En fazla doğu halkları bilir çağlar boyunca adı “kan davası” konulan karşılıklı telefatın sonuçlarını. Çoğu kez basit denebilecek sıradan bir tatsızlığın, karşılıklı konuşma ile hâl yoluna sokulabileceği mümkünken, anlaşılmaz “toplum ne der” gururu, kibri nedeniyle olay farklı boyutlara taşınır. Karşılıklı ölümler, öldürmeler; yakın uzak akrabaların karşılıklı kini, öfkesi nefreti alır başını gider.
Devletin hiçbir adalet mekanizması çözemez kan davasının kördüğümünü. En fazla kim kimden birini öldürmüşse; öleni mezara, öldüreni mahpus damına koyar. Karşı taraf öldüren tarafın faili, ya da failin en yakınlarından birini vurup öldürünceye kadar. Bu kısır döngü böylece kuşaklar boyu sürüp gider.
Araya zaman zaman sözü kelamı dinlenen aklıselim şahsiyetler ya da kurumlar girer. Batının son yıllarda “Çatışmalı toplumlarda anlaşmazlık çözümünde arabuluculuk” dedikleri mekanizmanın bir benzeri ama daha doğuya dair gelenekselden beslenen dini, töre(n)sel barıştırma yöntemleri girer. Çok masraflı olur bu. Haksız olan, haklı tarafa giden hiçbir canın geri getirilemeyeceği bilinerek “yürek soğutmak” babından yüklü maddi bedeller öder. Çok büyük kalabalıkların katılımıyla yemekler yenir, barışılır. Ama o yüreklerdeki kırık ezgi hep bir yerlerde kalır, kanar durur.
Bu üç paragrafı niye mi yazdım? Şu sebeple! Son on gündür yazsam mı yazmasam mı diye kendimle hesaplaşıyor(d)um. Yazmalıyım dedim kendime. Yoksa içimde kalacaktı.
Belki doğrudan yukarıda yazdığım geleneksel “kan davası” ile yakından ilgisi yoktu. Ama sıradan, sokaktaki insanın nezdinde bir anlamda kan davasına dönüşme riski taşıyordu sözler. Çünkü kan akmıştı ve yarası derinlerdeydi, izleri yakın hafızada kalmıştı. Silinmesi de imkânsıza delalet ediyordu.
Her ne kadar da bizim buralarda; “heft û heşt edeceğinize, oturup insan gibi konuşun, meselenizi çözün” dense de! Pratikte böyle olmuyordu. Yani insanlar kolayına kaçıp hırlaşarak, kapışarak, çatışarak sonuca gitme(me)yi deniyorlar. Sonuç da kötü oluyordu tabi.
Oysa hayat insan tekine, ya da koca topluma anlatıyor ve diyordu: Kin, nefret, öfke insan yüreğine yüktür. Bunca ağır yükü bedeninizde, ruhunuzda taşıyıp altında iki büklüm ezileceğinize söküp atın bedeninizden, ruhunuzdan nefreti, öfkeyi ve dahi kini. Şefkatle, sevgiyle, barışla yoğurun bedeninizi ruhunuzu…
Siyasetin dili çok kirlendi haylidir. Devletin muktedir üslupla hegemonik, baskıcı, acımasız, tehditkâr dili adeta rutine döndü. Yasalarla da pekişti. Bunu değiştirmeye artık hükmümüz, gücümüz yetmiyor. Sadece sözlerimizle muhalefet ediyoruz o kadar.
Benim asıl üzerinde durmak istediğim mağdurun dili. Mağdur benlik üzerinden kelam edenlerin dili. Üstelik mağdur benliğin sokaktaki sıradan şahsiyetinin dili değil meramım. Sokağın öfkesinin bir nebze öne çıkma tepkiselliği her daim anlaşılabilir olandır.
Asıl mesele, sokağı yönlendiren muhalif kimlikli öne çıkan siyasetçilerin dili.
Geçtiğimiz günlerde iki ses duydum. İrkildim mi üzüldüm mü; bilemedim. Biri İstanbul’dan konuştu, diğeri Diyarbakır’dan. İstanbul’daki intikam alma anlamına gelecek sözler ediyordu. Diyarbakır’daki ise “Heyfimizi alacağız, değil mi?” diyordu.
Bizim “toplum önderleri, temsilcileri” olarak görmek istediğimiz demokratik barışçı siyasetçi dili bu olmamalıydı. Ortada bir tuhaflık vardı.
Oysa bizlerin; muktedirin barışı ajandasından çıkaran ısrarlı gayretine rağmen, “heyf almayı”, “intikam almayı” ajandasından çıkaran her hal û kârda barışta ısrarcı olan bir mazlum ve mağdur dili siyasetine ihtiyaç var(dı).
Çünkü size muktedir eda ile yaklaşan “kısas” kültüründen geliyor. Kısas’ın özeti “öldüren, öldürülür…”dür.
Oysa mazlumlar önce öldürenin olmadığı, sonra ölümlerin olmadığı bir kültürle geliyor. Ez cümle yine bizim tabirle “heft û heşt” etmeden konuşarak, anlaşarak, barışmanın zor olsa bile mümkünatının olabilirliği üzerine kelam ediyoruz… (ŞD/EKN)