmalarla başladı, ancak KHK'lar ile daha önce en güvenceli sayılan kamu görevindeki devlet üniversitelerindeki akademisyenlerin statüsü, yani 657 numaralı Memuriyet Kanunu fiilen topyekûn dönüştürüldü. Unutmadan, süreç içerisinde altı tane TC vatandaşı olmayan, yabancı ancak kendini bu imzayı atacak kadar bu ülkenin, bu coğrafyanın yaşam ve barış mücadelesi içinde hisseden akademisyenler de işten atıldı. Onların ödediği bedel de 'vatandaş olmama, yabancı olmak' üzerinden kesildi.
Bunlar bizim çok titizlikle tutmaya çalıştığımız veriler, çünkü devlet 'hak ihlali yok' diyor, biz 'var' diyoruz. Hak ihlalleri verilerini tutmamızın nedeni sadece kendi derdimizi anlatmak değil, "yok denilen" hak ihlalleri, bu eşitsiz dağıtılan yekûn bedel, esasında var olan sözünü söylediğimiz barışla ilgili hak ihlalleridir, bu verileri titizlikle tutmak, dayanışmanın da önemli faaliyetlerinden biri...
Alper Açık: Tabloya bakarsak, vakıf ve devlet üniversitelerden toplam 407 imzacı arkadaşımız KHK’lerle ihraç edildi. Buna iş akdinin feshini, zorla emekli ettirmeyi, zorla istifa ettirilenleri de kattığımız zaman bizim bildiğimiz 549 "işinden olan" arkadaşımız var. Can’ın dediği gibi, bu süreçten etkilenmeyen arkadaşımız yok, sayılara belki yansımasa da, üniversitesinden uzaklaştırılmamış, zorla emeklilik ya da istifaya zorlanmamış olsa da, genel olarak sürecin gidişatı, hele de mahkeme süreciyle beraber önemli sayıda arkadaşımızın da yurtdışına çıkarak çalışmalarına devam ettiğini de belirtelim.
Aslı'nın söylediği gibi, çok eşitsiz bir dağılım bu. Akademisyenlerin özellikleri ile beraber farklı üniversitelerin tutumları da çok belirleyici oldu. Siz bir hukuk devletinde yaşıyorsanız, bir standart beklersiniz, bir konu varsa sonuçlarının herkes için aynı olmasını beklersiniz. Ama gördüğünüz gibi herkesin ihraç edilmesi veya işten çıkarılması söz konusu değil. Burada insanların ihraç edilip edilmeyeceğini belirleyen unsurları sormak gerekiyor. Bu cevaplar da üniversitelerin tavırları, rektörlerin kararları ile ilgili olacaktır.
Aslı Odman: Toplam 2212 imzacı 372 yurtdışındaki, 111 de Türkiye'deki üniversiteden geliyor. Türkiye'de iki elin parmakları kadar sayıda üniversite, bünyesindeki barış imzacısı akademisyenlerin isimlerini KHK’lere vermedi. Bu rakam 10'u geçmez. Diğerlerinin hepsinde rektörlerin hazırladığı karma listeler vardı, sadece birinci imzacılar, birinci-ikinci imzacılar… Ki isimleri Ankara'ya vermeyen üniversitelerin ciddi bir kısmında da envaı türlü psikolojik şiddet, baskı ve engelleme uygulandı imzacılara. Çok açık bir şekilde bunu yapan üniversitenin yöneticilerinin ikbal sorunu var, bu otoriter sistemle uyum çok açık bir şekilde görülüyor, bunu da söylemek lazım.
Can Candan: Yapıları itibariyle aslında rektörlerin akademisyenlerin özgürlüğüne sahip çıkmaları gerekiyor. Böyle bir görevleri var, ancak burada görevi ihlal söz konusu. İş güvenliğinin sağlanması, akademik ortamın sağlanması gibi görevlerini yapmıyorlar. Akademisyenlerin hakları rektörler ve yönetimler tarafından bir kez daha ihlal edilmiş oluyor. Eğer bir üniversite içinde imzacı sayısı fazlaysa, o imzacılar dayanışma sergileyebiliyorsa, yanyana durabiliyorsa bu yönetimlerin tavırlarını etkileyebiliyor. O az sayıda üniversiteye baktığımızda çoğunlukla bunu görebiliyoruz.
