Yoksulluktan söz etmek, demode -çağ dışı- bir tavırdı. "Yoksulluk edebiyatı" ya da "garibanizm" gibi nitelemeler, bunu vurgulamak üzere üretilmiş ve yaygınlıkla kullanılır olmuştu. Ancak son on yılda yoksulluğun görmezden gelinemeyecek bir düzeye ulaşması, zorunlu göç, kronik işsizlik gibi yeni boyutlar kazanması, niteliğinin değişmesi, konunun yeniden ele alınmaya başlamasını dayattı.
Konunun yeniden ele alınmaya başlaması, Türkiye'de "Öteki Türkiye" isimlendirmesiyle oldu. Bunun son derece önemli bir gösterge olduğunu düşünüyorum.
1993 yerel seçimlerinden sonra, Refah Partisi'nin büyük kentlerde bir oy patlaması yaratması, "Öteki Türkiye"nin ciddi bir politik problem olarak görülmeye başlamasına yol açtı.
Kandırılması ve satın alınması kolay, cahil ve yoksul yığınlar, rejimi tehdit edebilecek bir noktaya gelmişti. Demek ki bugüne kadar pekala işlemiş olan içerme mekanizmalarında bir sorun vardı. Dikkat ederseniz, böyle bir sorunsallaştırma, yoksulluğu değil, siyasal rejimin korunmasını odağa alır, dolayısıyla, yoksulluğa dair anlamlı bir kavrayış geliştirmesi pek mümkün değildir.
Dünya Bankası raporlarında ve benzerlerinde rastlanan yaklaşım, yoksulluğun ölçülüp biçilebilir, derecelenip sınıflandırılabilir bir bölüşüm problemi olarak tanımlanması da eksik bir kavrayışa neden olur. Elbette yoksulluğun en çarpıcı görünümü budur: Evine ekmek götürememek.
Ama sadece bu boyuta bakılarak yoksulluğun aldığı yeni görünümü, yeni boyutları görmek mümkün olmaz. Ancak yoksulluk aynı zamanda bir insani var oluş formu olarak görülüp kavrandığında, "yeni yoksulluk" denilen olgunun ne anlama gelebileceği üzerine düşünülebilir.
Toplumsal dışlanma ve değersizlik duygusu, yoksul insanların var oluşlarının temel bileşenleri haline geldiğinde, bu artık ekonomik bir sorun değildir, insani, var oluşsal bir sorundur.
2000 yılında kent yoksulluğu üzerine yaptığımız araştırmada ortaya çıkan en çarpıcı şey, kadın, erkek ve çocukların, kendilerini dışarıda ve azınlıkta hissettiklerine ilişkin ifadeleriydi. Bu ifadeler, değişik biçimlerde hemen her görüşmede karşımıza çıktı. "Zengin kimdir?" diye sorduğumuzda, düzenli bir işi olanın (asgari ücretli bile olsa) zengin olduğu yolunda yanıtlar aldık.
Toplumsal katılımın temel biçimleri olan çalışma ve tüketimin dışında kalmak, toplumdan da dışlanmak anlamına geliyordu. Yoksulları dışarıda bırakan "zenginlerin dünyası" çok genişti; oysa onların yaşamı daracık bir alana sıkışıp kalmıştı.
Yoksulluğun bu yeni yüzü, yani damgalanma ve dışlanmayı da içeren "yeni yoksulluk", çocuklar açısından maddi sonuçlar doğurmakla kalmıyor. Aynı zamanda onların çok ciddi bir sembolik şiddete uğramalarına da yol açıyor. Sadece beslenme ve barınma koşullarının yetersizliği, eğitim hakkından yararlanamama, sağlık güvencesinin yokluğu değil, aynı zamanda değersizleştirilme, dışlanma ve damgalanma ile de baş etmek zorunda kalıyorlar.
Yoksul çocuklara uygulanan sembolik şiddetin çeşitli boyutları var: Okula gidebilmişlerse kendilerine ayrı ve özel bir sınıfın açılmasından tutun, edebiyatta ve sinemada görünmez kılınmalarına kadar pek çok şeyi sayabiliriz.
Benim odaklanmak istediğim ise, basının uyguladığı sembolik şiddet biçimleri.
Çocuk yoksulluğu, basında birkaç biçimde ele alınıyor:
En sık rastladığımız, yoksul çocukların mağduriyeti üzerinden kurulan anlatılar,
ikincisi, buna bağlı olarak, devletin (ya da çeşitli kuruluşların) yoksul çocuklara el uzatması hakkındaki haberler.
