*Fotoğraf: Demet Aran / csgorselarsiv.org
Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
|
Kalabalık bir sofra etrafında sohbet ediyoruz. Konu dönüyor dolaşıyor çocuklara geliyor. Çoğunluğun çocuğu var. Okuldaki dertlerden, hastalıklardan, yaşattıkları komik anlardan bahsediliyor. Çocuğu olmayanlar için sohbetin bir hayli sıkıcı olduğunu hissediyorum. İki grup sanki bir perdeyle ayrılıyor.
Yanımdaki çocuksuz çifte dönüyorum. Kadın hazırmış gibi, "Bizim de kedilerimiz var" diye söze giriyor. Adeta çocuklular karşısında mevzi kazanmak istermiş gibi. Kedilerin ne kadar çok bakım gerektirdiğini, her birinin ayrı huyu olduğunu anlatmaya başlıyor. Sevimli ve aptal hikâyelerden kendilerinde de bolca olduğunu imâ ediyor. En sonunda da "Kedilerimiz bizim çocuklarımız gibi, onlar da birer çocuk" diye konuyu bağlıyor. Bu kıyaslamayla sık karşılaşıyorum.
Derin sevgi bağı
Felsefeci Burgess-Jackson'a göre velayetimize aldığımız canlılara karşı, aynen çocuklara karşı olduğu gibi ahlakî yükümlülüklerimiz var (Burgess-Jackson 1998). İkisiyle de kurulan ilişki, derin bir sevgi bağına dayanıyor. Çoğu zaman karşılıklı, ama her zaman değil. Hayvanların da aynı çocuklar gibi kendilerine has özellikleri bulunuyor. Her bir hayvanın hastalığı, sevinci, huyu farklı. Kimi nazlı, kimi hoyrat, kimi sakar, kimi sessiz...
Yani iş sevmeye gelince insan-hayvan çok fark etmeyebiliyor.
Kısırlaştırma
Ancak ev hayvanlarıyla olan ilişkimizin, insan çocuklarından önemli bir farkı var: Bugün ev hayvanlarının önemli bir bölümü kısırlaştırılıyor. Çok zor bir karar bu. Hayvanlarla yaşayan insanların pek çoğu kısırlaştırma kararını zorlanarak, içi acıyarak veriyor. Ver(e)meyenler de var.
Çünkü biliyoruz ki cinsellik, canlıları harekete geçiren yaşamsal bir güce sahip. Hayvan-insan fark etmiyor. Bu kapasitenin hayvanların elinden zorla alınması, ruh hallerini gözle görünür şekilde değiştiriyor. Genelde "sakinleşiyorlar”. İnsanlar nezdinde bu istenen bir durum gibi gözükebilir. Öyle ki bir veteriner sitesi, "Artık hiperaktivite göstermez" diyerek bunu fayda olarak tarif edebilmiş. Sanki öncesi patolojik bir durum, kısırlaştırma ise onun tedavisiymiş gibi.
Kısırlaştırma gerekçeleri
Kısırlaştırma lehine pek çok gerekçe ileri sürülüyor. Uzun vadede toplam acıyı azalttığı, hayvanların sokağa salınıp orada ölmelerinin önüne geçtiği veya kısırlaştırmanın sağlık yönünden faydalı olduğu savunuluyor. Hatta kimi siyaset bilimciler, ortak yaşamın gereği olarak hayvanların da sorumlulukları olduğunu; o yüzden nüfuslarını, bir arada yaşamayı zorlaştırmayacak bir oranda tutmaları gerektiğini ileri sürüyor. Elbette hayvanlar buna ikna edilemeyeceği için bu işin ruhsatını da insanlara veriyorlar. (Donaldson ve Kymlicka 2013 5. bölüm).
