Türkiye ekonomik krizin ortasında kritik bir yol ayrımında. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna sadece dört gün kaldı. Türkiye ya ekonomik krizin sorumlusu olarak gösterilen mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı seçecek ya da ekonomik krizden çıkış vadeden Kemal Kılıçdaroğlu’nu.
Seçim öncesinde Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yükselen ivmesini fiyatlayan piyasalar bir nebze olsun nefes almıştı. Ancak 14 Mayıs gecesi beklenen olmayınca durumlar tersine döndü. Türkiye'nin kredi risk primi (CDS) 494’ten 704’e yükseldi.
Kısacası 85 milyon kişi Pazartesi sabahına bir önceki dönem Türkiye’sine veda ederek uyanacak. Ancak faiz kararları, Kur Korumalı Mevduat (KKM), Merkez Bankası rezervleri, temerrüt riski, göçmenler ve ucuz işgücü gibi tartışmalar seçim öncesinde olduğu konuşulmaya devam edecek.
Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Haluk Levent’e göre Türkiye’nin önünde üç olası senaryo var. Üçü de ortak olarak hasar içeriyor. Büyük, çok büyük, daha da büyük şeklinde. Dinliyoruz…
Türkiye ekonomisinin genel görünümü
Aslında söyleşinin genelinden çıkacak soruyu en başta sormak istiyorum. Siz, Türkiye ekonomisinin şu anki halini nasıl yorumluyorsunuz?
Büyük bir çöküşün eşiğindeymişiz gibi geliyor bana. Çünkü bütün göstergeler döviz likiditesinde büyük bir krizle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Merkez Bankası'nın uygulamaları, aldığı önlemler; bunları 'makro ihtiyaç' diye havalı bir isimle sunsa da panik halde atılmış adımlar. Bankaların müşterilerine yönelik uygulamaya soktuğu yaklaşımlar çok ciddi bir likidite buharlaşmasıyla karşı karşıya kaldığımızın kanıtı.
Belki somut örnekler de vermek gerekir. Bankaların kurumsal müşterilerinin döviz çekimlerine getirdiği limit 5 bin dolar gibi çok komik bir seviye. Yine bireylerin döviz çekimlerini ertelemeye çalışmaları, Merkez Bankası'nın kredi kanalını kapatmaya dönük uygulamaları, kredi kartından nakit avans çekiminin kapatılması, bunlarla dövize olan talebi engellemeye çalışıyorlar. Hepsi likiditede ciddi bir problem olduğunu gösteriyor.
Zaten Merkez Bankası bilançosundan da bunu izlememiz mümkün. Bu koşullar altında öncelikli olarak bir ödemeler dengesi krizi tehdidiyle karşı karşıyayız. Ülke olarak daha önce ödemeler dengesi kriziyle çok karşılaştık. Nasıl olsa bu tür şeylerle sık sık karşılaşıyoruz diye çok telaşlanmamızı gerektirecek bir durum yokmuş gibi gözüküyor. Ancak bu, bizim dalgalı kur rejiminde karşı karşıya kalacağımız ilk ödemeler dengesi krizi olacak.
Bir ölçüde tehdidi büyüten bir mesele bu. Çünkü eğer iyi yönetilmezse sonuçları itibariyle herhalde eskiye nazaran biraz daha yıkıcı olacaktır.
İthalatın kısıtlanmasından tutun -çünkü döviz bulamayınca ithalatı yapmak mümkün olmayacak- ve buna bağlı durgunluğa düşme ve temel ihtiyaçların dahi karşılanmasında zorlanma gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliriz.
"2018'den daha derin bir kriz"
2018 krizinden farklı bir krizden mi bahsediyorsunuz?
Evet, daha derin bir krizden bahsediyoruz. Zaten 2018 krizi bitmedi. Hatta giderek derinleşiyor diyebiliriz. Bu derinleşmenin de anladığımız kadarıyla bir dibi yok. Ne kadar kötü yönetilirse yönetilsin elbet bir yerden döner gibi bir beklenti de yok aslında.
Giderek derinleşen uzun dönemli bir kriz süreci içerisindeyiz ve bu kriz süreci tek bir taraftan da gelmiyor. Çoklu kriz diye bir kavram var. O çoklu kriz kavramının hakkını verecek ölçüde farklı yerlerden bizi vurmakta olan bir krizle karşı karşıyayız.