Üçüncüsü, yoksul çocukların "tinerci" türünden nitelemelerle temsili- ki bunlara çok genel olarak "fobik temsiller" diyebiliriz.
2000 yılından bu yana basında çıkan haberler tarandığında görülüyor ki, yoksulluğa ilişkin haberlerin çok büyük bir bölümünde, çocuk görüntüleri kullanılmış (belirtmeliyim ki, 2000 yılı, yoksulluk haberlerinin de tavan yaptığı yıl- ekonomik kriz sonrasında, yoksulluk konusu yıllardır yapılmadığı ölçüde yaygınlıkla ele alınmış). Bunlar, ilk gruptaki "mağduriyet" anlatılarının örnekleri aynı zamanda.
Ekonomik kriz ve işsizlikle ilgili haberlerde küçük yoksul çocukların fotoğrafları kullanılıyor ve bu fotoğrafların altına şu türden şeyler yazılıyor: "Krizin bedelini bu minikler ödeyecek"...
Mağduriyet anlatılarının büyük bir bölümü, geleneksel sol popülist söylemle eklemleniyor. Toplumun en kırılgan gruplarından biri olan çocuklar üzerinden toplumsal eşitsizliklere işaret edilerek okurun duyarlılıklarına sesleniliyor.
Mağduriyet söylemi üzerinden kurgulanan haberlerin bir bölümü ise, milliyetçi-muhafazakâr bir yaklaşımla kaleme alınıyor.
Bunlar, geleneksel değerlerin yok olmasını ve devletin devletliğini yerine getirmediğini vurguluyor. Örneğin, bu tip haberlerde sıklıkla karşılaşılan bir klişe, devletin el uzatması çağrısı: "Vali amca yardım et" türünden başlıklar kullanılarak yoksullukla mücadele, bir "yardım" meselesine dönüştürülüyor.
Mağduriyet söyleminin çocuklar açısından anlamı üzerinde durmak istiyorum.
Yoksulluk hep vardı ama bugün yüz yüze olduğumuz olgu, hep bildiğimiz yoksulluktan epey farklı. Bu nedenle "yeni yoksulluk" kavramını kullanıyoruz ve yeni yoksulluğun önemli bir bileşeninin dışlanma ve damgalanma olduğunu vurguluyoruz.
Bu, yoksulların temsillerinde de önemli bir dönüşüm anlamına gelir. Sadece basında yer alan haberlerde değil, bütün olarak medyada ve kültür ürünlerinde yoksulluğun temsilinin büyük ölçüde değiştiği görülebiliyor.
Örneğin; Yeşilcam filmlerinde yoksulluk geçici ve esasa dair olmayan bir şey olarak temsil edilir: Yoksul kız "adabı muaşeret dersleri" alacak ve zenginlerin hakkından gelecektir. Sadri Alışık çok yoksul bir hayat sürer ama cömerttir, kalenderdir, öyle itilip kakılmaya gelmez. Yoksul çocuklar, büyük olasılıkla aslında zengin bir ailenin çocuğudur ve sonunda refaha kavuşacaktır.
Bütün bu masalsı anlatılarda hep tekrarlanan tema, yoksulun içinde bir "cevher", bir "öz" taşıdığıdır. Yoksul, adaletin ve insanlığın sembolüdür, bu anlamda, maddi yoksunluk içinde olsa da güçlüdür ve sembolik bir iktidara sahiptir.
Bugün yaşanan yoksulluğu yeni yapan şeylerden biri, yoksulun bu sembolik iktidardan da yoksun hale gelmesidir. Yoksulluk artık herhangi bir değerin değil, olsa olsa başaramamanın simgesi olabilir. "Yoksul ama gururlu Yaşar usta" tipi yerini başarısızlığı, mağduriyeti ve muhtaçlığı ile tanımlanan yoksula bırakmıştır.
Bu yoksulun bizimle ilişkisi ancak bir yardım- el uzatma ilişkisidir.
Çocuklara gelince, bu tablo daha da çarpıcı bir hal alır. Çünkü yoksulluk, çocuklar söz konusu olduğunda, çok daha çıplaktır. Böylece soğuktan morarmış küçük ayaklar, çaresizlikle bakan güzel gözler, tarak yüzü görmemiş saçlar önümüze serilir.
Bu çocuğu tanımlayan, açık ve kesin bir muhtaçlıktır ve onun böyle bir tanımda dondurulması, sembolik bir şiddettir.
