* Görsel: Pexels
Beğensek de beğenmesek de, kabul etsek de etmesek de hayatımızın belki de en büyük dönüm noktalarından biri: Covid-19 salgını.
Salgının resmi olarak hayatımıza girdiği Mart 2020 tarihinden bu yana hepimiz için hem maddi hem de manevi anlamda çok şey değişti.
Bu süreçte sosyal mesafe, bulaş riski, filyasyon gibi kavramlar teker teker tıp sözlüklerinden sıyırılıp sinsice hayatımıza süzülürken, dokunmak, sarılmak, öpüşmek gibi yıllar yılı alışkanlığına sığındığımız pek çok tanıdık, bildik yüz de birdenbire bizi terk etti.
Eskiden sevgimizi ya da ilgimizi göstermenin bir yolu olan fiziksel yakınlık ve temas artık sevdiklerimizin sağlığını, hatta hayatını riske atar oldu.
Sahi... Aynı evi paylaştığınız tüylü dostlarınızı saymazsanız çok sevdiğiniz birine hastalık kapma ya da hastalık bulaştırma korkusu olmadan en son ne zaman doya doya sarıldığınızı hatırlıyor musunuz?
Doğruyu söylemem gerekirse ben hatırlamıyorum.
O zaman belki de bu noktada şu soruyu sormak gerekiyordur: Neredeyse bir sene gibi uzun bir süredir başka insanlara eskisi kadar temas edemiyor olmak ruh ve beden sağlığımızı nasıl etkiledi?
Eğer başka bir insanın fiziksel yakınlık ve temasına duyduğumuz ihtiyaç gerçekten bu kadar büyükse bunun sebebi ne olabilir? Peki ya bu ihtiyacı gideremediğimizde... O zaman beynimizde ve hayatımızda neler oluyor? Ve belki de daha önemlisi, ne yaparsak bu eksikliği biraz da olsa giderebilir, yarattığı hasarın kalıcı olmasını engelleyebiliriz?
Bu soruların cevaplarını sizler için derlemeye çalıştık...
"Gerçek epidemiyologlar el sıkışmaz"
Çevremizdeki insanlarla fiziksel temasta bulunmaktan kaçınmak korona günlerinde hayatımıza giren ilk önlemlerden biri oldu.
Maske takan insanlara bakıp içten içe "Biraz abartmıyorlar mı sanki?" diye düşündüğümüz nispeten mutlu günlerde hükümet yetkilileri henüz "Hayat eve sığar" telkinleriyle bizi evde kalmaya çağırmıyorken, hemen hepimiz tokalaşmaktan ve sarılmaktan imtina etmeye başlamıştık bile.
Aradan geçen zaman ise bu durumda hiçbir olumlu değişiklik yaratmadı. Aksine, aramızdaki mesafeyi daha da arttıran maske, siperlik gibi aksesuarlar hayatımızın çok sevmesek de ayrılmaz bir parçası halini aldı.
Peki, bu durum daha ne kadar böyle sürer dersiniz?
Tam da bu sorunun cevabını merak eden ABD'nin The New York Times gazetesi bundan aylar önce, Haziran 2020'de 511 epidemiyoloğa bir arkadaşlarına sarılırken ya da biriyle tokalaşırken kendilerini bir daha ne zaman yeniden rahat hissedebileceklerini sormuş, uzmanların yüzde 42'si aradan bir yıl veya daha uzun bir süre geçmesi gerektiğini söylemişti.
Hatta ankete katılan epidemiyoglardan biri olan T. Christopher Bond şakayla karışık, "Gerçek epidemiyologlar el sıkışmaz" diye cevap vermişti.
"Onlarca kişi, tek soru, tek cevap: Sarılmak"
Bundan birkaç ay sonra yine aynı gazete ABD'li yurttaşlara en çok ne tür dokunuşları özlediklerini de sordu. Aynı soruyu pek çok kişiye yönelten Maham Hasan yaptığı söyleşileri kısaca şöyle özetliyordu:
"En çok hangi dokunuşu özlediklerini sorduğumda söyleştiğim herkesin yanıtı aynıydı: Sarılmak. Oregon'daki Portland Eyalet Üniversitesi'nde profesör olan Anita Bright Mart ayının ilk günlerinde tez savunması yapan bir öğrencisine sarılamadığını hatırlamış, özellikle kavuşmaya eşlik eden sıkı sıkıya, uzun sarılmaları özlediğini söylemişti."
