Fotoğraflar: Dilek Şen/Nazım Çapkın/Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri
Boğaziçi Üniversitesi'ne daha önce Adalet ve Kalkınma Partisi'nden (AKP) milletvekili aday adayı olan Prof. Dr. Melih Bulu'nun 2 Ocak'ta rektör olarak atanması akademide tepkilere yol açtı. Üniversitede protestolar başladı.
Üniversitelerine atanan Bulu'nun "kayyım" olduğunu söyleyen Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine, daha önce benzer yöntemle rektör atanmış üniversitelerin öğrencilerinden de destek geldi ve böylece 4 Ocak'ta düzenlenen protesto Türkiye gündeminde kendine geniş yer buldu.
TIKLAYIN: Üniversiteliler eylemde: Melih Bulu istifa!
Öğrencileri okula almayan ve biber gazıyla müdahale eden polis, kampüste nöbet tutmaya başladı. Çok sayıda öğrenci de peyderpey sabahları evlerine düzenlenen operasyonlarla gözaltına alındı.
Bu atamaları yapan ise Yükseköğretim Kurulu'ndan (YÖK) gelen listelerden "kendi rektörünü" seçen AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.
TIKLAYIN - Boğaziçi'nde öğrencilere biber gazıyla müdahale
Üniversite bileşenleri ise kendilerine danışılmadan ve seçim olmaksızın yapılan bu atamalara karşı çıkıyor.
Bu itirazlar daha önce İstanbul Üniversitesi'nde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde (ODTÜ), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde yapılan rektör atamalarında da yükseldi.
TIKLAYIN - Akademisyenler ve öğrenciler: Birbirimizden güç alacağız
Ancak Boğaziçi Üniversitesi'nde ortaklaşan itiraz, bir simge olmak üzere. Bunda hem polis şiddetinin, hem Erdoğan'ın hem de Bulu'nun açıklamalarının etkisi var. Buna karşın Boğaziçi de "kabul etmiyor, vazgeçmiyor" ve seçim istiyor.
Süreç hakkındaki sorularımızı yanıtlayan Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Seda Altuğ da "Rektörlüğün atamayla değil, bizlerin rızası ve seçim yoluyla belirlenmesi için demokratik yollarla mücadele etmeye devam edeceğiz" diyor.
Melih Bulu, Boğaziçi öğrencileri tarafından "kayyım" olarak nitelenen ilk rektör değil. Mehmed Özkan'ın atanması da eleştirilmişti. Ancak Bulu daha çok tepki çekti. Aralarındaki fark ne sizce?
2016 yılında atanan rektör Mehmed Özkan seçim yoluyla gelmemiş olmasına rağmen, birçok farklı sebepten ötürü akademisyenlerin büyük çoğunluğu tarafından bugünküne benzer bir tepkiyle karşılanmadı.
Benim izlenimlerime göre, bunun sebeplerinden birisi Mehmed Özkan'ın üniversite içinden olması ve dolayısıyla üniversitenin yönetim geleneğini ve liberal akademik kültürünü biliyor ve bunları benimsiyor olmasıydı.
Bunun dışında 2016 darbe girişimi sonrası Türkiye'nin siyasi atmosferinde Boğaziçi Üniversitesi'ni bir kurum olarak gerek idaresi gerekse de akademisyenleriyle koruyabileceğine dair hâkim bir inanç vardı.
Yeni bir aşama
Akademisyenlerin 2016 yılındaki rektör atamasına kurumun özerkliği prensibi üzerinden bir tepki vermeyerek uzlaşmayı seçmiş olması elbette tartışmaya açık bir mesele, fakat şu anda yeni bir aşamaya geçildiği ve artık uzlaşma yönteminin fayda getirmeyeceği fikri çok daha hâkim.
Melih Bulu'yu üniversitenin birçok bileşeni nazarında kabul edilemez kılan en önemli faktörler ise Bulu'nun üniversite dışından olması, akademik hayatına dair şaibeler ve siyasi geçmişi. Bunların üzerine, bir de Bulu'nun atanmasıyla birlikte üniversitenin ve mahallenin polis ablukasına alınmış olması ve öğrencilere yönelik şiddet tepkileri daha da arttırdı.