Yonca Demir: "Gitmeyi tercih etmek zorunda kalanlar oldu"
Yonca Demir: Bazıları da atılmadan üniversitesinden çıktı, kendi çevrelerini kullanarak yurtdışına gitti. Aslında bu insanları da saymak lazım, burada kalmayı tercih ediyor olabilir ama ‘etmemeyi tercih etmek’ zorunda kaldı, gitmeyi tercih etmek zorunda kalanlar oldu. Bu da üniversitelerdeki hoca gruplarının bileşimini değiştirdi ve üniversitelerin muhalif öğrencilere tutumunda da değişiklik yarattı, daha kolay disiplin soruşturması açmaya başladılar, o öğrenciler daha sahipsiz kaldı.
Can Candan: Bir şey daha eklemek istiyorum, dışarıdan baktığınız zaman bir kişinin üniversiteden ayrılmasında hiçbir zorlama yok gibi gözüküyor. Diyelim ki emeklilik zamanı gelmiş, ama o üniversitede 15 yıl daha çalışmak istiyor, ancak olanlardan dolayı emeklilik kararını öne alıyor. Dolayısıyla bir insanın üniversiteden ayrılma kararını zorlamayla alıp almadığını tespit etmek o kadar kolay değil, bireysel hikayelere bakmak, sormak lazım. Tam görünmeyen niteliksel etkiler var. Bu mesele üniversitenin içini epey değiştirdi, çok kan kaybı oldu.
Davalar dönemine geçelim, aslında duruşmalar başlı başına ayrı bir konu başlığı. Sayılarla konuşalım ama dönemin nasıl ilerlediğini de anlatırsanız sevinirim. Şimdiye kadar kaç imzacı akademisyene dava açıldı?
Nazım Dikbaş: Şu ana kadar açılan dava sayısı (17 Aralık 2018 itibariyle) 536.
Şöyle bir perspektiften bakmak iyi olur, Ekim'de yaptığımız bir röportajda bu rakam 380'e yakındı. Demek ki 3 aylık sürede en az 156 hocamıza daha dava açıldı. Şehir sayısı da artıyor. 1128 ilk imzacı var, ikinci grup imzacılara da dava açılmaya başladığının bilgisini alıyoruz, demek ki rakam daha da artacak. Bunu daha önceki sorunun cevabıyla da ilişkilendirmek mümkün; insanların doğrudan işten atılması veya sözleşmelerinin fesh edilmesi veya artık bulundukları bölümlerde devam etme isteklerinin kırılmasına varacak süreç zaten devam eden bir süreç. Bunların da artıp yoğunlaştığını göreceğiz, çünkü biliyoruz, tek tek söylemekle bir yere varamayız ama artışı göreceğiz.
Benzersiz hikayeler yaşanıyor: Belki bu Türkiye cumhuriyet tarihinin ilk tasfiyesi değil ama, ilk kez tanık olduğumuz durumlar oluştu; bölümlerin, programların toptan ortadan kalktığı örnekler var, neden? Oradaki hocaların hepsinin veya on hocadan dokuzunun bölümle ilişiğinin kesilmesi, işten atılması veya emekli edilmesi sonucu bölümlerin artık ‘olmayışını’ da gördük. Bunun da nasıl bir yoksullaşmaya neden olacağını, öğrenciler ve hocalar açısından ama aynı zamanda bu ülkenin kendi zenginliği açısından ne anlama geldiğini takdir etmek zor değil.
Aslı Odman: "Akademinin üretimi bir salça, bir tomruk değil"
Can Candan: Belki de bölümler kapatılmayabilir, çünkü öğrenci sayıları çok yüksek, kontenjanlar arttırılmış durumda, ama bölümler kapatılmasa bile hocalar tasfiye edildikten sonra o bölümlere hükümete daha yakın duran tabir yerindeyse ‘biat eden’ akademisyenlerin alınarak o bölümün tamamen bambaşka bir bölüm haline gelmesinden bahsediyoruz. Eleştirel düşüncenin olmadığı, muhalif seslerin çıkamayacağı, o anlamda da öğrencilerin ufuklarının sınırlı kalacağı ve hak ettikleri eğitimi, öğrenimi, deneyimleri alamayacakları, adı olup da kendisi olmayan yerlere dönüşmesi söz konusu, bu tehlike de var.
Aslı Odman: Davalardan buraya gelmişken nicelikten niteliksel dönüşüme de bakalım; elle tutulması çok zor bir diğer mesele de otosansür. Doğası gereği akademinin üretimi bir salça, bir tomruk değil. Ülkede başka şeylerin yapılmasına imkan sağlayan sözü, kavramı, kuramı, tasarımı geliştirdiği için, buradaki üretimin şartlarının değişiyor olması, toplumun dönüşümünde uzun vadeli bir etkiyi ifade ediyor. Bu etki, sosyal devletin ve toplumun, ekosistemin sürdürülebilirliği açısından, yaşam açısından önemli. Otosansür meselesinde, hangi konuların çalışılıp çalışılmadığı, hangi konulara doğru kaymanın olduğu da önemli.
