*Fotoğraflar: Ercan Türeci/ Güney Sudan
Üst kimlik sorunu!
"Ne dediğinin farkındayım ama tabiatın nedeniyle birçok noktaya gönderemiyorum seni! Sonuçta tekrar tekrar Güney Sudan için istemek durumunda kalıyorum mecburen" diye yazmıştı Geraldine, özür dilercesine.
Uluslararası Kızılhaç'ın (International Committee of the Red Cross, ICRC) Cenevre'deki genel merkezinde, tıbbi kadro sorumlusu Geraldine Meichtry.
"Türk-sünni" kimliği; Irak, Suriye, Libya, Lübnan hatta Yemen gibi noktalara gidebilmeme engel teşkil ediyor uzunca bir süredir.
Kimilerine politik olarak doğrudan angaje olup taraf olmuşluğumuz, kimilerinde de mezhep kökenli savaş mevcudiyeti ve üst kimlik olarak dolayısıyla taraf kabul edilişin getirdiği somut ve potansiyel riskler nedeniyle; gönüllü bile olsanız sivil toplum örgütlerinin insan kaynakları sorumluları daha ilk evrede sizi ekarte ediyor, ne yazık ki.
Güney Sudan'ın; kuzeyindeki Sudan ile arasındaki sınırın ortaları. Bentiu'ya bağlı Ganyliel kasabasındaki Kızılhaç kampüsündeyim. Prefabrike kulübenin önünde eski bir sünger var. "Kavak gölgesinde yatar" gibi yatıyorum üstünde.
Yoruldum, yorgunluktan gözüm hiçbir şeyi görmüyor ama asıl mevzu sıcak! Liste artı acil, bütün ameliyatları bitirip döndük hastaneden.
Saat akşamın altıbuçuğu ve sıcaklık 43 derece.
Reçel kavanozunda gibi hissetmek falan hikaye! Sanki beynim eriyor ve üzerimden sızıp ayaklarımın dibine akıyor! 'Kendi kendine yanarak eriyip giden mum da böyle oluyor herhal?!..' diye düşünüyorum, niyeyse?!..
Öylesi değilse de diş macununun tüpten, yüzde 92 kakao oranlı taş gibi bitter çikolatanın ambalajından sıvı halinde aktığı bizzatihi şahit olunduğu üzere kesin!
Hal öylesi iken kafamdan geçenler de Geraldine'in dedikleri. Başa sarıyorum filmi: İstanbul/Cenevre iletişimi sonrası Juba, derken Akobo ve nihayetinde işte buradayım, Ganyliel'de.
Yeniden Akobo
21 Mart'ta Juba'ya geldiğimin ertesi günü acil ihtiyaca binaen Akobo'ya deplase olmuştum. İki yıl önce çalıştığım Akobo; kampüsteki çadır sayısı artışı dışında nasıl bıraktıysam sanki aynı şekilde devam etmekteydi. Yerel halk, mekanlar, hayatın alabildiğine yavaş akışı...
hepsi hemen hemen aynıydı. Farklı olan; öncesine göre havanın daha sıcak oluşu ile inanılmaz sayıda ve abartmasız bulutlar halindeki sinekler idi.
Bir şeyler yiyip içmeye çalışan herkes "çift tabak" yöntemi kullanıyordu: İkinci, birinciyi örtmek ve sineklerin içine girmesini engellemek için!
Deniz dibinde istiridye misal, üst kapak hafif aralanıp bir yudum veya bir çatal alınıp ardından kapatılarak ancak devam edilebiliyordu.
Hastanede de işler değişmişti: Öncesinde var olanlardan yalnızca ikisi çadır, biri beton üç koğuşu kullanabiliyorduk. Kompleksin sahibi International Medical Corps'un (IMC) kiracısı konumundaki ICRC, artık her şeyi devralmış.