Üç kötü senaryo
Arjantin çok uzun süreden beri bir ekonomik kriz içerisinde. Yüzde 100’ü aşan ve durdurulamayan bir enflasyonun yanında Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kapısını çalmış durumdalar. Lübnan'a baktığımızda da hem yüzde 190’ı gören enflasyon hem de bir döviz krizi olduğunu görüyoruz. İnsanlar bankalardaki mevduatlarına ulaşamıyor, paralarını çekemiyor. Hatta bankalara saldırı haberleri okuyoruz. Arjantin ve Lübnan, gelecekteki Türkiye için bir örnek mi teşkil ediyor?
Türkiye’nin bu iki ülkeden farklı yönleri var elbette. Ekonomi dediğimiz aslında bir göreli fiyat sistemidir. Ve açık ekonomiyse eğer bu, göreli fiyat sistemindeki en önemli çıpa döviz kurudur.
Siz suni olarak döviz kurunu alıp yukarı doğru çekerseniz bu göreli fiyat yapısını tarumar edersiniz. Yani ortada hiçbir şey kalmaz. Fiyatların uyarlanma süreçleri de kolay olmadığı ve birbirinden farklı olduğu için bir anda etraftaki bütün fiyatlar yanlış fiyatlar olmaya başlar.
Bir sanayicisiniz diyelim. Üretim kararı vereceksiniz. Bir fiyat koymanız lazım. O fiyatı koyarken maliyetleri doğru düzgün hesaplayabilmekten yoksunsanız nasıl fiyat vereceksiniz?
Dolayısıyla herkes çok tedbirli fiyatlar uygulamaya çalışıyor. O tedbirler de ne kadar kötümser olurlarsa olsunlar gerçekleşme o kötümserlikten daha da kötü olabiliyor. Dolayısıyla bütün bunlar piyasalarda faaliyet gösteren iktisadi karar birimlerinin gerçekçi fiyatlardan uzak kalmaları nedeniyle bütün işlemlerde zarar etme riskini doğuruyor.
Herhalde diğerlerinden farklı olarak bu bizim meşhur ‘epistemolojik kopuş’ diye adlandırılan Türkiye modeli çerçevesinde yaşadığımız mesele bu. İrade olarak yaratılmış, derinleştirilmiş bir krizden bahsediyoruz aslında.
Böyle olunca çözümü de bu iradenin ekonomi yönetiminden uzaklaşmasıyla gerçekleşebilecek bir şey. E bunun da mekanizması şu an için seçim.
Mevcut iktidarın politika değişikliğine gitmesi gerekiyor. AKP şu an için kendi kendine bundan vazgeçme sinyalleri veriyor. Tekrardan bir ortodoks programa dönecekmiş gibi. Ekonomi kadrolarında radikal ve özellikle yurt dışı piyasalarının görmekten hoşlanacağı isimleri kapsayacak bir değişiklik… Ama bu görevi, bu koşullar altında kabul edebilecek bir kadro çıkar mı, ayrı bir mesele.
Seçim de bunu gerçekleştirmiyorsa geriye kalıyor büyük olasılık. İktidarın politikalara devam etmesi… Ancak bu politikaların da sürdürülebilir bir tarafı yok.
Bu sürdürülebilirlikten yoksunluk ve sürdürülemez bir politikada ısrar etmek karşılaşacağımız yıkımın, hasarın inanılmaz derecede büyümesine yol açacak. Yani bugüne kadar deneyimlemediğimiz ölçüde büyük bir hasarla karşılaşma ihtimalimiz giderek artıyor.
Muhalefet kazanırsa ki Meclis’te çoğunluğunun olmaması epeyce büyük bir problem yaratacaktır. Bu da hasarın beklediğimizden daha büyük olmasını getirecek bir şey.
Uzun vadeye yayılmış bir programla ve belki de uygun bir zamanda Meclis’in yeniden oluşmasını sağlayacak bir erken seçimle bu işin altından kalkmaya çalışacaklardır. Ama gördüğünüz gibi üç olası senaryo var önümüzde. Üçü de ortak olarak büyük bir hasar içeriyor. Büyük, çok büyük, daha da büyük şeklinde.
Bütün bunların faturasının emekçi sınıfının üstünde kalması neredeyse kesin. Ancak emekçi sınıfının bu faturayı taşıyacak, ödeyebilecek gücü yok.
"İktidar problemin asıl kaynağına işaret etmiyor"
14 Mayıs seçimlerinin hemen öncesinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin asgari ücreti 500 dolar (şu an Merkez Bankası’nın kuruyla yaklaşık 428 dolar) seviyesine çıkartacaklarından bahsetti. Bu, Türkiye için şu zamana kadar ki en büyük meblağ. Şu an için 10 bin TL gibi bir ücret yapıyor. Ücretli kesime nefes aldırmaz mı?