Bunu hissedebiliyoruz ama anlatması çok zor. Beyin göçü rakamları tam söyleyemesek bile elle tutulur bir şey, tabii ki çok önemli, ancak burada kalanların da otosansüre düşmek zorunda kalması önemli. Kadrolar değişmese, ikame olmasa bile herkes bir tık hizalanıyor diye düşünüyorum. Yeni gelenler için bir güvenlik soruşturması tehdidi var, ama bir yandan da başka makbul konular üzerinden daha kolay elde edilen performans puanları denilen 'havuç' var, orada bir birikim var, konuya akademik teşvik sisteminde komisyonlarda kimlerin oturduğu üzerinden de bakmak lazım.
Bu süreçte Çağlayan'da tek bir günde kırkın üzerinde duruşma, dolayısıyla onlarca farklı ağır ceza mahkemesi, farklı hakimler ve mahkeme heyeti görüyorsunuz. Bu öyle bir tecrübe ki, birlikte geçirdiğimiz için iyi biliyorum, hangi hakimin nasıl davranacağını, ne diyeceğini, nasıl bir karar vereceğini üç aşağı beş yukarı kestirebileceğiniz kadar yoğun bir süreç. 500 küsur dava deyince okuyucuların gözünün önüne nasıl bir tabloya baktığımız belki gelmez, ama geçtiğimiz haftalarda bir günde 43 farklı duruşmaya girdiğiniz oldu, geçen adli yılda haftada iki günle sınırı kalan barış akademisyenleri duruşmaları, bu adli yılda bazı haftalarda haftada beş gün sabahtan akşama kadar süren bir Çağlayan mesaisi gerektiriyor.
Öte yandan, gerek sayısal gerekse dava içeriği açısından Barış İçin Akademisyenler davaları, Türkiye siyasi ve akademik tarihinde gerçek bir “ilk”. 12 Eylül döneminin 1402’likleri dahil, ne Aydınlar Dilekçesi, ne Barış Derneği Davası ne de başka bir bildiri bu barış bildirgesinin kitleselliğine erişemedi. Bütün bu kitleselliğe rağmen tek tek açılan yüzlerce davadan dolayı benzersiz bir devlet hışmına bakıyoruz. Daha önceki benzer bildiriler ile bir karşılaştırma yaptınız mı, sizce farklar veya benzerlikler var mı?
Nazım Dikbaş: Ben farklılıklardan çok benzerliklere bakmaya çalışıyorum. 80’lerde yaşanan davalarda da kuvvetli bir dayanışma görülüyor, neticede bizimkini de bir dayanışma geleneğinin devamı olarak görüyorum. Barış Derneği Davası benim çok ilgimi çekti, o davadaki savunmaları okudum, Barış Derneği Başkanı Mahmut Dikerdem'in üstelik kanser hastasıyken nasıl hapse atıldığını, Reha İsvan'ın savunmasını, Vedat Türkali'nin muhteşem savunmasını okudum.
Tabii bizi çarpan şey, savunmaların güzelliği, kıvraklığı, aynı bizimkilerde olduğu gibi hem ironisi, hem taviz vermezliği, bunlar her zaman bize çok kuvvet veren şeyler. Ama üzücü olan şey nedir? O zaman da barış talebinin herhangi bir hesaba dayanmadığını, gerçekten yaşamdan yana bir talep, ülkenin daha iyi, daha mutlu, daha adil, daha özgürlükçü bir ülke olması için yapılmış bir talep olduğu görülmeyip, sanki bunun arkasında bir şey varmış gibi, birtakım yakıştırma, uydurma suçlamalarla bugün sevgiyle, mutlulukla anılan bu insanların kendilerini anlatmak için büyük çabalar sarf ettiğini görmek, onların içinde bırakıldığı durum açısından üzücü, ama 30- 40 sene önce verilmiş savunmalarla olan benzerliklerimizi göstermesi açısından da kuvvetlendirici. Sadece Türkiye içinde de düşünmemek lazım, dünyanın her yerinde barış olması çok evrensel bir taleptir. Yaşam ancak o zaman yeşerir, yaşam o zaman kuvvetlenir. Bu açıdan bakınca süreklilik görüyorum ama tabii 2018'in kendine özgü şartları, Çağlayan Adliyesi'nin kendine özgü şartları var. Kurulmuş olan bu yeni sistemin hiç görmediğimiz hukuksuzlukları mevcut, daha önce görmediğimiz usul ihlallerinin çağında yaşıyoruz, bu açıdan bir farklılık var. Bizim talep ettiğimiz çok temel bir şey, çok öz, en esas şey ve talebimizde herhangi bir değişiklik olmamış…
Yonca Demir: "Çağlayan'ı bizim yaptık, burası bizim oldu"
Her akademisyenin bu dayanışma sürecine kattığı kendi alanından farklı deneyimler ve çalışmalar, üretimler var, mühendisin kattığı farklı, felsefecinin kattığı farklı. Her biriniz hem imzacısınız, hem de yüzlerce davayı takip eden, arşivleyen, verileri derleyen gönüllüler grubunu, bir çeşit "izleme komitesi"ni oluşturdunuz, bu süreci anlatır mısınız, nasıl bir araya geldiniz ve hangi çalışmaları yürütüyorsunuz?
