*Manşet görseli, Ermeni Soykırımı'nın Kısa Bir Tarihi kitabından alındı. Fotoğraf, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin liderlerinden Talat Paşa, Halil Bey (Menteşe) ve Enver Paşa'yı gösteriyor.
Sevgili Hrant, 1915 soykırım mıdır değil midir tartışmalarından uzak dururdun. Yarı alaylı, 'Ben milletimin başına geleni biliyorum, siz ne derseniz deyin' derdin. Soykırım kelimesini bir kere, o da çok köşeye sıkıştırıldığın için kullandın ve hemen dava açtılar sana. Bu kitap senin yapmak istediğin savunmanın bir parçası olsun Hrant. Ve bir daha 'soykırım' dediği için hiç kimse öldürülmesin.
Yukarıdaki cümleler Taner Akçam'ın, Aras Yayıncılık'tan çıkan yeni kitabı Ermeni Soykırımı'nın Kısa Bir Tarihi'nin önsözünden.
Kitap vesilesiyle Akçam'a, üzerinden 106 yıl geçen 1915'i sorduk. Ne oldu? Öncesinde ve sonrasında ne yaşandı? Bu mesele bugün nasıl konuşuluyor?
Sözü çok uzatmayalım, alanının önemli akademisyenlerinden Prof. Dr. Taner Akçam'a kulak verelim.
Lemkin'in "soykırım" terimi
"1915 bir soykırım mı, değil mi?" sorusuna aranan yanıt ve bu meseleyi bir sözcük tartışmasına sıkıştırmak, bugüne dek neyin gözden kaçmasına neden oldu ve oluyor? Mesele, bu odaktan bağımsızlaşabilir mi? Esasen 1915 ve sonrası nasıl konuşulmalı, tartışılmalı sizce?
Konuyu "Soykırım mıdır, değil midir?" tartışmasına sıkıştıran Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisidir. Ayrıca psikolojik problemleri ve milliyetçi eğilimleri nedeniyle buna bir türlü soykırım adını koyamayan Türk aydınlarıdır. Başka hiçbir neden yoktur bu sıkıştırmada. 1948'de soykırım diye bir kavram çıkıyor, değil mi? Uluslararası planda, Birleşmiş Milletler'de ve bu bir sözleşme olarak yayımlanıyor.
Sözü bulan Raphael Lemkin'e soruyorlar "Sen bu kelimeyi niye buldun?" diye. Saydığı nedenler arasında, "Ermenileri öldürdüler, ondan buldum" diyor. Şimdi Lemkin kelimeyi "Ermeniler öldürüldü, ondan buldum" diyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin aydınları, ilericileri ve solcuları da dahil, soykırım dememek için bin bir dereden su taşıyorlar. Durum buydu.
Bu kelimeyi sözünü ettiğiniz daraltmadan kurtaran üç neden vardır: Türkiye'de gelişen sivil toplum; bunda Hrant Dink cinayeti etkili oldu. İkincisi, Kürt bölgelerinde yaşanan ciddi demokratikleşme. Birçok belediyeyi alan Kürt ulusal hareketinin temsilcileri, bırakın sadece soykırım demeyi, özür dilediler, hatta Diyarbakır Suruç örneğinde bildiğimiz gibi anıt diktiler. Bu dalga ciddi biçimde etkiledi Türkiye'yi. Dahası her 24 Nisan'da sivil toplum örgütleri anmaya başladılar soykırımı. Bu daralmadan kurtulduk şimdi.
Hrant Dink de "vardı"
Hrant'ın özelinde söyleyebileceğim bir şey var. Bunu önsözde yazdım. Bir Ermeni için veya Ermenileri yakından tanıyan biri için bu konuşulacak bir konu değildir zaten. Hrant biraz kibar bir insandı. "Madem takıyorlar bu kelimeye, ben de bunu kullanmayayım" diyordu. İlginç bir yorum yapıyordu, benim pek katılmadığım, "Soykırım denmesine bu kadar öfkeyle tepki gösteriyorlarsa bunlarda derin ve önemli bir manevi duygu var. Soykırım o kadar kötü bir şey ki, biz de o kadar iyi bir insanız ki biz bunu yapmış olamayız, diyorlar" diye düşünüyordu.