Ve yine önceden salt silah yaralısı/travma cerrahisi bazında yaptığımız çalışma; devralma ve format değişikliği sonrası II. Kademe hastaneye evrilmiş; çocuk-erişkin/medikal-cerrahi, her tür hasta kabul edilmekte.
Akobo kompansasyonu bitince önce Juba'ya çekilip üç gün sonrasında da asıl yerim Ganyliel'e gönderildim.
Ve, 'Cehennem de böyle bir yer herhal?!..' diye, düşünme epizodu ister istemez başlamış oldu.
Ganyliel
Beyaz Nil'i oluşturan kollardan birinin yanısıra uzanan Ganyliel, genel olarak bataklık bir arazi üzerine kurulu.
Coğrafya olarak hem somut hem de stratejik hiçbir öneme haiz olmadığından iç savaş boyunca hiç hedef olmamış. Nuer/Muhalefet bölgesindeki Maiwut, Kodok gibi merkezleri iç savaş gelgitlerinde kaybeden ICRC; sıkı bir inceleme yaptıktan sonra bu kez Ganyliel'i seçmiş çalışma alanı olarak.
Son ateşkes; çok sayıda ilan edilip kısa ömürlü olan eskilerine kıyasla kalıcı ve uzun ömürlü gözüküyor. Hatta birkaç ay önce Papa da gelip, tarafların liderlerinin ayaklarını sembolik olarak öperek ateşkesin uzun ömürlü olmasına dua etmiş. "Politik" iç savaşın devam etmiyor oluşu, G Sudan'ın günlük rutin hayat karakteristiği olan "daimi savaş hali" bağlamında bir değişikliğe yol aç(a)mıyor:
"Cattle Raider" denilen sığır çobanlarının; diğer kabile sürülerinden sığır çalma, köy basıp kadın ve kız çocukları kaçırma ve silahlı çatışmalar şeklindeki mutad faaliyetleri kesintisiz sürdüğünden bizim de her yaştan vakalarımız hiç azalmadan gelmeye devam ediyor.
Bana ekibini söyle!..
Tıbbi ekip toplamda daha fazla ama yerel unsurlar hariç olanı yedi kişi.
İlk cerrahım Keşmirli Showkat idi. Bildiğiniz Şevket. Ama İngilizce yazıp söylemede bir tuhaf oluyor, neredeyse şefkat falan gibi. Bilen bilir, SODİD'li Şevket'in huyu konuşurken bir eliyle sizi sürekli dürtmesidir. Bu Şevket'de dürtmüyor ama her lafının ardından istisnasız, 'Ha' diye ünlüyordu. Hayır, anlayamıyorsunuz; tasdik mi bekliyor, cevap mı istiyor?..
Şimdilerde cerrahım Calabria-İtalya'dan Alberto. Saç, yüz, gözlük; her şeyiyle Ertuğrul Özkök'ün ikizi adeta benim İtalyan.
Söyledim de kendisine.
O da, 'E ercan, güney italya, akdeniz; benzeriz biz birbirimize!' deyip kuzenlerinden birinin de adeta Mısır'ın suikaste uğrayan devlet başkanı Enver Sedat esmerliğinde ve benzerliğinde olduğu örneğiyle cevap verdi.
Alberto da benim gibi eski moda: E-kitap okuyucudan değil kitabı bizatihi elinde tutarak, hissederek kendisinden okumayı seviyor.
Ameliyathane hemşirem Melanie, yetmişini aşkın ama çok dinç ve aktif. İngiliz, Londralı. BBC haber spikerlerinden de öte; "Downtown Abbey" dizisindeki misal 18. Yüzyıl aristokrat ingilizcesi aksanıyla konuşuyor. Hikayesi de ilginç: İngiliz ama Anglikan genelin aksine katolikmiş önceleri...
Dört yıl önce de Müslüman olmuş. Nasılı sordum: 12 yıl Birleşik Arap Emirlikleri'nde hemşire olarak çalışmış.
'Hristiyanlıktaki "üçlü şey" (Trinity; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) pek kafamın bastığı bir şey değildi zaten.