Yonca Demir: Davalar açılmaya başlayınca, ne yaparız ne ederiz diye konuştuk. Kimimiz birbirimizi tanıyorduk ama herkes de birbirini tanımıyordu doğrusu, bu süreç sayesinde epey bir tanıştık. (Gülüşmeler...) Tabii ki birbirimizi yalnız bırakmayacağımız açıktı, işte öyle duruşmalara gelmeye başladık. Duruşmalara gelmeye başlayınca duruşma takvimini takip etmek, notlarını almak gerekti, duruşmalarda önceden bilmediğimiz şeyler oldu, yok avukat şunu mu talep etti, savcı mütaala mı verdi, gereği düşünülünce ne dendi, istinabe mi oldu, o neydi, o mu oldu bu mu oldu derken… Bütün bunları yavaş yavaş birtakım dosyalara girmeye başladık, numaralandırdık, bazı arkadaşlarımız robotlar (programlar) yaptı ki soru sorduğumuzda dosyalarımızdan hızlı cevap gelsin. Böylece aslında kendi hayatımızı kolaylaştırmaya çalıştık. Hala da kimseyi yalnız bırakmıyoruz, bazen arada kaçanlar oluyor tabii. Çağlayan'ı bizim yaptık, burası bizim oldu. Benim şahsen korktuğum bir mekan iken, daha metrobüse binerken herkes biliyor benim "oraya" gittiğimi diye düşünürken, artık burası bizim oldu.
Alper Açık: Dayanışma dediğimiz zaman zaten sürecin tamamına bakmak lazım. Biz İstanbul'dayız, bir çok açıdan ister istemez İstanbul daha hareketli. Davalar burada açıldı, en fazla imzacısı olan kent burası, biz de İstanbul'da bulunan arkadaşlar, ki bazılarımız tanışıyorduk, insanlara bilgi vererek birazcık işin belleğini oluşturmaya başladık diye düşünüyorum. Zaten başka bir şansımız da yoktu! Sürecin başına baktığınız zaman, dört tane tanıdığımız, sevdiğimiz meslektaşımız hepimizin attığı imza nedeniyle tutuklanmış, ne yapacaksınız ki? Süreci tanımlayan en önemli kelimelerden biri "keyfilik". Hukuk devletinde yaşadığımızı artık hiçbir şekilde hissetmiyoruz diye düşünüyorum. Ben kendimi yaşadığım ülkenin sorunlarına dair meraklı biri olarak tanımlayabilirim, ki sanıyorum hepimiz öyleyizdir, ama bu süreç çok öğretici oldu. Hukukun ne kadar yok olduğunu görmek için çok önemli ve acı verici deneyime dönüştü.
Aynı imzayı attığımız arkadaşlarımız tutuklandığı zaman ne yapacağız diye konuşurken, daha önceki deneyimlerden yola çıkanlar 'nöbet tutalım' dediler. Arkadaşlarımızın serbest bırakıldığı celseye kadar kendimizi hapishane önlerinde, Silivri'de Bakırköy'de nöbet tutarken buluverdik. Bunlar öyle önceden düşünülmüş, alınmış kararlar değildi, ama sonuçta sizi dayanışmaya iten bir hukuksuzluk var.