İyi Günde Kötü Günde’nin bölümlerini podcast platformlarından dinleyebilirsiniz: Spotify, ApplePodcast, Youtube
Gerekçe ne olursa olsun, alınan karar her durumda hayvanların bedeninde kalıcı izler bırakıyor, onların yaşamına önemli bir müdahale anlamına geliyor. Çocuklar adına böyle kararlar almıyoruz. Almamalıyız da. Çocuklar ve hayvanlar arasındaki kıyaslamanın tıkandığı yerlere ve tehlikelerine en sonda geri döneceğim. Fakat ondan önce diğer evcil türlere yapılan, istismara ve hatta tecavüze varan müdahalelerden bahsetmek istiyorum. Bunlar da nüfus kontrolünün bir başka karanlık boyutu.
Irkların ve türlerin ıslahı
Kontrol ve ıslah tabirleri sadece kısıtlamak anlamına gelmiyor. Kontrolün bir diğer yüzü yaşamı çoğaltmayı, sayıları artırmayı hedefliyor. Yani aynı söylemsel/teknik rejim kapsamında inek-tavuk gibi varlıklar zorla çoğaltılırken, köpek-kedi gibi diğer bazı türlerin sayısı kısırlaştırma, izole etme gibi yöntemlerle yahut doğrudan öldürmek suretiyle kontrol altında tutuluyor.
Bir keresinde iki atın çiftleştirilmesine tanıklık etmiştim. Malûm, atların üremesi çok uzun bir süredir insanların kontrolü altında. Hatta yakın zamana kadar atların şeceresi, insanlarınkinden bile daha iyi tutuluyordu. Ne zaman, kiminle, nasıl çiftleşecekleri sıkı kontrole tâbiydi. Hâlâ öyle.
Antropomorfizm
Bahsettiğim çiftlikteki iki atın da tam o günlerde çiftleşmesi planlanmıştı. Ancak görünen o ki, ne aygırın ne de kısrağın böyle bir isteği vardı. Önce damızlık aygırın bir insan tarafından elle kızıştırılması gerekti. Gördüğüm en tuhaf sahnelerden biriydi. Türler arası bir tür mastürbasyon... Ardından aygırın kısrağın üzerinden aşırtılma safhası başladı. Ancak kısrak her defasında öne adım atarak kaçmayı başarıyordu. Bunun üzerine maşaya benzer bir aletle kısrağın burnu kıstırıldı, hareketi can acıtacak şekilde engellendi. Aygır kısrağın üzerine çıkarıldı. Yine insan eliyle erkeğin organı dişiye yönlendirildi. Bütün bu hengame insanların bağırışları çığırışlarıyla geçti. İnsana has olguları hayvanlara yansıtıyor (antropomorfizm deniyor buna) olabilirim, ama o sırada aklımdan geçen ister istemez şu oldu: "Şu an bir tecavüz seyrediyorum!" İki atın da maruz kaldığı türler arası bir tecavüz.
Suni yöntemler
Bu anlattığım çiftleştirme yöntemi, artık iptidaî sayılıyor. Günümüzde çiftlik hayvanlarının çoğu bildiğimiz anlamda çiftleştirilmiyor. Cinsellik zorlu, tehlikeli, sonucu belirsiz, hâlâ belli oranda hayvanların keyfine kalmış, o yüzden de üretimi yavaşlatan bir süreç olarak görülüyor. Onun yerine hayvanlar ekseriyetle aletlerle, şırıngalarla sunî olarak dölleniyor. Buna paralel olarak çeşitli hormonlarla hem iki gebelik arasındaki süreler "optimize ediliyor" hem de ergenlik yaşı olabildiğince erkene alınıyor. Dişiler yaşatılırken, erkek nüfusun çoğu ilk fırsatta mezbahaya yollanıyor. Zaten artık dölleme sırasında cinsiyet önceden de belirlenebiliyor.
Yukarıdaki fotoğrafı koyup koymamak konusunda uzun süre tereddüt ettim. Herhangi bir canlının böyle bir anını paylaşmak doğru gelmedi. Ama diğer yandan hemen her çiftlikte yaşanan rutin "prosedürler" bunlar. Veteriner el kitapları bu görsellerle dolu. Bazen görmemek, olanı biteni görmezden gelmeye hizmet edebiliyor.