The Guardian'dan Eleanor Morgan da İngiltereli yurttaşlara benzer bir soru yöneltmiş, Edinburgh'ta öğretmenlik yapan Claire Birke ona şöyle demişti:
"37 yaşındayım ve arkadaşlarımın çoğu eşleriyle veya çocuklarıyla birlikte yaşıyor. Daha önce bekarlığımın hiç bu kadar farkına varmamıştım, tıpkı fiziksel temas eksikliğimin farkına varmadığım gibi..."
Londra'nın güneyinde yalnız yaşayan Nina Smith ise insanlara sarılamamanın ne demek olduğunu pandemi hayatına girmeden çok önce öğrendiğini söylüyor. 2018 yılında omurgası zedelenen Smith, tedavisinin büyük bir kısmını yatakta geçirmiş, duyduğu acı sebebiyle de insanlarla fiziksel temasını olabildiğince azaltmak zorunda kalmış:
"Bir noktadan sonra insanlara sarılamamak gerçek anlamda eziyet verir hale geldi. Hükümetin ilk kapanma sürecinin tek başına yaşayan insanlar üzerindeki etkisine kafa yorduğuna inanmıyorum."
Şikayetlerin adı aynı: Dokunma açlığı
Farklı ülkelerden farklı insanların farklı sözcüklerle ifade ettiği bu hissin aslında tıp dilinde bir karşılığı var: Dokunma açlığı.
Teksas Tıp Merkezi (TMC) İngilizcede "touch deprivation" veya "touch starvation" şeklinde karşımıza çıkan dokunma açlığını şöyle tanımlıyor:
"Fiziksel temas sınırlı bir hal aldığında veya bazen tamamen ortadan kalktığında insanlar dokunma açlığı dediğimiz bir rahatsızlık yaşarlar."
TMC'ye konuşan psikiyatrist Asim Shah da dokunma açlığıyla ilgili bizimle şu detayları paylaşıyor: "Kişinin dokunma açlığı çekmesi yemek için açlık duyması gibidir. Yemek yemek isterler ama yiyemezler. Ruhları ve bedenleri başka birine dokunmak ister, fakat -bizim durumumuzda- pandemiyle ilişkilendirdikleri korku yüzünden dokunamazlar."
Diğer bir deyişle, başka birinin dokunuşu biz insanlar için yokluğunda "açlık" duyacağımız kadar önemli bir ihtiyaçtır. Peki ama neden?
İnsanlar neden başkalarının dokunuşuna ihtiyaç duyar?
"Dokunma açlığı bilinç ufkunun ötesinde başlar"
Bilim insanlarına göre, insanların dokunmaya ve dokunulmaya duyduğu ihtiyacın birbiriyle bağlantılı bir dizi açıklaması var.
Öncelikle, The Guardian gazetesinden Morgan'ın da ifade ettiği üzere, dokunulmaya duyulan ihtiyaç "bilinç ufkunun ötesinde" başlar.
Başka bir ifadeyle, bebek henüz dünyaya gelmeden rahmin içindeki amniyotik sıvı tarafından sarılıp sarmalanır ve fetüsün sinir sistemi kendi bedenini anneninkinden ayırt edebilir. Bu da bizi "tüm benliğimizin temelinde" dokunmanın olduğu sonucuna götürür.
Dokunulmaya duyduğumuz ihtiyaç ise hemen doğumla birlikte kendini gösterir. Psikiyatrist Shah bu durumu kısaca şu sözlerle örneklendiriyor:
"Eğer bebek prematüre doğmuşsa, bir süre yeni doğan yoğun bakım ünitesinde kalması gerekebilir; fakat anneden yine de günde birkaç kez bebeğin yanına gidip onu kucağına alması ve emzirmese de bebeği göğsüne yatırması istenir. Bu bağın, insandan insana bu dokunuşun çocuğun gelişimi için önemli olduğunu biliyoruz."
"Dokunmak evrimsel bir amaca hizmet eder"
Mandy Oaklander'ın ABD'nin Time dergisi için kaleme aldığı makaleye göre, dokunmaya ve dokunulmaya duyduğumuz ihtiyacı evrimle açıklamak da mümkün. "Tanıdıklarımıza ve yabancılara dokunmak evrimsel bir amaca hizmet eder," diyen Time editörü Oaklander, dokunmanın da tıpkı dil gibi toplumsal bağları pekiştirmenin bir yolu olduğunun altını çiziyor.
İsveç'in Linköping Üniversitesi'nde sosyal bağlar üzerine çalışan Juulia Suvilahti ise, bu durumu insan olmayan primatlar üzerinden açıklıyor:
"İnsan olmayan primatlar birbirlerini tımar ederken sık sık sosyal dokunmaya başvurur. Grup ne kadar büyükse, buna o kadar çok zaman harcarlar. Bu, müttefik bulmanın ve ilişkileri sürdürmenin bir yoludur."