Aslı Odman: Sağolsun devlet... (Gülüşmeler)
Alper Açık: 529 tane davadan bahsediyoruz burada. En az 15 aylık standart hapis cezalarının verilmesinden bahsediyoruz, 14 Aralık itibarı ile bu standardın üzerinde verilen cezalar da gördük. Bu işin nicelik boyutu, bir de nitelik boyutu var. Bazı ACM'lerde "seni tutuklatırım" gibi tavırlarla karşılaşıyoruz, gerçekten hukukun H'si ile bağdaşmayacak tavırlar bunlar, kopya mütaalalar gibi tuhaf şeyler görünce ne yapacaksınız? Herşeyi sineye mi çekeceksiniz? "Ah tamam herkese hapis cezası verilsin, konu kapansın" mı diyeceksiniz? Birtakım insanlar belki haftalarca, belki aylarca özgürlüklerinden mahrum kalacaklar. İşte biz böyle bir süreçle karşı karşıya kaldık. Dayanışma deyince, "bazı gönüllüler var, şöyle işler yapıyorlar"ın da ötesinde insanlar etraflarına, davalara, hapis cezalarına bakıyorlar ve dayanışma adına neler yapabileceklerini düşünüyorlar. Eminim bizim bilmediğimiz şeyler de yapılıyordur, Antalya'da, Kocaeli'nde, Diyarbakır'da, Dersim'de mutlaka birşeyler yapılıyordur. Şimdiki dava süreci Çağlayan merkezli gittiği, birebir tanıdığımız çok sayıda akademisyen yargılandığı için, şehir şartları da düşünülünce biz daha çok bu işlerle uğraşır görünüyoruz, ama bazı davalar başka şehirlerde görülecek, oralarda daha farklı dayanışma görüntüleri ortaya çıkacak, belki insanların aklına başka fikirler gelecek ve o fikirler de uygulanacak.
Aslı Odman: "Kanaatler manzumesi iddianame"
Yargılama sürecindeki tuhaflıklar ve garipliklerden bahsetmişken; siz "mutlak barış" talep eden bir metne imza attınız, fakat ortaya bu talebin tam tersini kasteden bir iddianame çıktı. O iddianame, ağırlıklı olarak "terör örgütü propagandası" yaptığınızdan ve devleti suçladığınızdan bahsediyor. Yargılama sürecinde ise Türk hukuk tarihinde pek de görülmemiş duruşma akışları yaşanıyor. Tabloyu canlı tutmak için aklınızda kalan gariplikler ve absürt halleri konuşalım isterim.
Aslı Odman: Tek bir tuhaflıktan bahsetmeyeceğim ama normalleşen süreç zaten tuhaf: 20 küsur ACM var, 500’ü aşkın açılan dava var, benim ismim siliniyor, onun ismi yazılıyor, kes-yapıştır 17 sayfa iddianamemiz var, virgülü noktası ve bütün imla hatalarıyla aynı bir "kanaatler manzumesi". Hadi o iddianame öyle oldu, sonra açık yargılama başladı, tek tek her birimize davalar açıldı, bu açıdan her seferinde yeni bir yargılama olması lazım. Bu absürtlüğün yeteri kadar altını çizemeyiz: Sanki 20 küsur tane ağır ceza mahkemesinin hepsinde savcılar ve hakimler telepatiyle anlaşıp aynı metne aynı mütaalayı verip aynı gerekçeli hükmü veriyorlar. Bu mümkün değil! Artık önlerindeki ekranın ardına saklanarak kısık bir sesle "Marksist..." diye okumaya başlayınca "hah mütaala geldi" diyoruz, öbür tarafta "Basın yoluyla..." deyince "bu da hüküm" diyoruz, bunun telepati dışında akli bir açıklaması olamaz!
Burada esas olarak bütün yargı sürecinin yargı dışında bir yere bağlandığını, dava açılma sürecinden nasıl devam ettiğine kadar her gün gözümüzün içine sokan, bütün bu granit sarayların, ağır ahşapların, parıltılı cüppelerin de bizi inandıramadığı bir ‘performans’ yaşanıyor. Bu hikaye burada dönmüyor. Bütün bu ağırlık bizi bu hikayenin burada döndüğüne inandıramıyor. Ne kadar ağır bir dekorasyon var etrafta, ama ‘tiyatro’ burada gerçekleşmiyor, oyun ya da senaryo başka bir yerde yazılmış.