Üremeye yapılan müdahaleler
Üremeye yapılan bu müdahaleler kolaylıkla hayvanlardan insanlara, insanlardan hayvanlara aktarılıyor. Anatomik olarak çok farklı değiliz. Geçmişte hem ideolojik hem teknik anlamda bu sık sık olmuş. Sosyalist ülkelerde gen havuzunun planlanması düşünülmüş. Naziler nüfusun "rasyonalizasyonu" işine girişmiş (Proctor 1988 s. 22).
Her ne kadar bazı uygulamalar devam ediyor olsa da bugün insan nüfusu için böyle cümleler etmek zorlaştı. Fakat çitin hemen berisinde, yani tür eşiği geçildiği andan itibaren bu teknikler tüm şiddetiyle uygulanmaya devam ediyor.
“Denekler”
Günümüzde hayvanların sadece laboratuvarlarda değil, üreme teknolojileri kapsamında da birer denek olarak kullanıldıklarını akılda tutmakta fayda var. Tüp bebek uygulamasının, taşıyıcı anneliğin, çeşitli hormon tedavileri ve gen teknolojilerinin bugün en yaygın ve görece denetimsiz uygulama alanı, çiftlik hayvanları. Verimlilik ve üretim artışı hedefleri doğrultusunda tüm bu uygulamaların şiddet yoluyla icra edilmesine toplum olarak zımnen müsaade ediyoruz. Hatta bunları, bilime katkı olarak görenler bile çıkabiliyor.
Aşırı birikim ve şiddet
Oysa aslında bu alanlar, kârlılığın ve büyümenin şiddet ve denetimsizlikle nasıl içe içe geçmiş olduğunu gösteriyor. Yani yaratılan refah, başka bir yerdeki refahın (ve yaşamın) sistemli imhasıyla mümkün oluyor. Tekrar ediyorum: Burada da türler arası geçişlilikler görüyoruz. Çiğnenenler, yeri geldiğinde insan da olabiliyor, hayvan da, bitki de... Dışarıda kalanın kim olacağı, o günün öncelikleri doğrultusunda belirleniyor. Hayvanlara bugün yapılanların bir gün insanlara uygulanmayacağının hiçbir garantisi yok. Aşırı-birikimle şiddet arasındaki göbek bağı, öyle ya da böyle sürdürülüyor.
O halde şiddeti "Kime uygulanamaz?" sorusu etrafında sınırlamaya çalışmak, ister istemez türcülüğe (ve ırkçılığa) kapı aralıyor. Eğer bir toplum teknik altyapısıyla yoğun olarak şiddet (ve kâr) üretmeye programlanmışsa ve bu uğurda kimi hayatlar değersiz görülebiliyorsa, eşiklerin sürekli güç lehine aşılacağını öngörebilmeliyiz. Dolayısıyla hayvan mı insan mı demeden, şiddetin miktarına, tekniklerine, nasıl icra edildiğine dair tartışabilmek gerekiyor. Nasıl bir dünyada yaşadığımız, gezegeni paylaştığımız yoldaşlarımıza reva gördüklerimizle yakından ilişkili.
Şimdi yeniden evin içine, müdahalelerin sevgiyle yapıldığı alanlara dönmek istiyorum. Kurulan ilişkinin sanıyorum etik anlamında en karmaşık olduğu yer burası.
Bakım ve disiplin
Aynen insanlar gibi ev hayvanları da (daha ziyade evde yaşadıkları için) başkasının bakımına ihtiyaç duyuyor. Onlar da insanlar gibi kanser oluyor, solunum yetmezliği yaşıyor, kusuyor, yaşlanıyor, acı çekiyor. Aynı çocuklar gibi onların da yemeğini, suyunu düşünmek gerekiyor.