Emirlikte çalışırken önceleri insanları gözlemledim sonra İslam enstitüsünde iki yıl ders aldım, baktım burdaki tekillik benim kafama yatan, aradığım şey, değiştirdim dinimi!' dedi.
Kilimler, perdeler alıp daha sevimli bir hale getirdiği odasına davet ettiğinde gördüğüm ve konuştuğumuz üzere; küçük seccadesinde vakit-kaza, namazlarını kılıyor aksatmaksızın. Kapanma, kadın hakları gibi konularda bildiğinden şaşmıyor bu arada.
Melanie; titiz, özenli ve çok çalışkan bir hemşire. Huylarımız benzer, kafalarımız gayet iyi uyuyor.. ve beni bilenlerin şaşacağı üzere; günlük rutinde çok sık olan sinir bozucu hallerde; sakin olma, takılmama ve öfkelenmeme çağrısında bulunan sürekli ben oluyorum!
"Condom"ların laneti!..
Ekibin sağlığı da benim sorumluluğumda. Depodan büyükçe bir sac sandık alıp temizledim. Sonra burada olan ve Juba'dan gönderilen ilaç ve malzemeler ile düzgün bir ilkyardım ve tedavi sandığı oluşturdum. Bu süreçte bir sorun çıktı karşıma:
Eskilerden kalanın içine bir, Juba'dan gelenlerin içinde de bir kutu olmak üzere iki kutu, 400 adet Kondom. Hani İngilizcesi "condom" olan; bizde eskiden şehirlinin prezervatif, köylünün kaput dediği malum nesne. Ha, sonradan hazır gıdalarda katkı maddeleri, koruyucular falan ortaya çıkınca prezervatif lafı alan değiştirdi, o yüzden kentli de "kondom" demeye başladı, o ayrı.
Neyse, haftalık ekip toplantısında konuyu gündeme taşıdım. 'Allah'ın unuttuğu bir yerdeyiz, yeterince işimiz var, bunları ne yapalım?' diye.
E öyle ya; serum, antibiyotik, acil sıtma ilacı, ağrı kesiciler...
Onca acil ve lüzumlu ilaç-malzeme arasında kondom mevcudiyeti ziyadesiyle lüzumsuzdu bana göre. Personele dağıtma önerisinde bulundum, insanları rencide etmeden dağıtma yönteminde hemfikir olunamadı. Umumi tuvaletlerin oraya koyalım, isteyen alır düşüncem de pek taraftar bulmadı.
Artık sıkılmaya başladım, her toplantı gibi konuşmalar uzuyor, bir yere varmıyor ve ben, 'İyi o zaman, giderken yolda çocuklara dağıtırım, balon yapıp oynarlar. Hem plastik eldivenden balon yapmaya nefesleri yetmiyor, bunda zorlanmazlar!..' dememek için kendimi tutmakta zorlanmaya başlayınca konuyu değiştirdim. Daha sonra da hepsini ameliyathanedeki çöp kovalarına boşalttım. Doğrudan yakılmaya...
Aradan bir hafta geçmedi, kırsalımızın da kırsalından bir sığır çobanı getirdiler.
Karnından vurulmuş, barsaklar dışarda. Hemşire kan nakli testi için kan alamamış, hasta şokta, damarlar kapalı. Söylediler, ben aldım.
Elimde enjektör, kolunun yanında çömelmişlikten doğruluyorum, askıdaki serum omzuma düştü, elimdeki enjektörün iğnesi de bana batıverdi.
Malum, buralarda HIV/AIDS, Hepatit C türünden herkesin korkulu rüyası bulaşıcı enfeksiyonlar mebzul. Ekipte suratlar gerildi.
Bu tür hallerde kullanılacak özel acil kullanım ilaçları bende. Ne bulaştı anlamak için hazır testler önce hastada uygulandı: Negatif.
