Depremler insanlık tarihinde büyük acıların yaşanmasına yol açan en önemli doğa olaylarının başında geliyor. Bu özelliğiyle de hepimizi korkutuyor. 12 Haziran tarihinde Ege Denizi’nde (Karaburun’un 25 km. kuzeyinde) meydana gelen depremler, bir deprem ülkesi olduğumuz gerçeğini bir kez daha anımsattı. Başta İzmir-Manisa ve Balıkesir olmak üzere bütün kıyı Ege’de ve Trakya’da hissedilen deprem, doğal olarak bölge insanını ciddi paniğe sürükledi. Artçı sarsıntılar bir süre daha sürecek diyor uzmanlar.
Zaman zaman doğa bizi bu gerçekle yüzleştiriyor, uyarıyor. Nasıl yağmur yağıyorsa, kar yağıyorsa, depremler de olacak. Bundan kaçış yok! Sorun, ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğinin bilincine varabilmek. Akılla üstesinden gelebilmek.
Son depremin ortaya çıkardığı, gözümüze soktuğu bilimsel bir gerçek var ki bu çok önemli ve bize ne yapmamızı, daha doğrusu neleri asla yapmamamız gerektiğini bütün açıklığıyla gösterdi. Eğer bu bilimsel gerçeklere gözümüzü kapar ve hiç yokmuş gibi davranmaya devam edersek bedelini bütün ülke olarak ağır bir şekilde öderiz. Bu da deprem gerçeği gibi açık bir gerçeklik!
Bu bağlamda, Karaburun açıklarındaki 6.2 büyüklüğündeki depremin, kıyı yerleşimlerinde 7 şiddetinde hissedilmesinin üzerinde önemle durmak gerekiyor. Bu durum bölgenin jeolojik özellikleriyle yakından ilgili. Kıyılar gevşek, doğal anlamda zayıf tutturulmuş, doğal çimentosu sağlam olmayan, alüvyonal arazilerden oluşmakta. Bu durum depremin daha büyük hissedilmesine yol açan en önemli faktör. Ege Bölgesinin jeoloik yapısı gereği yer altı su seviyesinin yüksek olduğu biliniyor. Bu yüzden olası bir depremde, zeminin sıvılaşıp (Adapazarı Depremi örneği) hasarı büyütmesi beklenen bir durumdur.
Yeri gelmişken, Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Yasa Tasarısı adıyla, kıyıların, meraların, zeytinliklerin sanayileşme ve madenciliğe, doğal olarak yapılaşmaya açılmasına; kıyılardaki yüksek yapılaşmalara; denizlerdeki havaalanı, stadyum benzeri büyük üst yapılara bu bağlamda da bakmak gerekiyor. Tüm bu yapılanların, ülkemiz deprem gerçeğiyle ne kadar uyumsuz olduğu ortada.. Alüvyonal kıyı bölgelerinde yapılan büyük üst yapıların, oturacağı gevşek zemine yükleyeceği yükün, zemin özelliği bile olmayan, yüksek oranda su içeren bu jeolojik birimlerde ilerde büyük sorunlara yol açabileceğini; bu sorunun, deprem anında olaşabilecek sıvılaşma ile birleştiğinde daha da büyük boyutlara varabileceğini konunun uzmanları yıllardır söylüyor. Ama ne yazık ki bu imalatlar bütün hızıyla sürüyor!
Dünyanın her coğrafyasının kaderi aynı değil maalesef! Varlıklı kesimlerle yoksulların ‘kaderinin’ de aynı olmadığı gibi. Bizim coğrafyamızın tarihinde çok acılar var. Asya coğrafyalarının, Ortadoğu halklarının, bizim batımızda ama Avrupa’nın en doğusundaki Yunanistan’ın, ezcümle bütün yoksulların yaşadığı bölgelerin, doğa olaylarından, depremlerden çektiğini, Kıta Avrupa’sı aynı ölçekte yaşamadı ve yaşamayacak da. Elbette bunun, bölgelerin jeolojik yapısı ile sıkı sıkıya ilişkisi var. Ama bütünüyle bir deprem ülkesi olan Japonya örneği bize bunun bir kader olmadığını göstermiyor mu? Bilime veril(mey)en değerle, yaşanan hasar ve ölümler arasındaki can alıcı ilişki daha çarpıcı nasıl açıklanabilir ki?