Bu noktada bakım emeğinin mahiyeti hakkında sanıyorum bir daha düşünmemiz gerekiyor. Malûm, bakım emeği son derece meşakkatli, genelde kıymet görmeyen bir emek türü. Özgeçmişlerde kendine pek yer bulamayan; tekrara dayalı; kakayla, çişle, hastalıkla iç içe geçmiş; ihtimam gerektiren; duygu kontrolü gerektiren çok zorlu bir iş. Bir yanıyla toplumun devamlılığı için hayatî önemde. Fakat belki tam da bu yüzden kıymetsiz addedilen, sadece işin kendisinin değil, o işi yapanların da değersiz görüldüğü faaliyetler olarak görülüyor (Winker 2021). O yüzden hastaların, yaşlıların, başka anne-babaların çocuklarının bakım hizmetleri genelde kadınlara, bilhassa da yoksul ve yaş almış kadınlara kalıyor.
Kontrol ve disiplin
Ancak bakım emeğinin bir başka yüzü daha var. O da kontrol ve disiplin. Ebeveynler olarak istediğiniz kadar "özgürlükçü" olun, ister istemez çocukların ne yediklerine, kimle görüştüklerine, nerede yaşayacaklarına, hatta hangi dilleri konuşacaklarına biz karar veriyoruz. Eller buruna gidince, ağızdan yanlış kelimeler çıkınca müdahale ediyoruz. Bunların olmadığı bir bakım hizmeti almak çok zor. Hele ki bakım hizmeti veren kişi üzerinde gücünüz yoksa (mesela onu mirasınızdan mahrum bırakamıyorsanız), o zaman ilişki oldukça asimetrik bir hal alabiliyor. En uç durumlarda yaşlılara, sakatlara ve çocuklara, kendilerine bakan en yakın insanların nasıl zulmedebildiğini okuyoruz haberlerde.
Amacım bakım emeğinin altını oymak değil. Aksine ne kadar zorlu, kırılgan ve dirayet gerektiren bir iş olduğunun altını çizmek. İnce ince işlenmesi gereken bir ilişki türü. Çocuklarla da böyle, hayvanlarla da...
Çocuk değil köle mi?
Ancak çocuklarla hayvanların yine de önemli bir farkı var: Ev hayvanları büyüyüp kendi yollarına gidemiyor. Ne kadar yaşlanırlarsa yaşlansınlar, insana bağımlı kalıyorlar. O anlamda pek çoğu kendi yavruları olamadan, bağımlı ve daimî bir çocukluk halinde yaşamak zorundalar. Felsefeci Rebecca Hanrahan'a göre illa bir benzerlik kurulacaksa çocuktan ziyade kölelere benziyorlar (Hanrahan 2007).
Ben Hanrahan gibi düşünmüyorum. Ama diğer taraftan duygusal benzerlikler olsa bile hayvanların çocuklarımız gibi olduğunu da zannetmiyorum. Bana kalırsa hayvanlarla olan ilişkimizin temel saiklerini, bu benzetmelere başvurmadan kendi içinde yeniden sorgulayabilmemiz gerekiyor. Benzetmeler dramatizasyona ve indirgemeciliğe yol açıyor. Doğrudan hayvanlar hakkında düşünmeyi zorlaştırıyor.
Yoldaşlık ilişkisi
Benim bir ev hayvanım yok. Edinirsem onunla yoldaşlık ilişkisi kurabileceğimi, onu çok sevebileceğimi biliyorum. Kısırlaştırma kararı verebilir miyim, emin değilim. "İstedikleri gibi çoğalabilsinler" dendiğinde ortaya çıkabilecek sonucun ne olduğunu görebiliyorum. Bunlar kolay kararlar değil.