Benim haberim yok; hastane sorumlusu Marta teknisyenden testlerin tekrarlanmasını istemiş çifte kontrol için. O ara bizim bakmadığımız bir test de ek olarak yapılmış ve tombala: Sifiliz pozitif! Yani nam-ı diğer frengi.
Marta ile konuşuyoruz. Bana destek olmaya çalışıyor. "Hayır" dedim, "Mesele senin düşündüğün gibi değil". İnsanlarıma, "Afrika'da idim, hepatit C bulaştı" desem kimse bişe demez de; sifiliz bulaşmış dersem, teneke çalarlar!'. Güldü o da. Onun değilse de ekip çoğunluğunun dile getirdiği ise, başıma gelenin istemeyip attığım kondomların laneti olduğu!..
Halkımız ve halleri
Etnik olarak Nuer olan yöre halkı sıcak ve güleryüzlü. Mutlak selamlaşmaya hatta mümkünse el sıkışmadan geçmemeye çalışıyorlar. Çocuklar; bizim memleketin eski zamanlarındaki "ana, bak turiz, turiz!" hallerini hatırlatıyor.
Selamlaşmaya ve hatta el sıkışmaya ziyadesiyle hevesliler. Zira "Kawaja (:beyaz adam) görmek hala bile olağanüstü bir şey Afrika'nın bu dip köşesinde. Ona dokunmak bir cesaret ve/veya ayrıcalık göstergesi. Öte yandan anasının yanında giderken, yolun-çitin kenarında kendi halinde oynarken; seni gördüğünde dehşetle çığlıklar atıp ağlayarak kaçan çocuklar da vakay-ı adiyeden. En gırgırı; milletin arasında aldırışsız dolaşırken, beni gördüklerinde kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp dörtnala kaçan sokak köpekleri.
Ötesi bildik haller: Daha hava aydınlanmadan sökün ederek (biliyorum çünkü 05.30 suları benim de yürüyüşe çıktığım saat); sondaj kuyularından su doldurma ve taşıma ile günleri başlayan kadınlar.
Eteğinde birkaç tane, bir böğründe birini, öbür yanında hamur teknesi şekil kamış sepet beşikte diğer bebesiyle ev işleri yanı sıra medar-ı maişet (gıda yardımı dağıtılacağı günler kuyruğa giren, Afrika güneşi altında saatlerce bekleyen ve alınan gıda çuvalları ve kolilerini taşıyan da onlar) faaliyetlerini de sürdüren kadınlar.
Sürekli hareket halinde ve illaki kafalarının üstünde bir şeyler (bohça/su bidonu/odun demeti/gıda çuvalı...) taşıyan, adeta hiç durmaksızın karanlığa kadar çalışan kadınlar...
Ki benim için en unutulmazı da, bizim hastanenin bir kadın personeli idi. Gölgede 46 derece olan sıcakta, traktörden aldığı tam 50 kg'lık tahıl çuvalını kafasının üzerinde hiç sekmeden taşıyan dal gibi incecik kadın.
Dışarı çıkmaktayken görüp, arkasından ağzım açık vaziyette bakarken gördüğüm bir diğer şey de; mavi formasının arkasında, ensesinden beline V şeklinde ve terden laciverte dönüşmüş bir alanın varlığıydı!
Ortalıkta sürü sebil, yalınayak başıkabak, yarı çıplak çocuklar...
Gençleri taklit ünlü futbol takımı forması giysili, eşofman altı veya pantolonları illaki don gözükecek şekilde kıçlarına kadar düşük dolanan; erişkin ve yaşlı olanları da ağaç gölgesinde oturup çene çalma, domino oynama ve üç beş kez evlenme dışında bir işe bulaştığı görülmeyen erkekler.
İstisnalar da olabiliyor elbet: Fotoğrafta görülebileceği üzere hastane yolunda karşınıza birden ezber bozan bir "beyaz şövalye" çıkabiliyor! Niye, ne alaka?..
Öğrenebilmek mümkün değil, diller uyuşmuyor ne yazık ki.