Yapabilirler tabii. Ne diyelim? Ama dolar 20 lirada duracak mı, asıl o problem. 25 liraya, 30 liraya çıkacak olursa dolar o zaman nasıl olacak?
Türkiye'de bir de ‘yüzdürülen şirketler’ diye bir kavram var. Normalde batması gereken ama şu ya da bu şekilde, gerek kayıt dışı istihdamla, hatta kayıt dışı istihdamın ötesinde kayıt dışılıkla hayatını devam ettiren, biraz da buna göz yumulan bir dizi şirket var.
Asgari ücret sonuçta bir çıpa. Yani asgari ücret yükseldikçe ki bu şirketler asgari ücret ödemeseler bile onların da ücret maliyetlerinde bir yükselme oluyor ve bunlar emek yoğun çalışan şirketler. Bunların da faaliyetleri zora girerse bu defa işsizlikle karşı karşıya kalacağız.
Zaten kredi kanalları doğru düzgün çalışmıyor. Yüksek enflasyonla beraber kredi yoksunluğundan kaynaklanan bir durgunluk problemi var. İktisatta kitabi olarak çözümü olmayan türde bir kriz ki bu, stagflasyon aslında.
Sonuç olarak bakan istediği vaadi verebilir. Seçim öncesi duymaya alışığız ama Türkiye'de asıl problemin kaynağına işaret etmiyor bunlar.
"KKM patlayacak bir balon"
Merkez Bankası'nın faiz kararlarına ve Kur Korumalı Mevduat'a (KKM) çok büyük eleştiri görüyoruz ekonomistler ve akademisyenler arasında. Birkaç gün önce de Hakan Kara KKM'yi ponziye/saadet zincirine benzetti. KKM gerçekten de patlayacak bir balon mu?
Ponzinin özelliği budur. Sonuç itibariyle saadet zincirinden bahsediyoruz. Bir tür al ver oyunu. Ponzinin esası kaynak girişine dayanır. Kaynak girişi kesildiği anda da sistem çöker. 120 milyar dolarlık bir büyüklükten bahsediyoruz.
Bazı meslektaşlar diyorlar ki, "Doğru bir sistem içerisinde bu fena da bir şey değil." Ama öyle değil. KKM’nin sürdürülebilmesi için verilen garanti sonuç itibariyle kamuda. Yani Merkez Bankası ve Hazine’de.
Oyuna girenler Hazine ve Merkez Bankası’nın oyunun garantörlüğünü üstlendiğini gördükleri müddetçe burada kalacaklardır. Eğer bir kuşkuya düşerlerse oyunu terk edeceklerdir. Bütün ponzi sistemlerinde de öyle olur. Sonuçta trene son vagonda binenin üstene patlar mesele.
Hazine'nin garantörlüğe devam edecek gücü var mı peki?
Hazine’nin toplam yükümlülüğüne bakmamız gerekiyor. Kamu borcunun seyri 2018’de aşağı yukarı 1 trilyon dolarken şimdi 4.5 trilyon dolar.
Yani 2023 bütçe giderinin tamamından bahsediyoruz. Gelir ne kadar? 4 trilyon doların altında.
Bir de bütçe açığı gerçeği var ki tahmin edildiği gibi olmayacak, çünkü büyük bir deprem yaşadık, KKM’den kaynaklanan ek yükümlülükler de araya girecek.
Bazı hesaplara göre 5 trilyon doları aşıyor. Faizleri de hesaba katacak olursak bu paralar nasıl ödenecek?
Ana oyuncular bütün bunları yakından takip ediyorlar ve bunlar çekilmeye başladığında ne olacak? Döviz talebinde bulunacaklar. O zaman ne olacak? Döviz kurunda TL’nin değersizleşmesi artarak devam edecek. İlk başta bahsettiğim göreli fiyat yapısı yerle bir olacak. Buna adapte olamayan fiyatlar, ücretler başta olmak üzere yaşayamaz duruma düşeceğiz yani. Faaliyet gösteremez duruma düşeceğiz. Bu durum KKM’yi önümüzdeki en büyük risklerden bir tanesi yapıyor.
Türkiye'nin temerrüde düşme ihtimali
Şu zamana kadar iktidarın övündüğü şey kamu borcunun gelişmiş ülkelere oranla çok az seviyede olmasıydı. Anlattıklarınıza bakarak kamu borcunun yükseleceğini öngörüyorum. Önümüzde bir ABD örneği var. Temerrüde düşme ihtimali konuşuluyor. Türkiye için de böyle bir risk var mı?