Yani Türkler tarafından kelimenin kullanılmıyor olmasında Hrant olumlu bir anlam bulmaya çalışıyordu. Önsöze yazdığım sözü de bana çok sık tekrar ederdi "Ne derseniz deyin, ben milletimin başına ne geldiğini biliyorum. Vardı ve şimdi yok." Bu kadar basit. Vardılar ve şimdi yoklar.
Sonra bu sözü kullanmaya karar verdi. Ömrü boyunca soykırım kelimesini kullanmadı. Bir sefer kullandı diye üstüne çöktüler, davayı da açtılar. "Madem ben bir sefer kullandım ve dava açtılar bundan sonra bu kelimeyi sürekli kullanacağım ve onlara göstereceğim ki 'Siz soykırımı yargılayarak tarihi yargılıyorsunuz. Tarih yargılanmaz'" dedi.
Ve ama Hrant o savunmayı yapamadı... "Soykırımdır, çünkü... Soykırımdır, çünkü... Soykırımdır, çünkü..." biçiminde bir savunma yapacaktı.
Ben de önsözde onu hatırlayarak, "Bu keşke senin savunmanın bir parçası olsaydı Hrant" diyerek kitabı ona adadım.
Kitaptan | Olay değil süreçErmeni Soykırımı terimi genellikle 1915-1918 arasındaki katliamlar için kullanılır. Bu kullanımda, elbette sorunun tarihi köklerinden bahsedilir ama soykırım esas olarak 1915- 1918'le sınırlı bir olay olarak ele alınır, değerlendirilir. Oysa, Ermeni Soykırımı'nı sadece üç yıl süresince yaşanmış bir vaka olarak tanımlamak doğru değildir. Doğru olan, Ermeni Soykırımı'nı, 1878 Berlin Antlaşması ile başlayıp 1923 Lozan Antlaşması'yla tamamlanmış bir süreç olarak kavramaktır. Elbette bu tarihler çok önemli dönüm noktalarına denk düştükleri için simgesel değer taşırlar ama zamansal olarak ileriye veya geriye doğru da çekilebilirler. | |
"Kendilerine devrimci, ilerici, solcu... diyenler"
1915’e eklenen, birlikte düşünülmesi gereken ve o sürecin devamı sayılabilecek süreçler de düşüldüğünde Anadolu "homojenleştirilebildi" mi
Evet oldu. Amaçlanan, bir ülkenin yüzde 25-30 nüfusundan kurtulmaktı. Başardılar, Hıristiyanlar yok artık. Yani şöyle bir şey düşünün, yarın sabah gözünüzü açacaksınız ve Türkiye'de Kürt ve Alevi yok. Yaptıkları bu oldu.
Bugün Türkiye'de kendine devrimci, ilerici, solcu, yurtsever diyenler de dahil yüzde 30'un imhası üzerine olan kuruluşu selamlıyorlar. Kendilerini onun devamı olarak ve "'O büyük Cumhuriyeti kuran kuşakların izindeyiz'ci" olarak tanımlıyorlar.
Bugünle bağlantı kurduğumuzda, Kürt konusunda da benzeri sorunları yaşıyoruz. Tavır alınamıyor olmasının zorluklarından biri de bu.
"Kürtler gönüllü katıldı"
Kitapta ilk kez yayımladığınız bazı belgeler var Kürtlerin 1915’teki sorumluluğuna ilişkin. Sorumlu muydular ya da bu soru nasıl "kurulmalı"?
Burada üç beş husus var. Kürt aşiretleri doğrudan öldürme eylemlerine katıldılar. Sıklıkla verilen bir örnek vardır. Milli aşiretinin reisi mi olacaktı, kendi aşiretinin, insanları öldürmesini somurtup izlemektedir. "Neden böylesin? Bak, gavurları ne güzel öldürüyoruz" denilince "Temizliyoruz temizliyoruz da korkarım yarın bunun aynısını bize yapacaklar" der Türk yöneticilerini kastederek. Ve öyle bir sürece de girilir.
Birincisi husus, 1915'te Anadolu'da insanların ne kadarı kendilerini Türk ve Kürt olarak görüyor ve değerlendiriyordu, bu önemli bir nokta. Bugün biz onları Türk ve Kürt olarak tanımlıyoruz. Bunu gözden kaçırmayalım.