Özkan ile Bulu'nun farkı
Dediğim gibi aslında her iki rektörün de göreve gelme şekilleri arasında fark yok ama zaten yükselen tepkiler de kademeli olarak artan bir vesayet sisteminin kabul edilemezliğine işaret ediyor. Bu da bizi esas probleme götürüyor, yani rektörün seçim yoluyla belirlenmemesi, aksine rektörün üniversite bileşenlerine hiç danışılmadan, onlarla hiç istişare edilmeden ve kimi durumlarda onların iradeleri yok sayılarak siyasi otorite tarafından üniversitenin müdürü olarak tayin edilmesi.
Bu şekilde atanan bir rektörün, ki biliyorsunuz rektörlük makamı Türkiye üniversitelerinde sınırsız yetkilere sahip, Boğaziçi Üniversitesi'nde önemli işlevlere sahip olan ve rektörün yetkilerini dengeleyen senato, üniversite yönetim kurulu (ÜYK), dekanlıklar ve bölüm başkanlıkları gibi özerk olan ve demokratik olarak seçilen akademik kurul ve mekanizmalarını devre dışı bırakması ihtimalini de taşıyor. Bu durum bir üniversitede olması gereken özerklik ve akademik özgürlük ilkelerinin çiğnenmesi anlamına gelir.
Öfke, üzüntü ve "akademide çölleşme"
Ne hissettiriyor tüm bunlar size? Özgürce bilim yapılabiliyor mu Türkiye üniversitelerinde?
İçinde öfke, üzüntü ve endişenin olduğu birçok duyguyu bir arada yaşıyorum. Türkiye akademisinde maalesef çok ciddi bir çölleşme yaşanıyor. Bildiğiniz gibi 2016 kanun hükmünde kararnameleri (KHK) sonrasında Türkiye üniversitelerinde büyük bir tasfiye süreci yaşandı.
Barış Bildirisi imzacısı meslektaşlarımız ya görevlerinden atıldılar ya da bir kısmı bu baskı ortamında özgür bir biçimde akademik çalışma yapamadıkları için yurtdışına gitmek zorunda bırakıldılar. Üniversiteler kapatıldı, akademisyenler cezaevine atıldı.
Boğaziçi ve ODTÜ'de ise bahsettiğim kitlesel tasfiyeler yaşanmadı, ama çok sayıda öğretim üyesi bu ortamda akademik faaliyetlerine devam etmek istemediği için ya ayrıldı ya da emekli oldu.
"Kalanlar sessizleşti"
Boğaziçi Üniversitesi'nden çok değerli iki hocamız Noemi Lévy ve Abbas Vali hocalarımız Barış Bildirisi'ne imza attıkları için, YÖK tarafından çalışma izinleri uzatılmadığından okuldan atıldılar. Kalanlar ise ancak sessizleşme ve öz-sansürleme yoluyla işlerini ellerinde tutmaya devam ettiler.
Üretilen bilgi yavan ve yaratıcılıktan uzak olur ancak. İktidar hangi ideolojinin elinde olursa olsun, onun belirlediği çerçevede üretilen bilgi eleştirel bir bilgi olamaz.
Türkiye akademisinin bilhassa sosyal bilimler alanındaki durumu içler acısı. İktidar tarafından cezalandırılma korkusu veya yine iktidar tarafından terfi ettirilme arzusu sebepleriyle, ya siyaseten tabu sayılan konular hiç çalışılmıyor ya da hâkim fikir ve iddiaları yeniden üretmenin ötesine gidemiyor.
TIKLAYIN - Boğaziçili akademisyenler Bulu'ya sırt döndü: Vazgeçmiyoruz
Bundan sonra ne olacak?
Ne öğrencilerin ne de hocaların hazır bir reçetesi var. Hocalar olarak kendi aramızda hem öğrencilerimizi ve hem de kurumumuzu gözeterek yöntem ve taleplerimize dair uzun tartışmalar yapıyoruz.
Rektörlüğün atamayla değil, bizlerin rızası ve seçim yoluyla belirlenmesi için demokratik yollarla mücadele etmeye devam edeceğiz.
Kısacası, hocalar hem derslerine ve akademik üretimlerine devam etmek hem de akademik ilkelerinden vazgeçmemek gibi zorlu bir süreci birlikte yürütecekler gibi görünüyor.
(DŞ)