Borç meselesi önemlidir. Kapitalizmin herhalde en büyük defolarından bir tanesi. Özellikle son zamanlarda neoliberal saldırıyla beraber.
Dünyanın gayrisafi hasılası 100 trilyon dolar civarında. Hesaplara göre küresel borcun miktarı da 300 trilyon civarında. Bir kere ödenemez bir borç var ortada ve bu giderek yükseliyor. Bu sadece Türkiye'nin problemi değil, küresel bir problem.
Ancak master kriterler dediğimiz olgu var. Yani borç stokunun GSYH'ye oranı. Avrupa Birliği ülkelerinde bu yüzde 60. Türkiye’nin yüzde 40’ı aşalı çok oldu ve 40 Türkiye’nin sınırıydı. Ama biliyoruz ki mesela Akdeniz çanağında yüzde 100’ün üzerinde. Ama Türkiye'den ilk farkları şu. Onlar için Avrupa Merkez Bankası bir çıpa. İkincisi, bu ekonomilerin döviz kazanma potansiyeli Türkiye'yle karşılaştırılamaz seviyede yüksek. Üçüncüsü, mali birlik olmadan parasal birliğin olmasını büyük bir tuzak olarak görsem de bu para sisteminin içerisinde olmaktan kaynaklanan avantajları var. Yani onların dış borcu aslında iç borç. Avro temelli. Ancak avrodan çıkarlarsa borçların tamamı dış borca dönüşür.
Avrupa Merkez Bankası onlar için para politikası çerçevesinde yaslanabilecekleri bir duvar. Türkiye böyle değil. Türkiye tek başına. Türkiye için iç borç da problem yani Hazine’nin ödeme kapasitesi.
Türkiye’nin borç bulamamasına ramak kalmış durumda. 900 CDS’in üstüne çıktığımız zaman borç bulma imkanınız kalmıyor.
Kaldı ki Türkiye’nin krizleri hep borç stokunun yüzde 40’ı geçmesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ekonomi yönetiminin bunu dikkate alması gerekir. Ama bunlar zaten iktisat bilmedikleri için ki gerçekten bilmiyorlar, bir de üstüne bizlere hakaret ediyorlar.
"Göçmenler geldi diye kriz olmadı"
Kimi çevreler Türkiye'de uzun süreden beri ekonomik krizin sorumlusu olarak göçmenleri/mültecileri gösteriyor. Bir yandan da kayıt dışılık ve ucuz iş gücü gerçeği var. Buradan baktığımızda ne söylemek istersiniz?
Bu çok kolaycılık. Yani göçmenler geldi diye kriz olmadı. Zaten krize girmek üzereydik. Girmiştik hatta.
Kriz göçmenler hiç yokken de vardı, oluyordu. Çünkü Türkiye ekonomisinin yapısal problemleri var ve bu, yapısal problemleri çözmekten aciz bir ekonomi.
Göçmen meselesini ele alırken şuna dikkat etmek gerekiyor: Göçmen emeğinin bir bölümü kayıt dışı. Olmaması gerekir. Onların da kayıt içerisine alınması gerekir. Ama bunların bir bölümü kendi taleplerini yaratan emekler. Yani şunu demek istiyorum. Eğer göçmen emeği olmasa, mesela Türkiye’nin evde bakım hizmetini gerçekleştirebilecek iş gücü arzı yoktu.
Dolayısıyla onlar Türkiye’ye gelip de birilerini işlerinden etmedi. Bugün o içinde bulunduğu işsizlik halinin sorumlusu olarak göçmen işçileri görenler aslında onlar olmasaydı bugünkünden daha büyük bir işsizlik kitlesinin içinde olacaklarının farkında değiller.
Bir kere düşük ücret politikasıyla gerçekleştirilen rekabet hiçbir koşulda göçmen emeği olsun olmasın sürdürülebilir bir şey değil ve bizim için sefalet yaratan bir şey. Türkiye ekonomi modelinin asli amacı da bu. Defalarca da ilan ettiler. Bu anlayıştan kurtulmamız gerekiyor ama bu bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir şey değil.