İkinci önemli husus, bu insanlar Müslüman olarak bu katliamlara katıldılar. Eğer öldürülmelerin olduğu bölgelerdeki aşiretler buna doğrudan katılmamış olsalardı bu kadar Ermeni ölmezdi. İki iki daha dört.
Üçüncü husus, genelde kamuoyunda yaygınca kullanılan "Kürtler kullanıldı" argümanı çok doğru değil. Gönüllü katıldılar. Örneğin; Osmanlı hükümetinin, Süryanilere yönelik herhangi bir imha kararı yoktur. Osmanlı hükümeti bölgelere yolladığı tamimlerde "Söylediğimiz tedbirler, Süryaniler için geçerli değildir. Onlar yerlerinde kalacaklardır" der. Yani dokunmayın Süryanilere kalsın. Çünkü Osmanlı o sırada bir sorun görmüyor orada. Belki sonra sıra gelebilir ama asıl dert Ermenilerde. Buna rağmen yerel düzeyde Süryaniler de imha sürecine dahil ediliyorlar.
Süryanilerin katledilmesi
Şunu söyleyebilirim, Süryanilerin imhası büyük ölçüde yerel inisiyatiftir; yerel Osmanlı-Türk yönetici ile Kürt aşiretlerinin ortaklığı... Yani, aşağıda, yerel düzeyde merkezin çok ötesinde bir öldürme arzusu vardır. İnsanlar, Süryanileri bu nedenle imha ederler. Süryanilerin kullandığı bir tanım vardır kendilerine ilişkin, "Ermeniler soğandı, Süryaniler soğanın zarıdır" derler. Yani soğanı yerken belli bir noktadan sonra zarı da birlikte yersiniz.
Kürt aşiretleri, bazı bölgelerde Osmanlı güvenlik güçlerine rağmen ve onlarla çatışarak Hıristiyan köylerine saldırmış ve oraları yağmalamıştır.
Osmanlı valileri, düzenli bir biçimde İstanbul'a raporlar göndererek Kürtlerin yağma yaptıklarını ve Kürtleri ve Ermenileri imha ettiklerini rapor ederler. Güvenlik kuvvetleriyle Kürt milisleri arasında çıkan çatışmada ölen Kürtleri de rapor ederler.
Yeni belgeler
Kitapta buna ilişkin belgeleri ilk kez yayımladık. Bunlar şifreli belgeler, özel rapor, sadece Bakanlığa gönderilen raporlar... Eklemek gerekiyor; bu belgeleri okuyunca Türk askeri birlikleri ve valiler Ermenileri korumak istemiş gibi bir tablo çıkıyor ortaya ama bu da elbette doğru değil. Aynı Valiler Ermenilerin imha edilmesi konusunda birçok belge göndermişlerdir ve bunlar da bugün arşivde mevcuttur.
Yani Kürtlerin zorla içine sokuldukları bir süreç yok. Gönüllü olarak, Müslüman olarak katıldıkları bir süreç var. Bu süreçte yerel yöneticilerle birlikteydiler. Dolayısıyla konuyu bu bilgilerin ışığında konuşmak gerekiyor.
Yalnız burada çok önemli bir husus daha var, bu konuda henüz yerel düzeyde yeteri kadar çalışma yapılmış değil. Yani "Hangi aşiret katıldı, hangi aşiret katılmadı" bilinmiyor. Bunun bilinir hale getirilmesi gerekir genellemelerden uzak durularak.
Kitaptan | Holokost'tan farkıKatliam ve imhanın esas olarak tek bir bakanlık tarafından hayata geçirilmesi, Ermeni Soykırımı'nı Yahudi Soykırımı'ndan ayıran en temel özelliklerdendir. Holokost'un çok "etkili" organize edilememesinin nedenlerinden biri, sürece çok sayıda idari birimin dahil olması ve dolayısıyla bu farklı kurumlar arasında "ortak pratik tavır almanın" zorluğu idi. İttihatçıların "başarılarının" ikinci önemli nedeni, Talat Paşa'nın otoritesi ve koordinasyon yeteneğidir. Talat Paşa, sadece farklı kişi ve kurumlar arasında başarılı bir koordinasyon yürütmekle kalmamış, aynı zamanda otoritesini çok etkin biçimde kullanarak, bölgelere düzenli aralıklarla emirler göndermiştir. | |
Dünden bugüne "inkâr"
Kitapta "Ermeni Soykırımı çalışmaları kendi bağımsız mecrasında gelişiyor" diyorsunuz. Türkiye'deki akademik özerkliğe yönelik engellemeler göz önüne alındığında da bu söylenebilir mi?