Öyledir, çünkü 'bu çocuğun kendi yaşamı üzerinde söz söyleme hakkı görüş ufkumuzun dışına çıkmaktadır -o artık ancak hakkında konuşulabilecek, acınabilecek, yardım edilebilecek biridir.
Bu tutum, sadece medya temsillerine özgü değildir, devletin sosyal yardım politikasının temelinde de benzer bir yaklaşım yatar: Yoksullara yardım.
Pek çok yerde, pek çok zaman tartışıldı; yoksulluğun bir dışlanma ve damgalanma deneyimi haline gelmesinde, bu yardım anlayışının büyük payı var.
"Yoksulluğun Halleri" adlı kitapta Necmi Erdoğan'ın aktardığı gibi: "Birinin yoksul olması gerçeği, onun özgül yoksul toplumsal kategorisine ait olduğu anlamına gelmez... Yoksullar ancak yardım edildikleri anda, yoksullukla tanımlanan bir grubun parçası haline gelirler."
Yoksulluk koşulları, insanların insan türüne özgü bir takım kapasiteleri kullanmalarını engeller. Bu nedenle, yoksulluğun çok boyutlu bir insan hakkı ihlali olduğunu söylenebilir. Aynı zamanda, yoksulların mağduriyet söylemi içindeki temsilinin onların özne olarak varlıklarına yönelik bir saldırı niteliği taşıdığı eklenebilir.
Kendi hayatının denetimini elinde tutabilmek, en azından bunun için çaba göstermek, özneliğin en genel tanımıdır herhalde. Yoksul çocukları birer "özne" değil de "kurban" olarak gördüğünüz ve gösterdiğinizde, bir ihlal de siz yapmış olursunuz- insanları nesneleştirdiğiniz için.
Yine buna bağlı bir başka haber biçimi, "Yeni Bakan Kolları Sıvadı" diye başlıklandırılabilir.
Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlar göreve geldiklerinde ilk iş sokak çocukları sorununa el atarlar, kolları sıvayıp sorunu çözecek projeleri basınla paylaşırlar. Bu konuda da basının bir "haberin devamını izleme" kaygısı olmadığından, bütün bu projelerin nasıl uygulandığını, nasıl başarılar elde edildiğini, ne gibi engellerle karşılaşıldığını kamuoyunun öğrenme şansı olmaz.
"Artık onların da sıcak bir yuvası var" diye fotoğraflanan çocukların bu yuvayla ilişkileri hiçbir zaman bilinemez, çünkü onların sesini kimse duyamaz. Yoksul çocukların mağduriyetini uzun uzun anlatan basın, iş bu çocuklara kulak vermeye gelince, pek heyecanlı ve hevesli değildir.
Böyle olduğu için yetiştirme yurtlarında cinsel taciz iddialarına geniş geniş yer verirken, bu iddiaların orada yaşayan çocukları nasıl etkileyeceği hiç hesaba katılmaz. Yetiştirme yurtlarında yaşayan genç kızlarla konuşulduğunuzda en büyük sıkıntılarından birinin, "yurt kızı" olarak damgalanmak olduğunu anlatırlar size- "yurt kızı" olmanın, tacize, hatta tecavüze uğramış olmak anlamına geldiğini söylerler.
Çocukları hedef alan sosyal yardım projelerinin basındaki yansımasına bakıldığında, çocukların birer yurttaş, yani birer hak sahibi olarak değil, "devlet babanın el uzattığı (ya da uzatmadığı) muhtaçlar" olarak resmedildiği görülür. Dolayısıyla mağduriyet söylemi, sosyal yardım politikalarına ve projelerine ilişkin haberlerde de aynen devam eder.
Ayşe Buğra'nın belirttiği gibi devletin Türkiye ekonomisinde oynadığı önemli rol formel ve kurallı bir müdahale biçimini almamış, aynen aile dayanışması modeline benzer bir çerçeveye oturmuştur Dolayısıyla, vatandaşlık hakkı olarak işsizlik sigortası ya da iş güvencesinin sağlanması yerine, informel mekanizmaların (adam kayırma, hemşehricilik, partililik, akrabalık...) işletildiğini görülür
Bu durumda yoksul çocukların kaderinin de aile reisinin insafına kalması olağandır. Nitekim basındaki haberlere ve yorumlara bakıldığında da çocukların hiçbir biçimde hak sahibi olarak temsil edilmediği görülür.