Bazı sorunların kökenleri uzun bir geçmişe dayanıyor. O yüzden çözümü hemen bugünde bulmak hiç kolay değil. Hayvanlarla beraber yaşamayı, bize bağımlı türler oluşturmayı, beton şehirler kurup hayvanları buna rağmen yanımızda tutmayı tercih etmişiz. Kendi hallerine de bırakamıyoruz, görece sert müdahaleler olmadan bir arada da yaşayamıyoruz. (İmha etmek ise benim için bir seçenek değil.)
Yeni kararlar
Ancak bugünden yarına uzanacak bazı kararları hâlâ verebiliriz. Canlı ev hayvanı satışının engellenmesi (madem birer ürün yahut köle değiller); hayvanların daha fazla insan tarafından ortaklaşa bakıldığı düzenlemelerin desteklenmesi ve "her eve bir pet" mantığından çıkılması (bu arada asla hayvanat bahçeleri gelmesin akla); şehirlerin hayvanların yaşayabileceği alanlar düşünülerek tasarlanması, küçülmesi, kıra yaklaşması; ev hayvanlarının yoldaşlık haricinde yeni işlevler kazanması (rehberlik, çöp öğütücülüğü, avcılık...); hayvanları keyfe keder sahiplenmeyi engelleyip hukukî anlamda bağlayıcı sorumluluklarla aileye/haneye dahil edilmesinin sağlanması...
Eminim başka insanların aklına başka öneriler geliyordur. Benim temel çıkış noktam bir arada yaşamaktan vazgeçmemek. Ancak bunu yaparken hayvanlara yaşattıklarımızı çocuk metaforunun altına gizlememek, sevginin ıslaha savrulduğu yerleri gözardı etmemek.
Çünkü benden önce pek çok kişinin demiş olduğu gibi, hayvanlara nasıl davrandığımız, nasıl bir toplum olduğumuzu gösteriyor.
İyi Günde Kötü Günde yazı dizisi
1 - Aile: İyi günde kötü günde... / Alev Özkazanç
2 - Cezasızlık varken, bir arada yaşamak mümkün mü?
3 - Korku siyaseti ve sinema / Fırat Yücel
4 - Nefret neyle yıkanır? / Rober Koptaş
5 - Yaratıcılık ve müzik: İyi günde kötü günde / Mustafa Avcı
6 - “Kesinlikle istenmeyen kişiler olduğumuzu biliyoruz” / Hale Gönültaş
7 - Geçmişin hayaletleri, bugünün bekçileri / Özgür Sevgi Göral
8 - Bize yalan söylediler / Nazan Özcan
__________________________
Kaynaklar:
Burgess-Jackson, Keith. 1998. “Doing Right by Our Animal Companions”. The Journal of Ethics 2 (2): 159-85.
Donaldson, Sue, ve Will Kymlicka. 2013. Zoopolis. Oxford; New York: Oxford University Press.
Hanrahan, Rebecca. 2007. “Dog Duty”. Society and Animals, sy 15: 379-99.
Proctor, Robert. 1988. Racial Hygiene: Medicine Under the Nazis. Harvard University Press.
Winker, Gabriele. 2021. Solidarische Care-Ökonomie: Revolutionäre Realpolitik für Care und Klima. transcript Verlag.
Proje hakkında"İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak" podcast ve yazı serisi Hafıza Merkezi Berlin ve IPS İletişim Vakfı/bianet’in yürüttüğü bir proje kapsamında hazırlanıyor. Projenin koordinatörleri Hafıza Merkezi Berlin’den Özlem Kaya ve IPS İletişim Vakfı’ndan Öznur Subaşı, proje danışmanı Özgür Sevgi Göral, proje editörü ise Müge Karahan. "Bir arada yaşam” konusunu odağına alan seride aile, ceza, korku, nefret, yaratıcılık temaları işlendi. Projenin ikici seri yazılarında ise ırkçılık, hafıza, yalan, antroposen ve arkadaşlık temaları ele alınıyor. Bölümler on beş günde bir salı günleri yayınlanıyor. |
(SO/NÖ)