Türkiye'de özgür ve bağımsız bir akademik çalışmadan söz edebilmek mümkün değil. İnsanlar hapse tıkıldılar, üniversitelerden kovuldular.
Türkiye; sadece Ermeni Soykırımı konusunda değil, hemen hemen birçok konuda fabrika ayarlarına döndü.
İlk inkarın büyük konuşması, 1916'da Talat Paşa tarafından İttihat ve Terakki kongresinde yapılır. Daha sonra Talat bu konuşmayı 1918 kongresinde de tekrar eder. Konuşması "Biz hiçbir şey yapmadık, hiçbir şey olmamıştır, eğer bir şey olmuşsa Ermeniler sorumludur" diye özetlenebilir.
İnkâr politikası daha sonra Mustafa Kemal tarafından tekrar edildi. Ve İsmet İnönü bunu 1923 Lozan görüşmeleri sırasında bir tarih nutku olarak attı. Hatta dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, yarı dalgayla "İsmet Paşa'nın iyi bir diplomat olduğunu biliyorduk da tarihçi olduğunu bilmiyorduk" diyerek cevap verir.
"2015 dönüm noktasıydı"
İşte biz buna biz fabrika ayarı diyoruz. Bu fabrika ayarına 2013-2014'lerde dönmeye başladık. Soykırımın 100. yılı olan 2015 de dönüm noktası oldu. Dolayısıyla bu anlamda özgür bir akademik çalışmadan söz etmek artık mümkün değil.
Ancak benim altını çizmek istediğim husus şu, Türkiye'de 1915'e soykırım diyen biz akademisyenler bu davayı kazandık. Bugün Türkiye'de hükümet, siyasetçiler ve diğer akademisyenler artık savunmadalar.
Eskiden bunun tersiydi; 1990'larda bize olmadık saldırıları yapıyorlardı, mahkemelerden mahkemelere sürükleniyorduk. Biz o dönem takip edilen, soruşturulan, kovuşturulan, nefret kampanyalarının hedefi olan insanlardık. Artık akademik düzeyde de toplumda da kimse bize aynı muameleyi yapamıyor. Yani bu psikolojik savaşı biz kazandık, şimdi savunmada olan hükümet ve inkar politikası yandaşlarıdır.
Belli bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştı 2000'li yıllarda. Onların hepsi geriye düştü tabii. Bugün Türkiye'nin tezlerini ne siyaseten ne de akademik dünyada ciddiye alan var. Bence Türkiye 1915 konusunda artık tamamıyla izolasyondadır.
Taner Akçam kimdir?1953'te Ardahan'da doğdu. Sorumlu yazıişleri müdürü olduğu Devrimci Gençlik dergisindeki yazıları nedeniyle Mart 1976'da on yıla yakın hapis cezasına mahkûm edildi. Mart 1977'de Ankara Merkez Cezaevi'nden firar etti. 1988'de Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'nde şiddet, kültür ve insan hakları konularında çalışmaya başladı. 1991'de yayımlanan Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu (İletişim Yayınları), Ermeni sorunu etrafındaki çalışmalarının başlangıcına denk düşer. *Fotoğraf: Agos 1996'da Hannover Üniversitesi'nden sosyoloji ve tarih doktorası alan Akçam, Ermeni Soykırımı ve Türk milliyetçiliği konusunda çok sayıda çalışmaya imza attı. Akçam, 2008 yılından beri Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Holokost ve Soykırım Çalışmaları Merkezi'nde bulunan Kaloosdian/Mugar kürsüsünde çalışmalarını sürdürüyor. Yayımlanmış Türkçe kitaplarından bazıları: İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu (Ankara: İmge, 1996); 'Ermeni Meselesi Hallolunmuştur' (İstanbul: İletişim, 2008); Kanunların Ruhu, Ümit Kurt ile birlikte (İstanbul: İletişim, 2012); Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması (İstanbul: İletişim, 2015); Naim Efendi'nin Hatıratı ve Talat Paşa Telgrafları (İstanbul: İletişim, 2018). | |
(DŞ)