Eğitimden tutun, sosyal ve kültürel yapının uygun bir hale dönüştürülmesi gibi bugünkü politik sistemin asla kabul etmeyeceği bazı adımlar atılmasını gerektiriyor. Bir yandan yüksek teknolojiye adapte olabilmek için de bu adımların atılması gerekiyor. Ancak bir yandan kalkıp 'Türkiye modeli' diye ucuz emek üzerinden rekabeti varsayan bir model koymak, ondan sonra kalkıp uçuyoruz, kaçıyoruz, SİHA'larımız var, İHA'larımız var, uçak gemimiz var gibi ‘teknoloji’ yönelimli bir ekonomiye doğru gittiğimizi ima eden açıklamalar yapmak kendi içerisinde çelişen şeyler.
Büyük bir beyin göçü yaşıyoruz. Niye beyin göçü yaşıyoruz? Burada vasıflı emeğe hak ettiği ücreti verebilecek bir iktisadi faaliyet yapısı söz konusu değil de ondan. İkincisi, vasıflı emeğin ihtiyaç duyabileceği sosyal kültürel çevreyi de darmaduman etmiş durumdayız.
İşte bunları ortadan kaldıracak bir adım atılması lazım. Ama bu iktidarın varoluş nedeni zaten bunlar. Dolayısıyla bu iktidarın bu işi gerçekleştirebilmesi hiçbir zaman mümkün değil.
Muhalefet gerçekleştirebilir mi?
Bilmiyoruz deneyeceğiz. Hiç olmazsa bir umut oradan geliyor.
Bu düzen, bu yapı yani ucuz göçmen emeğine ihtiyaç duyan düzen zaten yıkılmaya mahkum bir düzen. Özellikle bu teknolojik gelişmelerle. Çünkü teknoloji üretim sürecini radikal bir şekilde dönüştürüyor ve bizim bu konuda hiçbir adımımız yok. Zaten hep beraber o göçmen emeği statüsüne inmek üzereyiz. Bu gidişle kendimizi de kendi yurdumuzda göçmen hissetmekten başka çaremiz de kalmayacak.
"Türkiye'nin yapısal problemleri Osmanlı'ya kadar gidiyor"
2001 krizinde çıkışın anahtarı olarak Kemal Derviş gösterildi. Yine bugünkü krizden çıkmak için Kemal Derviş gibi bir isim mi gerekli? Ücretli kesimin mağdur olmadığı bir senaryo mümkün mü?
Yok. Ben muhalefetin de bu doğrultuda düşünmediğini biliyorum. IMF de öyle düşünmüyor artık. IMF ve Dünya Bankası 2010’lara gelirken radikal değişiklikler yaptılar.
En son çıkan birkaç makalede önemli isimlerinin ‘Bu neoliberalizm de kötü oldu galiba’ dediğini de gördük, okuduk. Dolayısıyla ortada 2001 krizindeki reçetenin benzerini talep eden kimse yok.
Ben o zaman da IMF'nin şeytanlaştırılmasının bazı açılardan sıkıntılı olduğunu düşünüyordum. Çünkü IMF sonuç itibariyle bir itfaiyeci. Yani siz IMF'ye gidiyorsunuz, 'Yangın çıktı, bana para ver' diyorsunuz. E zaten onun para verirken kullandığı faizi bulabileceğiniz başka bir kaynak yoksa gidiyorsunuz oraya.
O da diyor ki ‘Tamam ben sana vereyim parayı. Ama benim verdiğim bu parayı geri almam lazım. Bunun için de şu şu tedbiri alacaksın.’ O tedbirler de emekçi sınıfları vuran tedbirler.
Ama siz ortaya başka bir program koyarsanız, yani emekçi sınıfları da kollayacak, koruyacak ama onların verdiği parayı da geri vermeyi taahhüt edecek, ona da hayır demez. Şu anda zaten o noktadalar. Bu büyük servet ve gelir eşitsizliğinden sonra…
IMF'nin ortaya koyduğu başka bir şey daha var. Kurallı çalışma, açık kurallar ve şeffaflık. Ama bu, iktidarın düzenine uygun değil. O yüzden iktidar IMF'den olmaz diyorlar.
Tamam, o zaman IMF'ye git ya da gitme. Krizden çıkışın panzehiri kurallı işleyişi getirmek. Ama bir problem daha var burada. Bu kurallı işleyişin ihlali AKP'yle başlamadı. Çok uzun bir geçmişi var Türkiye'de. Osmanlı’ya kadar giden bir geçmiş ve hiçbir zaman biz bununla hesaplaşmadık.
İşin özü bu patronaj ilişkisine çomak sokacak adımı atmaktır. Bunun gündeme getirmediğimiz sürece, bunu yapmadığımız sürece buradan bir sağlıklı çıkış mümkün gözükmüyor bana.
(HA)