Yonca Demir: Birçok çarpıcı savunma var. Bir hocamız beni çok etkileyen, gayet iyi bir savunma verdikten sonra, kes-yapıştır mütaalayı alınca kürsüye çıkıp "Ben kendimi çok aşağılanmış hissediyorum, sayın savcı siz benim yüzüme bakabiliyor musunuz?" diye sordu. Sonra bazı mahkemeler bu tip olaylardan ders alıp hazır mütaalayı orada vermemeye, okumamaya, sadece çıkış almaya veya UYAP'a yüklemeye başladılar. "Sen-siz" tartışmaları çok fazla yaşanıyor. Hakim karşısında kelli felli bir hoca olduğunda 'sen' demiyor da biraz daha genç olunca direkt 'sen' diyor. Bize "ağır ceza mahkemelerinde herkese sen denir" gibi bir ders veriyor. İddianamedeki hiç delil gösterilmeyen suç isnadı, sonradan PKK'nin dağ kadrosundan olduğunu öğrendiğimiz Bese Hozat'tan talimat almış olmamız. Bunun için delil gösterilemediği gibi, bu talimatın metni bile iddianamede yok. Bir arkadaşımız bulup mahkemede okudu. Tarihinin yanlış yazıldığını ve Barış Bildirisi ile o çağrının taban tabana zıt olduğunu iki metni yan yana bizzat okuyarak gösterdi.
Aslı Odman: "Biz değil mahkeme heyeti salondan çıktı"
Aslı Odman: Savunma alınmadan hüküm verildiği oldu, o bir 'ilk'ti, bir kez de avukat ya da sanık mevcut olmadan, mazeretliyken hüküm verildi. İlk celseden 15 günden az bir süre sonrasında hüküm verilmesi gibi bir durum da yaşadık. Normal akışta iddianame yüzüne okunur, açık aleni yargılanma yapılır, savunma yapılır, mütaala verilir, ek süre istenir, mütaalaya dair savunma verilir. Bütün bunların en azından iki üç celse sürmesi gerekiyor. Bir arkadaşımızın davasında, birinci celse avukat başka bir akademisyen duruşmasından gelmek üzereydi, hakim avukat salonda hazır değil diye herkesi salondan kovdu, ikincisinde HAGB kabulü için baskı yaptı, avukat itiraz edince avukatı ve bizleri salondan çıkarmak istedi, biz "salondan çıkmıyoruz endişeliyiz, hocamız ve avukatımız olmadan çıkmayacağız" dedik, her gün gördüğümüz, hikayelerini bildiğimiz, onların da bizim hikayelerimizi bildiği güvenlik görevlileri içeri sokuldu, 20 güvenlik bize baktı, biz onlara baktık, kolumuza bile dokunmadılar, sonunda mahkeme heyeti salondan çıktı. Bu davanın üçüncü celsesinde ise savunma alınmadan, mütaala gizli kapaklı UYAP sistemine yüklenerek, hüküm açıklandı. Bütün bunlar, Alper'in dediği gibi ‘keyfilik’ işte, hiçbir usul hukukuna uyma ihtiyacı duymayan hakimler de var, onlar başka bir iktidar performansı sergiliyorlar, farkındayız. Yaşadığımız hak ihlalleri açısından adil yargılanma sürecindeki ihlalleri en üst sıraya koyarım.
Yonca Demir: Aslı'nın anlattığı olayda, mahkeme heyetinden bir hakim güvenliğe "tutun kollarından atın dışarı, işinizi size biz mi öğreteceğiz?" dedi ama atmadılar!
Can Candan: "Kalemli terör örgütü" diye şakalaşıyorlar
Can Candan: Adliyede çalışanların bir kısmı durumun ne kadar komik olduğunun, bunun nasıl bir ‘tiyatro’ olduğunun çok farkındalar. Duruşma listesine "hocalar" yazıyorlar, "kalemli terör örgütü" diye şakalaşıyorlar. Bazı insanlar durumun çok farkında, güvenlikler olsun mübaşirler olsun, hatta bence polisin içinde de durumun ne kadar abes bir durum olduğunu, Türkiye'nin yüzlerce akademisyeninin bir nevi öç alma çabası sonucunda burada olduğunun, bizim burada olmamamız gerektiğinin de çok farkında olanlar var. Bunları onlarla yaptığımız ufak sohbetlerde hep görüyoruz.
Davalar sürecinin en uç noktası sizce ne olacak? Bütün imza atan akademisyenlere dava açılacağını öngörüyor musunuz? HAGB - Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması- kabul eden akademisyenler açısından ileride bir hapishane süreci yaşanabilir mi?