Basının yoksul çocukları ele alma biçimlerinden üçüncüsü, bu çocukların potansiyel ya da fiili suçlular olarak temsil edilmeleridir Yoksul çocuklar mağdur/kurban değillerse, genellikle, suçludurlar. Belki de onlar için basın (ve toplum) tarafından birer "özne" olarak kabul edilmenin tek yoludur bu.
Gazetelerin yoksulluk haberleri, "sokak çocukluğu" kavramının, toplumsal bir tehdit olarak giderek daha yerleşik hale geldiğini göstermektedir: Sokak çocukları, aile korumasından ve denetiminden uzaktır, "normal" vatandaşların onlardan korunması gerekir.
Yoksul çocukların birer suçlu ya da suç tehdidi olarak resmedildiği haberlerde, yoksulluk söz konusu edilmez. Bunun, genel olarak yoksulları tehdit olarak kodlayan, onları "tehlikeli sınıflar" olarak (varoşlar, sosyal patlama tehlikesi vb) gören fobik temsillerle ilişkisi var.
Yoksulları neredeyse ayrı -dışlanması gereken, aşağı- bir insan türü olarak damgalayan bu ayrımcılık, sınıfsal ırkçılık kavramıyla tanımlanabilir.
Bu bakış açısından, yoksul çocuklar da artık "çocuk" olmanın masumiyetinden, dolayısıyla esirgeyiciliğinden soyundurulur, o büyük tehdit imgesinin unsurlarına dönüşürler. "Tinerciler" ya da "kapkaççı'lardır artık onlar.
Sözünü ettiğimiz sınıfsal ırkçılığın, başka ırkçılıklarla ya da ideolojik ayrımcılıklarla da eklemlendiğini eklemeliyiz. Son bir iki yılda İstanbul'da kapkaç olaylarının medyada konu edilme tarzının, anti-Kürt hıncı besleyen "şehir efsaneleri" yarattığını bilinmektedir: Kürt çocuklarının yankesicilik yaptırılmak üzere kitleler halinde İstanbul'a getirtildiğine/gönderildiğine dair hikayelerdir bunlar.
Zorunlu göçün yol açtığı bir "şişme" sonucu işsizliğin ve yoksulluğun olağanüstü boyutlara ulaştığı Diyarbakır'daki muazzam çocuk yoksulluğunu, çocukların ve ailelerin bu yoksulluk karşısındaki çaresizliğini asla gözleri görmeyen, bunun yerine karşısında bir "Kürtçülük" aldatmacası görmek isteyen hikayeler...
İnsan türü, hikayeler anlatmasıyla, hikayeler içinde yaşamasıyla da ayrılır diğerlerinden. Herhalde ölümlülüğün bilinciyle olacak, öylesine yaşayıvermez, yaşamaya bir anlam atfetmesi gerekir. Bunu hikayelerle yapar: Her çağda hikayeler üretenler olur; büyücüler, din adamları, bilim insanları, sanatçılar...
Yaşadığımız zamanın hikayeleri ise büyük ölçüde medya tarafından üretiliyor. Öyle ki, başka hikayelerin duyulması giderek imkansızlaşıyor, anlattığınız hikayenin duyulmayacağını bildiğinizde artık anlatmak istemeyebiliyorsunuz. Daha da önemlisi, her birimizin tek tek birer hikaye anlatıcısı olduğumuzu, insanlar olarak bu potansiyeli taşıdığımızı da unutabiliyoruz.
Bizim kendi hikayemizi anlatabilmemiz için galiba bütün hücrelerimizden içeri girip duran bu büyük ve güçlü hikayeye daha yakından bakmamız, onun ne dediğini ayırt etmemiz, onunla nasıl bir ilişki kurduğumuzu fark etmemiz önemli. Yoksul çocukların gazetecileri memnun etme kaygısı taşımadıklarında dile getirdikleri arzunun, bir cep telefonuna sahip olma arzusunun belki de bu "anlatma" meselesiyle bir ilişkisi vardır- anlatma ve duyulma...(AD)
* Bu yazı Ekim 2005 tarihinde Ankara, Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenen Ulusal 5. Çocuk Kültürü Kongresi'nde sunulmuştur.
** Bu tebliğin dayandığı gazete haberlerinin büyük bir bölümü, Kadın Çalışmaları Ana Eğitim Dalı Yüksek Lisans öğrencisi irfan Aktan tarafından derlenmiştir. Kendisine teşekkür ederim.