Dokunmanın aynı zamanda saldırganlığı azaltmaya yardımcı olduğunu söyleyen Miami Tıp Fakültesi Dokunma Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Tiffany Field da maymunlar üzerinden bir örnek veriyor:
"Birilerine sosyal olarak dokunuyorsanız, onlara karşı saldırgan olmanız çok zordur. Fakat, aksi durumda, eğer iki maymunu ayırır, birbirlerine dokunmalarına izin vermezken birbirlerini görmelerine, duymalarına ve koklamalarına izin verirseniz, aralarındaki camı kaldırdığınızda neredeyse birbirlerini öldürürler."
Bir şey eksik ama ne?
Dokunma ve dokunulmaya olan ihtiyaç her ne kadar evrimsel sebeplerle açıklanabilecek bir durum olsa da insanlar her zaman bu ihtiyacın farkına varmayabilirler. Daha doğrusu, hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunu hissetseler de bu eksikliğin adını koymakta zorlanabilirler.
İngiltere'nin Liverpool John Moores Üniversitesi'nden nörolog Francis McGlone bu durumu kısaca şöyle özetliyor:
"Bir şeylerin eksik olduğunu hissetmeye başlayabiliriz, fakat bu eksikliğin dokunma olduğunu her zaman bilmeyiz. Diğer yandan, yalnızlık sorunu hakkında konuşurken çoğu zaman çok bariz bir durumu göz ardı ederiz: Yalnız insanlarda olmayan şey dokunmadır."
O zaman belki de bu noktada şu soruyu sormak gerekiyordur: Dokunmak ve dokunulmak bedenimize ne yapıyor da her zaman adını koyamasak da yokluğunu hissediyoruz? Ve daha da önemlisi, başkalarına yeterince dokunamadığımızda, yani dokunma açlığı çektiğimizde bu durum ruh ve beden sağlığımızı nasıl etkiliyor?
"Sorunları göğüsleyecek biri daha var"
Önce, ilk sorunun cevabı için University College London'dan psikodinamik nöroloji profesörü Dr. Katerina Fotopoulou'nun söylediklerine kulak verelim:
"Dokunma stresin, fiziksel ve duygusal acının etkilerini yumuşatabilen bir modülatördür. Yaptığımız araştırmada dokunma eksikliğinin daha yüksek oranlarda anksiyete ile bağlantılı olduğunu gördük.
"İş kaybı veya yas gibi yüksek stresli zamanlarda başkaları tarafından dokunulmak yaşadıklarımızla daha iyi başa çıkmamıza yardım eder.
"Pek çok araştırma dokunmanın sorunlarla başa çıkma konusunda beyne kaynaklarını dağıtabileceği mesajı verdiği teorisini destekler, çünkü ortada sorunları göğüsleyecek başka biri daha vardır. Bu mesaj bedeni rahatlatır, tabiri caizse beynin stres bütçesinin tazelenmesine yardımcı olur."
Bu mesajları beyne taşıyan ise dokunma duyusu nöronlarıdır (CT). 1995 yılından beri bu nöronları araştıran nöroloji profesörü Francis McGlone'un konuyla ilgili söyledikleri de bir hayli ilginç:
"Bütün sosyal memelilerin cildinde bulunan bu nöronlar, yavaş elektriksel sinyalleri beynin duyguları işleyen bölümlerine taşır. Bu nöronlar sosyal beynin ve strese dayanma yetimizin gelişiminde kritik rol oynar.
"CT nöronlarının vücudumuzda en yoğun bulunduğu bölümler ise omuzlar ve sırt gibi kendi kendimizi 'tımar edemediğimiz' yerlerdir.
"Örneğin, sırtınızın sıvazlanmasından hoşlanıyorsanız bunun sebebi orada daha çok CT nöronu olmasıdır. Bu nöronların uyarılması ile oksitosin ve dopamin salgılanır; bunun ruh halimizi düzenleyen kortizol seviyeleri üzerinde doğrudan etkisi vardır."
Depresyon, anksiyete, soğuk algınlığı...
O zaman şimdi tekrar koronavirüs salgını sebebiyle çoğumuzun dokunma açlığı çektiği günümüze dönelim ve yukarıda sorduğumuz soruyu bir kez daha tekrarlayalım: Peki ya dokunma açlığı çektiğimizde? O zaman ruh ve beden sağlığımız bundan nasıl etkileniyor?