Can Candan: Burada Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın ve uluslararası anlaşmaların ihlali söz konusu. İfade özgürlüğü ve adil yargılanma ihlali gibi çok temel özgürlüklerin ihlalinin fiilen gerçekleştiği ve bunun da hukuk kisvesi altında yapıldığı bir durumla karşı karşıyayız. Bu ileriki bir dönemde daha da net ortaya çıkacak bir şey. Biz de şu anda davaların sergilendiği bir tiyatroda her şeyin nasıl gerçekleştiğinin kaydını tutuyoruz. Gelecekle ilgili söyleyebileceğimiz şeylerden bir tanesi, günü geldiğinde, bu hukuksuzluklar için gerçek bir hukuğun karşısında hesap vereceği.
Bu çıkan kararlar çok önceden verilmiş kararlar. Siz bu ‘tiyatroyu’ oynayıp, herkese bu cezayı vereceksiniz. Neden 15 ay? Eğer siyasi ortamda bir değişiklik söz konusu olmazsa, Terörle Mücadele Kanunu'nun (TMK) 7/2 maddesine göre "terör örgütü propagandası yaptınız" diyecekler bize, bunu basın yoluyla yaptınız diyecekler, TMK 7/2 maddesi 1 yıldan 7 yıla kadar ceza öngörüyor, bize en alttan ceza veriyorlar 1 yıl, basın yoluyla yaptığımız için bunu 1.5 ile çarpacaklar, olacak 18 ay, 1/6 oranından iyi hal indirimi yaparak bunu eksi 3 ay düşürecekler, geriye kalıyor 15 ay. Bize soruyorlar, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını istiyor musun, istemiyor musun? HAGB'nın kabul edilmesi onlar için daha avantajlı, bu birtakım itiraz yollarının kapanması anlamına geliyor, aynı zamanda da Türkiye Cumhuriyeti'nin bir akademisyeni hapse tıkılmamış oluyor. Karara varılan davalarda HAGB kabul etmeyen iki hocamızın bir üst mahkemeye itirazları süreci devam ediyor, o süreç sonunda ne kadar süre hapis yatacakları belli olacak, henüz belli olmadı.
Anladığım kadarıyla normalde noter gibi çalışan üst mahkeme de bu süreci uzatıyor. Görünen o ki siyasi anlamda bir şey değişmediği sürece, bu davalar açılmaya, bu kararlar verilmeye devam edecek ve herkese verilecek ceza da en az 15 ay hapis cezasıdır. HAGB kabul edenler 'şimdilik' işlerine devam edecekler, bu her an değişebilir, ceplerinde pasaportları varsa kalacak, ama herhangi bir suç işledikleri anda bu HAGB durdurulacak, hem yeni suçtan yargılanacaklar, hem de eski suç, aldıkları bu hapis cezası tekrar devreye girecek.
Nazım Dikbaş: "Adliyeye gelip bizimle dayanışanlar canlarımız"
Üç yıl sonra durumun kamuoyuna yansıması noktasında eksiklikleri de göz önünde bulundurursak, kamuoyundan ve geriye kalan ‘özgür basın’dan nasıl bir beklentiniz var? Belli ki bu süreç daha uzun bir süre devam edecek. Kamuoyuna nasıl bir mesaj vermek istersiniz, nasıl bir destek istersiniz, nasıl bir tutum sergilenmeli?
Nazım Dikbaş: Zaten ilgilenenler dışında kendimiz için bir şey istemiyoruz, öyle anlaşılmasın. Öncelikle bu süreci gün be gün -bizden biri gibi demek istemiyorum- bizden biri olarak takip eden bianet'e teşekkür etmek istiyoruz. Oradaki her gün bizimle beraber olan muhabir arkadaşlar bizim canımız. Basından gelen başka arkadaşlar da var. Burada şunu vurgulamak isterim; biz akademisyeniz onlar basın diye bakmıyoruz, bu muhabir bianet'ten, öteki başka bir mecradan, hayır bu değil konu. Bu süreçte herkes bir arada, kurumların, unvanların, çok önemi yok. Davaların yoğun olduğu dönemde basın mensuplarıyla, farklı partilerden milletvekilleriyle, akademisyenleriyle, hala tutuklu olan 70 bin öğrencimizle, Türkiye'nin her yerindeki düşünce suçlularıyla bir arada yürüttüğümüz bir süreç. Bugün bizim davalarımız sürerken bizimkine rakip bir uydurma iddianameyle yargılanan Büyükada'dan alınan insan hakları savunucularının duruşması vardı örneğin, o davada yargılananlar da arkadaşımız, oradaki avukatların bazıları bizim de avukatımız. Herkes birbirinin davasını takip ediyor, bu böyle bir zaman dilimi. Dolayısıyla bizimle dayanışmaya gelecek herkesle dayanışmayı güçlendirecek şekilde bir arada durmaya çalışıyoruz.