Fotoğraf isteğinize gayet olumlu bakıyor: Hani bilmeseniz bir Kusturica filminde sanabilirsiniz kendinizi. Neyse, bir an öylesi olduktan sonra, 'Burası da Afrika!' deyip devam ediyorsunuz.
Bizim cerrahların özellikle merakını celbeden şey, ülkede geleneksel olan çoklu evlilik. Ameliyat aralarında yerel personele sordukları sorular hep buna dair.
Bir evliliğin ortalama "maliyeti" 30 sığır (sığırına göre tanesi 250-350 dolar). 40 sığır verince istediğini alıyorsun, üstelik te sayı ve handiyse yaş kısıtlaması da yok! İş sana ve sahip olduğun sığır sayısına kalmış!
Akobo'da; yatak başında, ayağı traksiyonda "amca"nın kalıcı fiksasyon için Juba'ya naklini konuşuyorduk. Cerrah Kenneth sordu, 'Göndereceğiz de, yatağa bağlı, yanında refakatçi kim olacak?' diye. Ben cevapladım, arkamda duranı işaret ederek, 'E, kızı var işte!'.
Düzelttiler beni hemen, karısıymış o! Dosyasında adamın yaşı 74. Kız ise olsun olsun 15-16!
Alberto'nun bana, 'Ercan, bizim hasta P.K'un üç eşi varmış, biliyor muydun?..'. dediği vaka bacağından vurulmuş 76 yaşında bir amca. Yenilerde evlenmiş ve son eşi 21 yaşında.
Günlük çalışmayı bitirdik, dönüyoruz kampüse. Devam etti İtalyan, 'Eşler arasında kıskançlık geçimsizlik olmuyor mu diye sorduğumda yok cevabı verdiler.. Ama ben inanmıyorum!..' diyerek.
"Doğrudur Alberto", dedim, "Asırlardır süregelen yaşam biçimi ve gelenekler nedeniyle henüz daha mülkiyet kavramı klasik anlamda yok, ondan bence. Ama artık koka kola, cep telefonu vs vs öncüleriyle kapitalizm arz-ı endam etmiş durumda. Yakındır başlaması, meraklanma!" dedim.. Sonra gırgıra boğup tamamladım, "Hem belki de parmağını bile oynatmak istemediğin bu sıcakta, 'aman, değmez!' deyip uğraşmıyorlardır belki de, kimbilir?!.."
"Coğrafya Kader(in)dir", İbn-i Haldun
Burada iklim sadece iki mevsim: altı ay kurak, altı ay yağışlı! Dört gözle Haziran'da denen yağmur mevsiminin başlamasını bekliyoruz; çatlamış topraklara su, bizlere serinlik olsun diye. Hoş Ganyliel o sezonda safi gölcükler ve bir adımı üç dakikada attıran balçık çamur oluyormuş, o da ayrı. Yaklaşık üç aylık son sürede bir kaç kez, o da bir-iki saat süren yağmurlar sonrası kısmen tecrübe ettiğimiz hallere bakınca altı aylığı muhayyile ötesi.
Nihayetinde diyeceğim; hani ol rivayet yüklü deveye sorulmuş ya, 'inişi mi seversin, yokuşu mu?' diye.. O da, 'Bunun düzüne kıran mı girdi?!..' diye cevaplamış. İşte hallerimiz aynen öyle; paşa gönlümüz ne kurağını istiyor ne yağmurlusunu amma coğrafya bu, elden ne gelir?!..
Abartmasız yıldızlarla karıştırılabilecek kadar parlak ve de kuşlar gibi çok yükseklerde uçan ateşböceklerinin diyarından son söz ve selam Hasan Hüseyin Korkmazgil'in "Ağustos" şiiriyle olsun:
"...Ben bir ışık için tepmişim rahatımı / Bu güleç yüzlülerin, bu acı türkülerini / Bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum / Delicesine anlayarak güzelim / Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek." (ET/PT)