Gelişmişlik büyük yapılar yapmakla değil, insana verilen değerle ölçülen bir kavram. İnsanlarını korkusuz bir geleceğe ve huzurlu bir yaşama hazırlayan ülkeler gelişmiş olarak kabul ediliyor. Yarınından endişe eden bir toplumda, bozulan ruh sağlığı ile iyi bir gelecek kurgulamak da, yarınları oluşturacak sağlıklı nesiller yetiştirmek de olanaksız. Günü yaşayan politikalarla varacağımız geleceğin bize mutluluk getirmeyeceği çok açık!
Doğa olaylarının afete dönüşmesini önlemenin bazı maliyetleri var elbette. Önceliklerinize bağlı bir durum. 1999 Kocaeli Depremi’nden sonra oluşturulan Ulusal Deprem Konseyi, 2007 yılında lağvedildi. Herhangi bir ekonomik külfet gerektirmeyen, bağımsız ve bilimsel anlamda yol gösterici önemli bir kurum olan ve konunun gerçek uzmanlarından oluşan bu konseyin uyarıları rant çevrelerini rahatsız etti. Tez zamanda defteri dürüldü. Peki,15 milyon insanı, 4 milyon konutuyla, beklenen büyük İstanbul depremine hazır mıyız? İstanbullular bir gün evlerinden çıktıklarında, çevrelerine bir de bu gözle baksınlar. Bir deprem anında kendilerini güvende hissedecekleri, çadır kurabilecekleri kaç yeşil alan kaldı!
17 Kasım 2015 te bianet’te yazdığım “Depremini Bekle(me)yen İstanbul” yazımda: “Aslında yeni bir şey de söylemeye gerek yok. Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı’nın başkenti olmuş, 2 bin 600 yıllık tarihiyle, Dünya’da iki kıta üzerine kurulu tek şehir olan İstanbul’un, ormanları, sahilleri, su havzaları, vadileri, dere yatakları, Boğazları, Adaları, dağları-tepeleri yağmalanarak, beton bloklarla doldurularak, 1950’lerden günümüze kadar, çıkarılan imar aflarıyla ve kaçak yapılarla da desteklenen bir süreçle, binlerce yıllık tarihinde görmediği bir yıkıma tanık olduğu çok söylendi. Belki de depremin bile yıkamayacağı kadar!..
Daha yakın zamanda, Kocaeli depremi sonrasında alınan kararla İstanbul’da, deprem sonrası toplanma alanı olarak belirlenen 493 yerin 300’ünün imara açıldığını ve yerlerine alışveriş merkezi ve gökdelen yapıldığını görmedik mi? Muhtemelen deprem sonrasında halkın bu alanlara ulaşması zaten mümkün olmayacak diye gereksiz bulunduğu düşüncesiyle!.” diye yazmıştım. Bu süreç bütün hızıyla sürüyor.
Şimdilerde bu yüksek yapılaşma trendi, zemin özellikleri daha olumsuz olan İzmir’de boy göstermeye başladı. Son deprem bu konuda önemli bir uyarıydı. Dikkate alınacağına dair bir umut taşımasam da söylemek boynumuzun borcu.
Tarihsel kayıtlarda, arkeolojik kazılarda; kıyılarda, sulak arazilerde, alüvyonal bölgelerde kurulmuş birçok uygarlığın izlerine rastlıyoruz. Birçoğu büyük afetlerle yeryüzünden silinmişler. Bu pratiklerden dersler çıkaran insanlık, daha sağlam kayalık zeminlerde yerleşmenin, nesillerinin devamını sağlamanın yollarını aramış. Pratiği teoriye ve yeniden pratiğe dönüştürmeyi başarabilenler bu günlere ulaşabilmiş.
Reçete belli. Ya bilimin ve tekniğin yol göstericiliğinde büyük insanlık serüvenimizi sürdürmeyi başaracağız ya da uzun insanlık tarihinin acı deneyimleriyle tekrar tekrar yüzleşeceğiz!.. (Şİ/HK)