Alper Açık: Bu davalar en uç noktada ne olacak diye sormuştun, şöyle olacak: Herkes aklanacak, eninde sonunda bütün akademisyenler de akademisyenlerin barış bildirgesi de aklanacak. Bu istinafta mı olur, Anayasa Mahkemesi'nde mi olur, AİHM'de mi olur bunu bize zaman gösterecek.
Yargılayanlar da yargılananlar da çok iyi biliyor ki, bütün bu yaşananlar konjektürel, hükümet değişti diye siz evrensel hukuk kurallarını değiştiremezsiniz, Kürt sorununu bir güvenlik sorunu olarak dayatan yaklaşım karşısında ses çıkarmış bir grup akademisyenden bahsediyorsak, bunun zaten ‘ifade özgürlüğü’ kapsamında olduğu ortada. Ama ne oluyor? Hükümet politikasını değiştiriyor diye, beş yıl önce söyleseniz suç olmayacak bir şey iki sene önce söylediğimiz için suç haline geliyor. Bu durumu çok net ortaya koymak lazım.
Biz beş yıl önce de barış diyorduk, hala da diyoruz. Bütün bu sürecin sonunda aklanacağımıza dair en ufak bir şüphemiz yok, ama nerede nasıl olur, onu bize zaman gösterecek.
Kamuoyundan beklentimiz ise herkesin hukuka sahip çıkması, çünkü sadece bizim davalarımızda değil, davaların açılmasından yargılama sürecine kadar her davada müthiş bir hukuksuzluk söz konusu.
Aslı Odman: “Yaşam ve barış mücadelesi her yerde”
Aslı Odman: Bizim basın açıklamalarımızda da söylediğimiz barış sözünün geniş tutulması, yaşam konusu önemli. Barış akademisyenlerinin barış sözüne sahip çıkmak, bizim davalarımıza gelerek destek vermek değil mesele, bu mesele aynı zamanda 3. havalimanı işçilerinin de mücadelesi, kadın cinayetlerine karşı bir mücadele, arsenikli su içmemek için bir mücadele, engelli bireylerin sokağa çıkabilmesi için mücadele, insanların cinsel kimliği için dışlanmaması mücadelesi, yaşam diye ortaya koyduktan sonra bunların hepsi. Bizde barış denince, imar barışı akla geliyor, oysa ki herkesin işyerinde, evinde, sokağında barışı elde etmesi gerekiyor, bu hakla aynı statüde bir şey. O yüzden bu, daha önce de kolektif deneyimleri olan bir grup insanın bir araya gelerek ekmek su gibi, barışına, onuruna, yaşamına sahip çıkması demek. Her yerde, her köşede o yaşam ve barış mücadelesi devam ediyor…
17 Aralık 2018 itibariyle Akademisyen davalarında son durum 11 Ocak 2016 tarihli “Bu Suça Ortak Olmayacağız” barış bildirgesine imza atan toplam akademisyen sayısı: 2212 17 Aralık 2018 itibariyle dava açılan kişi sayısı: 536 Adliyeye gidilen gün: 125 Kararlar: 62 (53 HAGB + 2 ertelemeli hapis cezası + 7 ertelemesiz hapis cezası) Toplam Ceza Ertelemeli: 2 - Bugüne kadar 9 akademisyen hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını (HAGB) kabul etmedi. İçlerinden 6'sına 1 yıl 3 ay, 1'ine 1 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Altı kişiden birinin cezası mahkemenin kanaatiyle ertelendi. 3 akademisyen HAGB'ye ilişkin beyanları sorulmadı. Birine 1 yıl 6 ay, birine 1 yıl 3 ay, birine 2 yıl 3 ay hapis cezası verildi. * Doç. Dr. Esra Arsan - Karar açıklanmadı. * Arş. Gör. Onur Baysal - 28. ACM - 1 yıl 3 ay. HAGB beyanı sorulmadan HAGB'li ceza kararı verildi. Barış akademisyenleri 10 Mart 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi nedeniyle yaşadıklarını basın toplantısında paylaştılar. Toplantıda açıklamaları yapan Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy (15 Mart 2016) ile Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı (31 Mart 2016) TMK 7/2'de düzenlenen “örgüt propagandası” suçlamasıyla tutuklandılar, 22 Nisan 2016’da serbest bırakıldılar. Savcının talebi üzerine Adalet Bakanlığı “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama"yı düzenleyen TCK 301. maddeden yargılanma izni verdi. Dava TMK 7/2'den sürüyor. |
(İA/HK)