Bizim gibi bu sorunun cevabını merak eden The Times of India editörleri psikolog Ekta Dixit ile konuştuğunda ondan kısaca şu cevabı almış:
"Duygu ve hisleriniz ruh sağlığınızı etkiler ve hormonlar belli duygu ve hislerin ortaya çıkmasını sağlar. Stresli veya gergin olduğunuzda vücudunuz stres hormonu olarak da bilinen kortizol salgılar.
"Bu hormonu dengeleyebilmek için vücudunuzun sevgi hormonu olarak da adlandırılan oksitosin üretmesi gerekir. Dokunmak, okşamak ve sarılmak bu hormonun salgılanmasını sağlar.
"Pandemi şartlarında olduğu gibi vücudunuz yeterince oksitosin üretmediğinde bu durum bir dizi psikolojik sorunu beraberinde getirebilir. Vücudun yeterince oksitosin üretmemesi çoğu insanda depresyon ve anksiyete şeklinde kendini gösterir.
"Daha da önemlisi, öz saygınızın azaldığını hissedebilir, kendinize güvensizlik duyabilir, vücut imajınızla ilgili sorunlar yaşayabilirsiniz."
Diğer yandan, ABD'nin Carnegie Mellon Üniversitesi'nden araştırmacıların yaptığı bir çalışma dokunma ve dokunulmanın sadece ruh sağlığımız değil, beden sağlığımız üzerinde de etkili olabileceğini ortaya koyuyor.
Araştırma kapsamında 404 yetişkinle konuşan bilim insanları 14 gün boyunca bu kişilerin günlük sosyal destek algılarını ve ne sıklıkla kişiler arası çatışma yaşayıp birilerine sarıldıklarını ölçmeye çalışmış. Ardından da bu kişileri kasıtlı olarak soğuk algınlığı virüsüne maruz bırakmışlar.
The Times of India'nın aktardığına göre, sonuçlar bir hayli şaşırtıcı: Araştırma boyunca daha fazla sosyal destek gördüğünü ifade eden katılımcılar daha az hasta olmuş, daha çok sarıldıklarını söyleyen katılımcılar ise sosyal olarak daha çok desteklendiklerini hissettiklerinden bahsetmiş.
Peki ne yapmalı?
Peki tüm bu uzman görüşlerinden ve kişisel yaşanmışlıklardan korona günlerinde kendi payımıza nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?
Belki de çıkarabileceğimiz ilk sonuç şudur:
Pandemi bizi sadece üzüntü ve stres yaratan pek çok farklı faktörle baş başa bırakmakla kalmadı, aynı zamanda başka bir insanın yakınlığı, dokunuşu ve sıcaklığı gibi bu stres, gerginlik ve moralsizliği bir nebze de olsa azaltıp bize güç verebilecek sosyal davranışlardan da mahrum bıraktı.
O halde belki de artık şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: Peki ya ne yaparsak pandemi günlerinde çektiğimiz dokunma açlığını giderebilir, yarattığı hasarın kalıcı olmasını engelleyebiliriz?
The Guardian'dan Eleanor Morgan'ın aktardığına göre, bizim gibi bu konu üzerine kafa yoran araştırmacılar televizyonda veya bir filmde insanların başka insanlara ya da evcil hayvanlarına dokunduğunu görmenin izleyiciler için rahatlatıcı olabileceği sonucuna varmış.
Nöroloji profesörü Fotopoulou bu dokunma türünü "temsili dokunma" şeklinde tanımlıyor ve bunun ne demek olduğunu kısaca şöyle açıklıyor:
"Beyin çok algılı deneyimleri farklı şekillerde kodlar. Sadece diğerlerinin çektiği acıları ve aldığı zevkleri 'görerek' bunları 'hissedebilmemiz' mümkündür. Fakat burada söz konusu olan, gerçek dokunmanın yerini tam anlamıyla alan kalıcı bir durum değil, kısmi bir durumdur."
ABD'nin Dokunma Araştırmaları Enstitüsü'nden Dr. Field da The New York Times ile bir dizi öneri paylaşıyor. Field'ın "cildi hareket ettirmek" başlığı altında topladığı, ciltteki duyu reseptörlerinin beyne gerekli mesajları gönderebilmesini sağlayacak önerilerinden bazıları şöyle:
Saç derisine masaj yapmak, mekik çekmek, duş alırken tüm vücudunuzu fırçalamak, sıkı giysiler giymek, 4-5 kilo ağırlığında bir paket pirinç, un ya da en az onlar kadar yumuşak, ama ağır bir nesneyi göğsünüzün üzerine koymak, ağır bir battaniyenin altına girip yatmak, yoga yapmak...
Ya da belki de yapabileceğimiz en güzel şey aynı evi paylaştığımız hayvan dostlarımızın sıcaklığına ve şefkatine sığınmaktır, kim bilir... (SD)